Geçmişten günümüze en yaygın kabul gören ahlaksal ayrım, (insan olsun ya da olmasın) kendi cemaatimizin bir parçası olan mahluklarla onun dışında kalan varlıklar arasındaki ayrımdır. Ahlaksal statüsü olan mahluklar, hem görevlere, hem de haklara sahiptirler; dışarıdakiler ise genelde her ikisinden de yoksundur. Bizim ahlakî geleneğimiz, tüm insanların, ister köle ister özgür, ister yabancı ister yerli olsun, eşit ahlaksal statüye sahip olduğunu savunan hümanizm öğretisinin derin etkisi altındadır. Bu düşünce, her zaman davranışlarımıza yansımamakla birlikte, sözsel düzeyde öylesine yerleşmiştir ki, bunun bir zamanlar ne denli radikal bir düşünce olduğunu genellikle unuturuz. Bu öğretinin ardında, tüm insanların ve yalnızca insanların doğuştan üstün oldukları inancı yatıyordu; insanlar hayvanlardan son derece farklıydı, çünkü Tanrı’nın kutsallığından onlar da nasiplenmişlerdi.
Ahlaksal olarak en önemli meselenin, etkimiz altındaki her varlıkta, acıya karşı hazzın oranını en yüksek düzeye çıkarmaya çalışmak olduğunu savunan faydacı ahlakçılar, hayvanların acılarını da bu hesaba dahil ettiler ve böylece hayvanların (gelişmiş insanlara özgü hazlar bir yana) acı bile hissetmediklerini savunan Descartesçı görüşe karşı çıktılar. Yakın zamana kadar hümanist ahlakçıların en büyük korkusu, hayvanlarla insanlar arasındaki bariyerin yıkılacağı ve insanlara hayvanlar gibi, yani bazı karmaşık faydacı hesaplamaların malzemesinden ibaret varlıklar gibi muamele edileceğiydi. İnsanlara bu şekilde değil, (Kant’ın meşhur ettiği ifadeyle) kendilerinde birer amaç olarak muamele edilmesini istiyorduk. Artık biliyoruz ki, hayvanlar bize düşündüğümüzden çok daha fazla benziyor; dolayısıyla onlara, bizimkine daha yakın bir statü verilmesi gerekiyor.
En tuhaf olanı da, insanların (benzersiz bir biçimde Tanrı’nın suretinde yaratılmış olmalarıyla) insan olmayanlardan radikal biçimde farklı bir tür oldukları şeklindeki eski hümanist inancı yıkmaya hazır modern düşünürlerin, bunun doğal ahlaksal sonucu olan, başka bir türün üyelerini kendi türdeşlerimizden çok daha az önemsememizin doğru olmayacağı düşüncesine ulaşmakta son derece yavaş davranmış olmalarıdır. Eğer tür farklılıkları abartılmış ırksal farklılıklardan başka bir şey değilse ve bu ırksal farklılıkları tamamen farklı muameleye gerekçe göstermek açıkça yanlışsa (beyazları dövmek yanlışken, siyahları dövmenin yanlış olmaması gibi), o zaman kabul etmemiz gerekir ki, insanlara zarar vermek ne denli yanlışsa, aynı ya da çok benzer bir zararın insan olmayanlara verilmesi de o denli yanlış olmalıdır.
Hayvanların hakları vardır, sözüyle kastedilen genelde yalnızca budur, yani onların türdeşlerimizle benzer bir ahlaksal statüye sahip olduklarıdır. Bir kediyi diri diri yakmak, bir köpeği boğmak veya porsukları yaşadıkları yerden ya da türleri için mutlu bir yaşam sürme olanağının olabileceği tek yerden kovmak yanlıştır – ya da, en azından, insanlara karşı benzer bir muameleyi haklı gösterebilecek çok geçerli gerekçeler olmadığı sürece yanlıştır. Faydacı kuramcılar (örneğin Peter Singer) haklardan söz ederken bundan fazlasını kastetmezler ve toplumun geneline kayda değer net bir kazanç getirmesi olasılığının, yalnızca tavukları, kedileri, köpekleri ve şempanzeleri değil (potansiyel olarak) herhangi bir sayıda insanı öldürmemizi de genel olarak haklı kılacağını kabul ederler. Faydacı olmayan düşünürler (örneğin Tom Regan) ise, haklar sözüyle daha fazlasını kastetmektedirler.
Regan’a göre, hakların temeli, bir yaşamın öznesi olma, yani basit bir duygular ve güdüler silsilesinin ötesinde, yaşanacak bir hayatı olan bir varlık olma niteliğidir. Bu haklar sırf ahlaksal statü ile sınırlı olmayıp liberal geleneğin daha güçlü haklarını da kapsar. Devletin eylemleri, ancak ve ancak kendisine tabi olanların haklarını ihlal etmiyorsa haklı gösterilebilir ve genel iyi, cinayet, istimlak ya da işkence için gerekçe olamaz. Liberal gelenekte, (mümkün olabilecek bazı koşullar altında) başkalarının en iyi (faydacı) sonuçlara ulaşmalarına yardımcı olacak olsa bile, insanların öldürülmeme, işkence görmeme ve hatta hırsızlıktan korunma hakları tartışmasızdır.
Regan, tek tek tüm insanlarda olan (ve böylelikle tüm insanların eşit haklara sahip olmalarına gerekçe oluşturan) ve bazı insan dışı hayvanlarda olmayan hiçbir belirgin ayırt edici nitelikten söz edilemeyeceğine işaret eder. Dolayısıyla, ona göre, en azından bu hayvanlar (her ne kadar Regan uygulamada bu grubu yüksek memelilerle sınırlı tutsa da) insanların sahip oldukları ahlaksal hakların aynılarına sahip olmalıdırlar.
Benim bu konudaki görüşüm biraz daha farklı. İçinde bulunduğumuz sosyal cemaatlerimizin üyelerinin birbirlerinden nasıl muamele görmeleri gerektiği, yalnızca soyut tartışmalarla belirlenemez. Şahsen, (hem Singer, hem de Regan’ın kuramları gereği kabul etmek zorunda kalacakları gibi) kendi başlarına bir yaşamın öznesi olmayan insanların, hakları olmayan varlıklar oldukları fikrini kabullenmeye razı değilim. Elbette ki bu insanlar pozitif hukuki haklara sahiptirler ve dürüst liberaller onların çıkarlarını savunacaktır. Cemaatlerimizin insan olmayan üyelerinin, bizlerle ilişkilerinde bazıları yasalarla, bazıları ise yalnızca ahlaksal görüşlerle korunan hakları vardır. Köpekleri öldüresiye dövenler, toplumun, köpeğin soyut, metafizik hakları olup olmadığını anlamaya uğraşmaksızın -çok haklı olarak- kınayacağı bir şey yapmaktadırlar. Bizler artık, kendi küçük sosyal cemaatlerimizin ardındaki küresel cemaati, atalarımızdan çok daha iyi anlayabilecek konumdayız: Tanımları gereği toplumumuzun bir parçası olmayan yabani varlıkların, daha geniş bir bütün içinde, Yaratıcısı ve Kurucusu Tanrı Olan şu Koca Kentte hayatlarını sürdüren varlıklar olduklarını görebiliriz.
Son iki bin yıldır gelişen eski liberal gelenek, tam da insanı küresel cemaat içinde her türlü yaratığı anlama ve gözetme olanağına sahip bir varlık olarak gören anlayış üzerine kurulmuştu. Atalarımızın eksiği, bizim iyiliğimizin küresel ekosistemin esenliğine ne denli bağımlı olduğunu ve evrimsel akrabalarımızın ne denli bize benzer biçimlerde incinebileceğini, zarar görebileceğini ve haksızlığa uğrayabileceğini tam anlamıyla kavrayamamış olmalarıydı. Şimdi önümüzde duran soru, Acıya karşı hazzın oranını nasıl en üst düzeye çıkarabiliriz? (ki bu çok boş bir gündem) ya da Varlıklar, toplumun formülleştirmesinden bağımsız olarak hangi haklara sahiptir? değil, üyesi bulunduğumuz (sosyal ve küresel) toplulukları en iyi şekilde nasıl düzenleyebileceğimiz sorusudur. Bence bu soruya yanıt vermenin yolu, zaten bildiğimiz şeyleri ciddiye almaktan geçiyor: Hayvanlar için bile, yaşadıkları acıların ya da hazların ötesinde önem taşıyan şeyler vardır ve bir tür olarak hayatta kalmamız bile, ailevi, hukuki, ulusal ve küresel düzeylerde dengeli ve uygar ekosistemler oluşturmamıza ve sürdürmemize bağlıdır.
On the Side of the Animals, Some Comtemporary Philosophy’s Views, 1996