Bürokratın, idarecinin, siyasetçinin, “bizi yönetenin”, belirli bir liyakat silsilesi içinden layık olduğu yere gelmesi gerektiği gibi geleneksel bir varsayım vardır. Buna göre belli aşamaları geçerek “oralara kadar gelmiş” insanlar pespaye görünemezler. Bazı yetkinlikleri, güçlü mizaçları, kanıtlanmış başarıları nedeniyle orada yer tuttuklarını zannederek, öyle görünmeyenleri kınarız. Orta ve üst kademe yöneticilerin, bürokratların, siyasetçilerin, kendi memurları, çalışanları ortasındaki kılıksızlıklarında katlanılmaz bir taraf buluruz; evlerindeki dekorasyon mantığını, yeni-Osmanlıcı aksesuarlarını, giyinişlerini, üsluplarını, beden dillerini, bıyıklarını. Temsil ettikleri halkın böyle zevkleri, hevesleri olmadıklarını da ekleriz.
Farklı bir yerden bakarak, orta kademe yöneticilerin sık sık kınanan hal ve hareketlerini akılcı ve etkin bir sistemin parçası gibi de anlayabiliriz. Vasıfsız görünüşleriyle birleşen iş yürütme biçimleri, tam da onlardan beklenen memuriyetin bir parçası olabilir. Vasıfsızlığın, piramidin tepesindekiyle altındakilerin doğrudan, araya kimseyi karıştırmadan konuşması için gerekli bir düzenlemenin parçası olduğunu düşünebiliriz. Bunun en görünen biçimi muhtarlarla yüz yüze konuşmaktır; divanlarda padişahların tebaasıyla dertleşmesi gibi. Padişahın bu sırada keyfî ve kendiliğinden gelişen bir yasayı yürürlüğe koyması gibi, dolaysız buluşmalar sırasında yargı, yürütme ve yasama bütün halinde ifadesine kavuşur. Böyle mizansenler yardımıyla aşağıdaki ile yukarıdakinin buluşması bir eşitlik duyusu yaratır.
Benzer şekilde kurumların veya şirketlerin müdürleri alt düzey çalışanlarıyla samimi konuşmalar yapıp, arada güreş tutabilirler. Bu içli dışlılık rahatlıkla demokratça bir idare ile karıştırılabilir. Ama bu sırada birbirine temas edenler arasında ölçüsüz bir eşitsizlik vardır. Batılı kültürlerde de yukarıdaki ile daha aşağıdaki böyle yan yana poz verebilir ancak onların arasındaki daha belirgin yasa, adalet veya akıl, tam olarak baş başa kalmalarına izin vermez. Oysa birbiriyle güreşecek bir mesafeye gelen samimi insanlar ülkesinde, bu samimiyet aynı zamanda çok uzaktan, balkondan uyruklarını selamlamakla da sonuçlanabilir.
Yakın veya uzak, arası olmayan karşılaşmaları kolaylaştırmak için orta düzey yöneticilere ihtiyaç vardır. Yönetici, kendisine uzatılan karar metnini hemen bir altındakine ulaştırmakla sorumludur. Yasalarda, mevzuatlarda, yönetmeliklerde tanımlı haklarını, sorumluluklarını bu mütevazı görevi sırasında unutur. Yasayı sürekli tashih etmeye dönük kanun hükmünde kararnameler ve benzeri uygulamaların kaynağı amirleri, orta kademe idarecilerin üstünden atlayıp, kenarından dolaşırlar. Ama en önemlisi onların şeffaf bünyeleri içinden geçerek doğrudan uyruklara ulaşırlar. Böylece piramidin başındaki ile tabanındakiler arasında koruyucu bir süzgeç kalmamış olur. Bu doğrudan konuşma, halktan olmak, samimiyet kurmak, kibirden uzak olmak gibi de anlaşılabilir. Oysa piramidin başı ile dibi arasında, bu samimi düzleme rağmen, uçurum vardır.
Bu durumda tek piramitli ve totaliter görünüşlü bir rejimde, üç farklı fail ortaya çıkar. Piramidin başı, ortası ve dibi. Baştakinin kendi varlığından neşet eden bu sistemde, yetkinlikten en uzak kimselerden veya komşu, akraba, dava ve asker arkadaşlarından seçilen orta düzey yöneticilerin, hemen bir yukarıdan gelen kararı yorumlamadan işleme sokması beklenir. Onun liyakatten uzak olması, piramidin yukarısında karara bağlanmış olanı içeri sorgulamadan almasını kolaylaştırır. Çünkü liyakat, özgüvene sahip, dirençli, aklını kullanan, teamüllerden haberdar bir idareci tiplemesinin sıfatıdır. Onun kapısında beklediği bir yapı, kurum veya işletmeden içeri girmek için bu direnci kırmak, kapıyı gözleyeni razı etmek gereklidir. Talebin veya kararın, meşru, yasal, teamüllere, kamu ve kişisel vicdanlarla uyumlu olması gereklidir. Diğer türlü içeri nüfuz etmek zorlaşır.
Oğuz Atay, Tutunamayanlar’da iş takibi için gidilen bir devlet dairesinde geçen bir günü anlatır. Dairedeki hademeden, memura, şube müdürüne ve oradan genel müdüre doğru yükseldikçe, bu artan liyakat nedeniyle yukarıdakine erişmek, ona temas etmek zorlaşır. Kafka romanları ise bu ciddiyetin ardını nasıl bir keyfin doldurduğunu anlatır. Yani vasıflı bir idareci, küçük, yerel piramidini yaratarak orada kendi keyfini sürer. Oysa toplu halde hareket eden bir piramitte, tepedekinin davası, arzusu, keyfi egemen olur. Ara yerde herhangi bir piramit kalmadığında, kararlar emirlere dönüşür. Birer ulağa dönüşen orta düzey yönetici tarafından emir hızla aşağıya ulaştırılır. Bu orta düzey, başkanın yardımcısının, sözgelimi başbakanın hemen altından başlayıp, rejimin dibindeki uyrukların bir üstünde son bulur. Yani biçimsel olarak, başbakanla okul müdürü arasındaki nitelik farkı da yok olur.
Yerel piramitlerdeki sıradüzen, sözgelimi hademeler, çaycılarla, şube müdürleri arasındaki sınır kaybolunca, orta dünyada samimiyet artar. Bürokratların, diplomatların, kışladan içeri kimseyi sokmayan subayların iç mekânı dışarıdan görünmeye başlar; kozmik odalar yolgeçen hanına dönüşür. Susurluk hadisesinin ortaya serdiği akıl almaz yan yanalıklar olağan bir hal alır. Herkes içeriden sneaky fotoğraflar göndermeye başlar. Üstelik herkesin herkesle fotoğrafının olması şaşkınlık yaratmaz. Çünkü tek bir piramidin içerisinde sadece görev tanımları değişik, ama nitelik olarak farksız uyruklar baş başa kalırlar. Orada birinin bir diğeriyle buluşmasına engel duvarlar kalkar. Piramidin başı da bu anonim, öznesiz ama bol nesneli tertibatın içinde ne yaptığından habersiz kararlar alıp, dosyalara imza attığı şüphesini yaratabilir.
Toplu halde hareket eden bir piramit yaratmak için, piramidin başı, başka yapıları, gündemleri, keyifleri yok etmelidir. Yani hemen altından başlayıp, silsile halinde uyruklara varana kadar “keyfinin kâhyalarını” yerleştirmesi gereklidir. Orta kademe yönetici, bu genelleşmiş kâhyalık içerisinde çoğu zaman sadece kâğıt işçiliği yapar. Yani karar veya emir metnini, yönergeyi tefsir etmeden onu hayata geçirme telaşı içerisine girer. Bu tek yönlü ve içtihattan yoksun idari güzergâh içinde piramidin yapısı hızlıca değişir. Sözgelimi eğitim sistemi birkaç yılda bir tashih edilebilir. Yeni gelen eğitim bakanı, dirençsiz orta kademe yöneticiler üzerinden kendi bildiğini zaman kaybetmeden hayata geçirmek isteyebilir. Hatta bu değişiklik olumlu da olabilir. Ama tüm kapıların yukarıdan gelene açık aşağıdan gidene kapalı olduğu bir rejimde, bağışıklığı olmayan bu idari yapıda, öğrenciler oradan buraya savrulmakla kalırlar. Çünkü bürokratik manzumelerde, yasa düzeninde, kurumlarda yönergeler şeklindeki birikimi tanımayan bir keyif, sürekli yurttaşların metabolizmasıyla oynama serbestliğine kavuşur. Ruhsal dalgalanmalar içindeki yurttaş mecalsiz kalır. Diğer yandan orta dünya nitelik olarak ıssızlaşıp, boşalınca, piramidi ele geçirmeye müsait, devrimci eylemlere açık bir kırılganlık da artar. Örneğin böyle işletilen bir belediyeden içeri giren farklı bir keyif hızlıca güç kazanabilir.
Buradaki ana fikir, Oğuz Atay’ın tasvir ettiği biraz daha çok piramitli, farklı keyiflerin hüküm sürdüğü bir işleyişi, tek piramitli sisteme tercih etmek değildir. Her ikisi de tek yönlü, kendi uyruklarına dolaylı ya da doğrudan komutlar veren modellerdir. Piramidin tabanında yerleşmiş olanın direncini düşürmeye, ruhsal dalgalanmalar yaratarak onu yormaya kararlı yapılardır. İlkindeki orta kademe yöneticiyi, kılığı daha düzgün, noktasına virgülüne dikkat ederek yazıyor, konuşuyor, daha minimalist bir dekorasyon içerisinde yaşıyor diye tercih etmek türünde bir tembih buradan çıkarılmamalıdır. Ruhen veya bedenen kılıksız bir yönetici, kapısında beklediği bir dairenin içerisinde neler döndüğünü gayri ihtiyari ifşa eder; beceriksizliğinden veya içli dışlı olmayı sevmesinden, kapalı kapılar ardındaki işleyişleri daha şeffaf şekilde ortaya serebilir. Yurttaşın her durumda kendisine haksızlık yaparak işleyen bir yapıya dair şuur kazanmasına daha çok katkı sağlar. Egemen konumdaki keyif daha rahat iş başında yakalanabilir. Hastanelerde tahlil sonuçlarının dağıtıldığı tüplü mesaj sistemlerinde olduğu gibi, hep yukarıdan ve kestirmeden inen kararları daha rahat izleyebilir.
Görsel: Orson Welles’in 1962 tarihli Dava filminden.