Derya Yücel, Nazlı Gürlek ve Fırat Arapoğlu’nun küratörlüğünde gerçekleşen Sözden Öte temalı 4. Mardin Bienali’ndeki işlerden biri olan Dun (Ev), Senem Gökçe Oğultekin’in video çalışması. Levent Duran işbirliğiyle gerçekleşen video, bienalin üç altbaşlığından “Beden Dili”nin içinde yer alıyor.
Dun’da, biri Ermenistan’dan biri Türkiye’den iki dansçı, Ani kentinde dans ediyorlar. Kars’ta yer alan Ani’nin tarihi çok eskilere dayanıyor. Ortaçağ’a gelindiğinde kent, Ermenilerin egemenliği altındayken, daha sonra Bizans’ın eline geçmiş, 11. yüzyılda ise Büyük Selçuklular tarafından alınmıştır. Zaman içinde başka medeniyetlere de ev sahipliği yapan kent, 20. yüzyılda bir süreliğine Ermenistan topraklarındayken 1920’de Türkiye Cumhuriyeti’ne geçmiştir. Kentin geçmişi, Ermenistan-Türkiye ilişkilerine referans olabilecek kadar karışık, üst üste.
Ani, iki medeniyeti de; iki medeniyetin tarihini de bugününü de içinde barındıran bir “sınır kenti”. Aslında bu da oldukça ironik bir durumla karşı karşıya bırakıyor bizi. Bir kent, iki medeniyetin hem tarihine hem de bugününe sahiplik ediyorsa, nasıl bir sınır teşkil edebilir?
Dun’da, iki ülkeyi temsilen iki dansçı, zaman zaman bir mücadele halinde, zaman zaman “aralarındaki sorunları” aşmak üzere çabalıyor; bu iki dansçı (bu iki ülke) birbirine bazen sarılıyor, bazen birbirinden nefret ediyor sanki. Ermenistan ve Türkiye, bu iki kişi aracılığıyla karşı karşıya geliyorlar, birbirlerine söylemek istedikleri ne varsa söylüyorlar. Dun’da pek çok tanımın ötesine geçiliyor; cinsiyet, milliyet, siyaset gibi. Ama en çok da milliyetin ve siyasetin ötesine geçiliyor çünkü Ermenistan-Türkiye ilişkileri deyince akla öncelikle bunlar geliyor. Bu kavramları itip, “insan”ın kendisine, herkesin ortak noktası olan “beden”e odaklanmamızı sağlıyor Oğultekin.
Videodaki görüntülere tek tek odaklanıldığında tutuşan eller, bir sanat tarihçisine ister istemez “Âdem’in Yaratılışı”nı anımsatıyor. Burada, iki toplum da Tanrı, iki toplum da Âdem; biri olmadan diğerinin eksik kaldığı, o eksikliği yırtıcı da olsa yapıcı da olsa hep içinde taşıdığı. Dansçıların saçlarının birbirine bağlandığı sahnede de bu durum görülüyor: Birbirine derinden bağlı ve asla kopamayacak iki halk.
Videonun ismi de görüntüler kadar etkileyici: Dun, yani Türkçesi ile Ev, ortak bir yaşam alanına gönderme yapıyor. Ani, ortak bir yaşam alanı çünkü kentin tarihi gibi iki halkın tarihi de ortak. Nazlı Gürlek’in bienal kataloğunda belirttiği gibi “beden bir arşiv”. İki halkın belleğindekileri açığa çıkarıyor iki dansçı; umutlarını, kırgınlıklarını acılarını… “Beden” bir karşılaşma noktası.
Bugün Ermenistan ve Türkiye arasındaki sınırı Aras Nehri’nin bir kolu olan Arpaçay oluşturuyor. Arpaçay’ın üzerinde yer alan İpek Yolu Köprüsü yıkılmış, sınırın iki tarafında birer parçası kalmış, iki ülke arasındaki ilişkileri özetlercesine. Ama bu sınır köprüsü bile, adı üstünde bir “köprü”; iki halkın sınırının ancak bir köprü olabileceğini, yani iki halk arasında gerçek bir sınır olamayacağını gösterircesine yaşamın içinde. İki halkın birbirine ulaşması çok kolayken, ulaşımı sağlayacak yollar kapanmış. Bu doğal “sınır”ın yanı sıra Akyaka ve Alican Sınır Kapıları da 1993’ten beri İpek Yolu Köprüsü ile aynı kaderi paylaşıyor.
Sanat, sınırları yok edebilir. Bana kalırsa Oğultekin’in çalışması yeni bir pencere açıyor izleyiciye, “sözün ötesinde” bir bakış sunuyor.