Orhan Pamuk davasına bütün dünya medyasıyla beraber de tanık olduk. Çok ciddi, ifade özgürlüğünün ötesine de geçen, Kafkaesk şeyler yaşandı İstanbul’da Şişli Adliyesi önünde, içinde ve dışında. Demokratikleşme meselesine biraz değinelim mi?
Türkiye’de demokratikleşmenin mehter adımıyla, ritmiyle yapıldığını biliyoruz, bu belki biraz normal. Zaten biraz yukarıdan bahşedilen, yani ya Avrupa’nın baskısıyla veya hükümetin bir kanadının bir şekilde topluma hediye eder gibi sunduğu değişikliklerin, reformların, toplum tarafından bir mücadelenin sonucunda olmadığını, veya çok rastlantısal olduğunu biliyoruz. Demokratikleşmenin bir toplumsal tartışma ve mücadele sonunda yerleşmesinin, kalıcılığı açısından olmazsa olmaz önemi var. Bu demek değildir ki, herkes eline taşı, sopayı alacak ve “demokratikleşme mücadelesi” adı altında birbirini kıracak. Mücadele bir fikri mücadeledir, güç dengesi değişmesidir ve insanların bu mücadele çerçevesinde bazı verileri kendi davranış normlarına sindirmesi mücadelesidir. Cuma günü yaşanan olaylarda benim dikkatimi çeken üç şey var; birincisi, artık Türkiye’de mahkemelerin, özellikle bu tür davalarda nasıl bir karar vereceğini bilemedikleri ve bir mahkemeden diğer mahkemeye, bir savcıdan diğer savcıya çok farklı davranışların sergilendiği açık; Orhan Pamuk davasında bu böyle oldu biliyorsunuz. Şikâyet eden taraf önce İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’na şikâyette bulunmuştu; Başsavcılık, verilen belgeler ışığında soruşturmaya gerek olmadığı kararı vermişti. Arkasından Şişli Cumhuriyet Savcılığı’na yapılan başvurudaki şikâyet dilekçesine istinaden, Şişli Cumhuriyet Savcısı zannediyorum, aynı belgelerle soruşturma açtı.
Yani aynı konuda iki farklı davranış var.
İki farklı savcı davranışı var. Bu tür yaklaşımların ne kadar elastik olabileceğini, yani bu alanlarda savcıların, hakimlerin bireysel tutumlarının, -ki bu da yüzde yüz ortadan kaldırılabilecek bir şey değil elbette- ne kadar baskın çıkabileceğini gösteriyor. Özellikle aşırı milliyetçi çevrelerin yaptığı suç duyurusu veya dava başvurularında mahkemeyi seçtiklerini, özellikle bu Ermeni Konferansı’nın, engellenmesi müracaatının yapıldığı mahkemenin de böyle seöildiğini biliyoruz. Bu mahkemelerinin bütünlüğünün tartışılmasını gündeme getirir ki çok tehlikeli bir durum.
Davanın oluştuğu sırada, bence hem olumlu hem olumsuz, iki şey aynı zamanda oldu; olumlu olan, bugüne kadar, yakın döneme kadar aşırı milliyetçilerin Türkiye’de kendilerinin aykırı buldukları düşünceleri taşlı, sopalı, hatta daha öldürücü silahların kullanıldığı yöntemlerle susturmayı tercih etmelerine rağmen bugün gelinen noktada aşırı hukuk yolunu tercih etmesi. En azından ilk baştan hukuk yoluyla işe başlıyor, yani kendisi değil de mahkemelerde cezalandırmayı hedef alıyor. Fakat bunu yaparken de mahkemeleri bir gösteri alanına dönüştürmeyi istiyor, çünkü amaç sadece kişinin cezalandırılması değil, diğerlerinin bundan korkup bastırılması.
Bir anlamda terörize etme.
Hukuk yoluyla terörize etme. Bu, bir cephesi ile ileri bir adım aslında, yani hukuk yoluna başvurması, eğer hukuk doğru dürüst çalışırsa olumlu bir adım. Hukukun kendini birilerini terörize etmek için kullanılmaya açık bırakmaması lazım. Hukukun, adaletin demokratikleşmesi, dolayısıyla bunun, bu yöntemin etkisiz hale gelmesini sağlar.
Beni asıl üzen konu şu; Cuma günü, orada 30 ila 50 aşırı milliyetçi göstericinin ve 10-15 aşırı milliyetçi avukatın yaptıkları gövde gösterisi karşısında bulunan insanların, -ki ben oradaydım ve hırsımdan ağlayasım geldi-, bir tepki göstermemeleri, ben de dahil olmak üzere, yalnız bırakmaları.. Orada kendimi tek başıma hissettiğim için pek tepki gösteremedim. Olayın olduğu yerde her zaman herkesin bulunması gerekmez, ama bu kez, -biraz da sanki bu tür Orhan Pamuk özelinde bir durum-, ‘biraz ona da ders olsun’ tavrının hissedildiğini söyleyebilirim. En azından kendilerini demokrat olarak tanımlayan çevrelerin bir kısmı için.
Bir de o gün Şişli Adliyesi’nde orada bağıran ve “Misyoner Çocukları” pankartının arkasında duran 30-40 kişiyi izlerken, orada 50-100 kişinin de “Kahrolsun Faşizm’” diye bağırmasını o anda arzuladım, içimden o geldi, onun eksikliğini hissettim. Fakat bunu organize etmememizin nedenlerinden bir tanesini orada analiz etmeye çalıştım; zannediyorum biz 70’lerde, bir kuşak yaşlı olanlar 60’larda, “sağ-sol çatışması” olarak adlandırılan çatışmaların nasıl geliştiğini ve nereye sürüklendiğini bilen bir kuşağız. Bu çatışmanın bedelini çok ağır ödemiş bir kuşağız, en azından içimizdeki bir çok kişi bu çatışmanın bedelini çok ağır biçimde ödedi. Büyük ihtimalle biraz yılgınlık var, “bir daha aynı sürece girmeyelim, işi sokak çatışmasına dönüştürmeyelim” diyen bunu söylerken de bunun karşılıklı slogan atmanın sınırında duramayacağını ve karşı tarafın da bunu fütursuzca kışkırttığının da farkına vararak hızla başka bir yere gideceğinin, tırmanacağının bilincinde olmaktan kaynaklanan bir tutum var.
Orhan Pamuk konusunda, daha doğrusu 302. madde konusunda önümüzde daha bir dizi dava var ve bu davalar konusunda hükümetin aldığı tavır biraz riyakârca. Bu maddelerin, reform sırasında yeni biçimleri yazıldığında, bu tür tehlikeler içerdiğini söyleyerek, hukukçuların önemli bir kesimi itiraz etmişlerdi. Bunu kimse dikkate almadı, daha doğrusu bunu dikkate alanlar, özellikle böyle istediler, çünkü böyle esnek, yoruma açık maddelere izin vermesini istiyorlardı.
Belki bu 302. maddeyi başka bir Avrupa ülkesinde olduğu gibi bulabiliriz. Yalnız orada hakimlerin ve savcıların bir aklıselim yönünde yorumlarının ağır bastığını söyleyebiliriz, hukuk ve adalet yolunda aklıselim yorumların daha ağır bastığını söyleyebiliriz. Türkiye’de maalesef ne kadar milliyetçi bir kampın savunucusu olduğunu göstermek isteyen hukuk adamları da var ve bunların elinde bu maddeler çok tehlikeli silah haline dönüşebiliyorlar.
Öte yandan da olumlu yönlerden bahsederken; Türkiye’de entelektüellerin kendi çıkarlarını düşünmeksizin, memleketin ve dünyanın sorunlarına karşı devletten gelebilecek herhangi bir baskıya karşı, yazılarıyla, çizileriyle, sanatlarıyla ve konuşmalarıyla mücadele vermelerinin süreklilik arz ettiği de ortada. Noam Chomsky geçenlerde Haaretz gazetesine verdiği bir demeçte çok ilginç bir şey söylüyordu, -kendisi dünyadaki en önemli kamu entelektüeli ödülüne layık görülmüş, tabii kendisi bunlarla hiç ilgilenmemiş, önemli dergilerden verilmiş aslında, Britanya’da Prospect dergisi ile Washington’daki Foreign Policy dergisi- kendisini en çok hangi entelektüellerin etkilediğini soran gazeteciye, Türkiye’deki entelektüelleri örnek gösteriyor. “Dünyanın hiçbir yerinde yok, Batı’dan da çok farklılar, bildiğim kadarıyla dünyadaki entelektüellerin, yazarların, sanatçıların, gazetecilerin, örneğin Kürtleri hedef alan sert, acımasız kanun hükümlerine sürekli olarak karşı çıktıkları tek ülke Türkiye’dir. Bu sürekli karşı çıkış zaten dünyada eşine az rastlanan bir durum. Türkiye’de sadece karşı çıkmakla kalmıyorlar, sürekli olarak durmak bilmeksizin bu konuda bir şeyler de yapıyor, kendilerini ciddi tehlikelere maruz bırakıyorlar ve hapse de giriyorlar ve Türkiye’de hapse girmek hiç de eğlenceli bir durum sayılmaz. Bunlar zaten entelektüeller için son derece nadir rastlanan faaliyetlerdir, ama Türkiye’de esas olarak neredeyse ana akımın bir parçasını oluşturuyorlar” demiş. Bu da çok önemli görünüyor bana, o kocaman pankarttaki diğer adları da sayarsak: Hırant Dink, Hasan Cemal, Murat Belge, İsmet Berkan, Haluk Şahin. İstisnasız hepsi bu tanıma uygun olarak eşine ender rastlanan entelektüeller aslında. Sadece Kürt meselesi için değil, ülkelerin ve dünyanın bütün özgürlük ve adalet meseleleri için de yazıyorlar, çiziyorlar ve en önemlisi de ciddi bir tehdidi de göze alıyorlar. Sürekli mücadele verdikleri için de hakaret görüyorlar, tehdit ediliyorlar, hatta hapse giriyorlar. Bu çok önemli bir nokta gibi geliyor bana.
Elbette. İçinde olduğumuz zaman belki bunu daha zor duyuyoruz, fakat geçmişteki demokrat-aydın dayanışması dikkate alındığında orada da yakın dönemde kırılmanın olduğunu söyleyebiliriz. Bu belki biraz da normal, sorunların çatallaşması çerçevesinde, örneğin Kıbrıs sorunu ile ilgili, Türkiye’deki Kürtlerle ilgili bir korkunun bazı çevrelerde egemen olduğunu söyleyebiliriz ama bu konularda Türkiye’de aydın çevrenin konuyu sürekli mücadele alanı içinde tutması çok önemli. Elbette en azından Noam Chomsky bunu dışarıdan daha rahat görebiliyor, belki karşılaştırmalı olarak. Dünyada tekdir demek elbette saçma bir iddia olur, ama Türkiye’de entelektüellerin dikkat çekici bir sürekliliği, iddiası, inadı olduğunu söyleyebiliriz elbette.
Kendisi çok iyi bir değerlendirme yapabilecek bir durumda, dünyanın bütün ülkelerinde çalışıyor, hatta buraya geldiğinde kendisine buna benzer bir şey söylediği zaman sormuştum; “Latin Amerika’da da var” diye, “ama onlar daha çok dini inançları için yapıyorlar” dedi, kilise adamlarının vs. mücadelesini örnek gösterdi ve dedi ki; “entelektüel, profesyonel olarak gazeteci, yazar vs. değiller onlar, Türkiye’de İsmail Beşikçi gibi bir örnek dünyada çok az rastlanır” dedi.
Tabii, Ragıp Zarakolu da öyledir.
Zaten o örneği de vermişti. Böyle bir olumlu bir şey çıkaracaksak illa bu Kafka’sal ortamdan, bence böyle de bir şey var.
Evet gündemde olmasını durmasını sağlayabiliyor hiç olmazsa bir karşı duruş olarak.
Buradan istersen kısaca Türkiye’deki kanımca 302. maddeden çok daha acil, vahim, kapsamlı sonuçları olabilecek bir soruna geçelim. Türkiye’deki yıllardan beri kanayan yara Kürt sorunu. Kürt sorunu konusunda kısa vadede çok yeni diyecek bir şey yok, yalnız dinleyicilerimize bir kaç tane pek bilmedikleri olguyu hatırlatmakta yarar var. Örneğin, 10 gün önce, Şemdinli halkı mehter marşı eşliğinde yapılan bir yürüyüşle uyandı. Kim olduğunu bilmiyorum, bazıları güvenlik güçleri olduklarını söylüyorlar, birileri Şemdinli’de gece yarısı bir gösteri yürüyüşü yaptılar mehter marşı eşliğinde. Bunu niçin yapmışlar? Mehter marşı, bando eşliğinde veya her neyse bir şehrin içinde yürüyüş neden yapılır? Bunları burada şu anda yorumlama durumunda değilim, çünkü olayın tam nasıl olduğunu hâlâ öğrenebilmiş değilim ama eğer yapıldıysa bunun başka tür bir provokasyon, sürekli devam eden bir provokasyon olduğunu söyleyebiliriz. Küçük bir olay, ölen, yaralanan yok, kimsenin evinin önüne bomba konmamış ama bomba koymaktan çok farklı değil bir cephesiyle baktığımız zaman. Diğer taraftan Kürt sorununda Türkiye’deki Kürtlerin demokratik haklarının tanınması konusunda, artık “Türkiye’de Kürt yoktur”, “Kürtçe yoktur” diyenlerin ne diyeceklerini pek bilemediklerini bir noktaya geldik. Çünkü sınırımızın öbür tarafından, beğensek de beğenmesek de, istesek de istemesek de, fiilen ve artık resmen, anayasanın yürürlüğe girmesiyle beraber, bir Irak Federe Kürt Devleti, yani Irak’taki üç oluşumdan biri olan Irak Federe Kürt Devleti kuruldu, ve var. Hatta Mesut Barzani Perşembe günkü seçimlerden bir gün önce, Kuzey Irak’taki, Irak Federe Kürt Devleti sınırları içindeki seçmenlerin seçime katılmalarına çağrıda bulunurken, “artık siz Kürdistanlısınız, bir Kürt Yezidi olarak değil, Kürdistanlı olarak oy vermeniz gerekir, seçimlere bu yüzden katılmanız gerekir” diyerek bu bölgede Kürdistanlılık olarak tanımlamaya çalıştığı bir toparlayıcı kimlik, bir resmi üst kimlik oluştuğunun, oluşacağının işaretini verdi. Şimdi sınırın bu tarafında, sayısını kimsenin pek bilmediği, en azından devletinin resmi kurumlarının öğrenmekte acele etmedikleri veya kendi yöntemleriyle bildikleri fakat bizim bilmediğimiz, 15 mi, 12 mi, 20 milyon mu, hiç önemli değil, ama hatırı sayılır miktarda Türkiyeli Kürt’ün yaşadığı bir topraktayız. Sınırın öte tarafında Kürtçe’nin üniversitelerde öğretildiği, okullarda Kürtçe’nin öğretildiği, Kürtçe yayının yapıldığı, Kürtçe’nin yegâne lisan, egemen lisan konumunda olduğu bir yerde, sınırın öbür tarafında, bütün bir inkârcılık politikası yürütmek herhalde artık hiçbir şekilde mümkün değil. Artık bunu istediğimiz kadar gerçekleştirmeye çalışalım, -benim görüşüm değil ama başka milliyetçilerin görüşü olarak söyleyeyim-, çalışsınlar, 21. yüzyılın başında Türkiye’yi bütün dünyadan soyutlamayı, izole etmeyi, bir Kuzey Kore durumuna getirmeyi veya bir Birmanya durumuna getirmeyi göze almadıkça, bu mümkün değil. Dolayısıyla iki yaklaşım mümkün; birincisi, ki benim benimseyeceğim, “sadece pragmatik bir çerçevede değil, temel hakların tanınması çerçevesinde ele alınmalıdır” diyerek soruna yaklaşmak. Ama devlet katından bu pragmatik bir çerçevede de alınabilir, “başka çaremiz yoktur, bunu böyle yapmamız gerekir” diye de düşünebilirler. En azından böyle düşünebilseler keşke.. Türkiye’de bu adımların sadece lafla değil, “kimliklerini tanıyoruz, Kürt sorununu tanıyoruz” diye laf seviyesinde kalarak ağza bir parmak bal çalma yöntemiyle çözülmeyeceği bir noktaya da geldik. 20 sene önce bunu söylemenin bir anlamı vardı, 10 sene önce belki olabilirdi ama artık sadece lafla bir yere götürmek, bu işi çözmek mümkün değil. Somut olarak Türkiye’de Kürtlerin dillerini kullanmaları, isimlerini kullanmaları, yer adlarını kendi geleneksel kadim yer adlarını, köy adlarını, mezra adlarını kullanmaları, okullarda Kürtçe’nin seçmeli dil olarak öğretilebilmesi, isteyenlerin bazı okullarda, Türkiye’nin bütün okullarında değil, mümkün olmalı. Bir tartışmayı başlatmamız lazım; “Biz çok kültürlü bir Türkiye mi, çoğulcu bir Türkiye mi istiyoruz?” Bu ikisi de Kürt sorununun çözümünde farklı yaklaşımlardır. Çok kültürlü bir Türkiye, Türkiye’deki gelenekler, Türkiye toplumunun, tarihinin yapısı, devletin yapısı dikkate alındığında, Kanada türü bir uygulamaya bence çok müsait değildir, çok kültürlü gelenekler Avustralya türü bir uygulamaya çok müsait değildir. Biz daha farklı bir devlet pratiği, toplumsal tarih pratiği içinden geliyoruz, -bunu iyi veya kötü anlamında söylemiyorum, tarihi bir olgu olarak söylüyorum-, dolayısıyla bizim daha çok bir normatif çok kültürlülük anlayışından ziyade, siyasi, kültürel kimliklerin çoğulluğunu kabul eden, bunları normatif biçimde empoze etmeyen ama bu çoğulluğu kabul eden bir yaklaşımı tercih etmemiz gerekecek belki. Çünkü öbür yaklaşımın Türkiye toplumunda yaratacağı çalkantılar, tepkiler ve çatışmaların çok büyük olmasından endişeliyim.
Bence bu konuyu devam ettirelim, çok önemli.
20 Aralık 2005 tarihinde Açık Radyo’da yayımlanmıştır.