Medeni ile Vahşi

Montreal'de geziyoruz. Ağaçlık bir yerde, çok sayıda kırmızı sincap var. Beni Kanada'ya, konuşmaya davet eden arkadaşımın karısı anlatıyor: "Eskiden sincabın çok şirin bir hayvan olduğunu düşünürdüm" diyor. "Ee? Değil miymiş?" "Gene şirin olabilir" diye devam ediyor, "ama bahçe sahibi olalı ne kadar muzır olabileceğini de anladım."

Bu dolaştığımız yer kentin dışında olmasa da ağaçlık, kırlık bir yer. Ama kentin içinde gezinirken de birer ikişer görüyorduk bunları. Şimdi şu satırları yazarken Toronto'dayım. Burada kırmızısına rastlamadım ama siyahı var, grisi var.

İngiltere'deki arkadaşlarım da (Oxford'da otururken) sincaptan dert yanarlardı. Demek gerçekten var bazı yaramazlıkları.

Michaella, sincap konusundan 'rakun' konusuna geçiyor. Bu da Kuzey Amerika'ya özgü bir hayvan, gözlerinin üzerinden siyah bir bant geçer ve onun için maske takmış bir hayduda, hırsıza benzetebilirsiniz. Yalnız görünüşü değil, âdetleri de benziyor aslında. Michaella'nın komşusunun evinin altına bir rakun ailesi yerleşmiş. Bahçeyi bunlardan korumak büsbütün zor. Artık belediye mi, kimse böyle sorunlara bakan, onların peşine düşmüş. Onları bulmasına bulmuş, ama derdine çare bulamamış. Bu daire, vaktiyle, bu gibi hayvanları tutar ve daha uzaklarda bir yerlere götürürmüş. Ama hayvan hakkı savunanlar bu işe itiraz etmişler. Hayvanlar yakalanırken ve kafes içinde taşınırken stres geçiriyorlarmış. Bu şikâyetler üstüne daire de faaliyetini durdurmuş.
 

Michaella, telefonda bunları dinleyince, "Ama ben de stresli bir kadın oldum bu rakunlarla" diye üsteleyecek olmuş. Telefondaki adam, hiç aldırışsız, "O önemli değil, hanımefendi" demiş, "Siz bir sinir hapı yutabiliyorsunuz. Oysa hayvanlar yutamıyor.

Böylece Michaella rakunları ve sincapları ve.. evet, dahası da var -köstebekleri, kirpileriyle bahçesini bir arada sürdürmeye çalışıyor. Herhalde zaman zaman bir sinir hapı yutuyordur.

Bu anlattığım durumlarla bizim memleketteki 'medeniyet' ve 'doğa' kavramlarının ne kadar farklı olduğunu düşündüm. Oxford'da geceleri tilkilerin çığlıklarını dinlerdik. Londra'da arkadaşım Hikmet bahçelerine ziyarete gelen gelincik gibi çeşitli 'vahşi' hayvanları anlatırdı.

Evet, 'vahşi'! Kavram bu. 'Medeniyet' ve 'vahşet', birbirinin karşıtı olan bu iki kavram bizim aklımızdaki. Tabii burada yalnız Türkiye'yi de kastetmiyorum. Durumun İran'da veya hatta Yunanistan ya da Bulgaristan'da çok farklı olacağını sanmıyorum. 'Medeni' olmak, 'vahşi' denen şeyleri barındırmamayı içeriyor. Onun için bizim gibi memleketlerde bırakın kentler bir yana, dağda bayırda bile 'vahşi' hayvan kalmadı, son kalanları da tükeniyor.
 

Oysa buralarda insanlar bizim oralardakinin çok daha ilerilerine giden 'kentleşme/modernizasyon' vb. süreçler içinde, 'Ne yapsak da doğal hayatı zedelemeden işimizi görsek' derdindeler. Bu anlayışta 'medeni', 'vahşi' olanı yok etmiyor, öldürmüyor, kendi içinde ama yaşayacağı bir yer yaratmaya çalışıyor.

'Niye böyle?' derseniz, ben bunu 'modernizasyon' dediğimiz şeyin bu ülkelerin bağrından çıkmış olmasına bağlıyorum. Kendi ürettiği şeye karşı daha bilinçli olmayı ve onun denetlenmesi gerektiğini öğretmiş. 'Amanın çok geç kaldım! Ne etsem de şu öndekilere yetişsem?' diye bir telaşı yok. Ayrıca, yarattığı 'modernizasyon'la, 'teknoloji'yle nelere kıydığının da daha çok bilincinde. Önemli olan, bunun bir 'kıyım' olduğunu anlaması ve telafi etmek için her türlü tedbiri almaya hazır olması.

Onun için burada sincabıyla birlikte yaşamak bir 'gerilik ayıbı' değil, tersine, 'ileri' olmanın ölçütü.

Radikal, 21.2.2006