Her ne kadar günümüzde doğa bilimlerine öykünse, en makbul araştırmaları uygulamalı matematiğin bir alt dalı konumunda olsa da, iktisadın ortak konuları paylaştığı disiplinler içinde en önde geleni hukuktur. Ekonomi politiğin biçimlendiği 18. yüzyıldan ayrı bir bilim dalı olarak kendini kabul ettirdiği 20. yüzyıl başlarına kadar, iktisat bilimi çoğu ülkede hukuk fakültelerinin bünyesinde yer aldı. Daha sonra, iktisadın giderek daha fazla analitik yöntemlere başvurması ve matematiksel araçların çözümlemelerinde başat bir yer işgal etmesi sonucunda, bu iki bilim dalı birbirinden uzaklaştılar. Ama iktisatçıların “iktisadi ajan” olarak tanımladıkları öznelerin hareket alanı esas olarak hukuki tanımlarla belirlenmeye devam etti. Ne var ki, hukukçular iktisatçıların kullandıkları hukuk kavramlarının içi boş veya hukuk disiplininden uzak olmasından şikayet etmekten zaman zaman geri kalmadılar. İktisatçıların cephesinden bakıldığında ise, hukuk bir balım dalı değil, bir disiplin olarak gözüküyor.
İktisat biliminin hukuktan uzaklaşmasının bir başka nedeni, iktisadın normatif bir bilim olma eğiliminin güçlü olması, buna karşılık hukukun ağırlığık merkezinin pozitif bilimde bulunmasıdır. Hukukçu açısından bakınca, iktisat çoğu zaman ayakları yere basmayan bir kurgu veya spekülatif bir tasarım olarak görülebilir. Bunun bir nedeni, iktisat biliminin “kanunları”nın kanun olma statüsünün tartışmalı olmasıdır. Bunlar doğa bilimlerindeki, örneğin yer çekimi kanunu türünden kanunlar mıdırlar? Tam böyle olmadıkları açık. En sağlam iktisat kanunu olarak algılanan “arz ve talep kanunu” bile, farklı koşul ve zamanlarda farklı biçimde tezahür edebiliyor. İktisadın “kanunlarının”, belli bir döneme ait toplumsal örgütlenmenin ve buna denk düşen bir toplumsal tasarımın belirlediği düzenlilikleri yanısıtıp yansıtmadığı bugün hâlâ tartışılmakta. İktisat kanunlarının toplumsal gerçeği sadık biçimde yansıtmaktan ziyade, ideal bir durumun betimlemesini yaptıkları görüşü iktisatçılar arasında yaygın bir kabul görüyor. Bu genel kabul, iktisat biliminin konumunu karmaşıklaştırıyor. Esas olarak varsayımlardan hareket eden bir bilim, dolayısıyla matematiğin uygulamalı alt bölümü mü, yoksa toplumbilimlerin bir parçası mı olduğu veya esas olarak hukuk gibi pozitif bir bilim mi olduğu tartışmalı.
Hukukçu ve iktisatçıların ekonomiyi algılamalarındaki farklılık iki disiplin arasındaki uçurumu, 20. yüzyılın ikinci yarısında genişletti.. Hukukçular ekonomiyi özcü biçimde algılarlarken, iktisatçılar bunu daha analitik bir tarzda algılamaya başladılar. Aradaki farkı sergileyen örneklerden biri, hukukçuların ekonomiye iktisadi hukuk açısından yaklaşmalarına karşılık, iktisatçıların hukuka hukukun ekonomisi bakış açısından ele almalarıdır. Birincisi ekonominin hukuki analizini amaçlar. İkincisi ise, hukukun iktisadi analizini. İki yaklaşımın kullandığı analiz araçları bütünüyle farklıdır.
Son zamanlarda özellikle Anglo-Sakson dünyasında giderek moda olan Law and Economics yaklaşımlarında amaç hukuk kavramlarını mikroekonomik analiz yöntemine tabi tutarak, hukukla iktisadın arasındaki ilişkileri kuramlaştırmaktır. Buradan hareketle de iktisadi açıdan normatif, yani optimumu sağlayan düzenlemeleri önermektir. Hukukçular için ise, hukuki çözümleme kuramsal varsayımlardan değil, gerçek durumdan hareketle sonuca vardığı zaman gerçekçidir. Bu bağlamda hukuk tümevarım yöntemini tercih ederken, iktisat tümdengelim yöntemini benimser.
Bütün bu yöntem ve yaklaşım farklılıklarına, iktisatçıların giderek daha fazla matematik dilini benimsemelerinin yarattığı iletişimsizliğe rağmen, ekonomi ile hukuk arasında birçok konuda somut olarak yakın bir ilişki olduğunu günümüz iktisatçıları kabul ediyorlar. Her şeyden önce modern ekonomik yaşamın temel bazı kuramlarını tanımlamak için hukuka başvurmanın kaçınılmaz olduğunu artık iktisatçılar biliyor. Bunların içinde en ön sırada sözleşme ve mülkiyet kavramları geliyor. Sözleşme ve mülkiyet, sadece iktisat içinden tanımlanması mümkün olmayan kavramlar. Sözleşmede yer alan müeyyidelerin uygulanabilir olması iktisat dışı bir kertenin varlığıyla ancak mümkün. Zaten bu nedenledir ki, sağlık, eğitim, hatta güvenlik hizmetlerinin piyasa koşullarında üretilip, alınıp satılmasını savunan liberal iktisatçılar bile, hukukun salt piyasa koşullarında faaliyet göstermesinin sadece hukuku ortadan kaldırmayacağını, piyasayı da işlemez hale getireceğini kabul ediyorlar. Hapishanelerin ve polisin özelleştirilmesini savunan ultra-liberal iktisatçılara rastlansa da, yargının özelleştirilmesini savunan iktisatçı bilgimiz dahilinde yok.
Esas itibariyle piyasa mekanizması dışında kalan, kısacası yasama ve yargı işlevlerinin arz ve talep mekanizmasıyla belirlenmediği bir hukuk düzeni, piyasanın varlık koşullarından birini oluşturuyor. Bu nedenle piyasa sisteminin kendi kendine yetemeyeceğinin en güçlü kanıtlarından birini sunuyor. Sözleşme için geçerli olan mülkiyet için de geçerli.
Ekonomi, nedret ortamında, mülkiyet haklarıyla donanmış iktisadi ajanların üretim ve değişimle ilgili davranışlarını inceler. Mülkiyet hakları bütünüyle bireysel, bütünüyle kamuya ait veya bu ikisinin birlikte yer aldığı karma bir alanda belirlenir. Ama her durumda nedret ortamında kimin neye, ne karşılığında ve ne kadar hakkı olduğunun belirlenmesi açısından iktisatçıların yakın geçmişte mülkiyet hakları olarak tanımladıkları haklar manzumesine ihtiyaç var. Ne var ki yakın zamana kadar iktisatçıların kullandığı mülkiyet kavramının aslında uygulama açısından işlerliği olmayan, son derece soyut ve içi boş bir kavram olduğunu bugün iktisatçılar kabule ediyorlar. Harvard Üniversitesinden iktisatçı ve hukukçu Duncan Kennedy bu durumu şöyle ifade ediyor: “Klasik iktisatçılar, ‘mülkiyet’ ve sözleşme’yi kendi kendilerini tanımlayan kavramlar olarak ele aldıkları için, bunları daha fazla belirginleştirme ihtiyacı duymadılar. Halbuki realist hukukçular bize ‘mülkiyet’in son derece müphem bir terim olduğunu öğretti. Mülkiyet kendi başına, hangi nesne üzerinde sahip olma hakkının uygulanacağını, bununla ilgili hangi haklara sahip olunduğunu, sahip olma durumunun hangi ayrıcalıklar ve dokunulmazlık haklarıyla pekiştirildiğini aydınlatmaya elvermiyor. Mülkiyet neredeyse sonsuz sayıda farklı ‘hukuk paketleri” için geçerli bir kavram. Bu paketlerle ne yapılabileceğini belirleyen ise hukuki bir karardır” (D. Kennedy, “The Role of Law in Economic Thought: Essays on the Fetichism of Commodities, AmericanUniversity Law Review, 34, 1985, p. 950).
Takriben son yirmi yılda ekonomide yaşanan gelişmeler, iktisadın birçok alanında hukuk kökenli kavramların daha yaygın biçimde kullanılmasına yol açtı. Aynı etki, hukuk diline de iktisat kavramlarının girmesini hızlandırdı. Örneğin rekabet hukuku rekabetin iktisadi analizinden bağımsız gelişmiyor. İş hukuku ile çalışma ekonomisi arasında benzer bir tamamlayıcılık ilişkisi var. Sanayi ilişkilerinin düzenlenmesi, yeni ürün ve üretim tekniklerinin konumu, kamu mülkiyetinin düzenlenmesi, kamu sözleşmelerinin özel durumu, şehircilik, çevre korunması gibi konularda da iktisadi analiz, eğer ayakları yere basmak istiyorsa, çözümlemesini gerçek hukuk bilgileriyle tamamlamak zorunda. Aynı şekilde bu konularda çalışan hukukçuların, bu alanların iktisadi özelliklerini dikkate almaları giderek vazgeçilmez bir gereklilik olarak kendini gösteriyor.
İktisatla hukukun çalkantılı karşılıklı ilişkisini günümüzde yansıtan en ilginç alanlardan birisi fikri mülkiyet hakları konusudur. Telif hakları konusunda uzmanlaşmış hukukçuların büyük çoğunluğu için, entellektüel faaliyetlerin ürünlerinin bedava edinilebilmesi, bunlara serbestçe ulaşılabilmesi için herhangi özel bir etik veya mantıki gerekçe olamaz. Bu ürünlerin herhangi bir mal veya hizmet gibi muamele görmeleri gerekir. Aksi takdirde, fikri eser sahibi emeğinin karşılığını elde etmemiş olacağı gibi, kanunun onlara eserleri üzerinde tanıdığı mülkiyet haklarından da mahrum bırakılmış olacaktır. Ayrıca böyle bir durumda, fikri eser üretmekten insanlar cayacaklardır. Kısacası hem doğal hukuk, hem pozitif hukuk hem de aklı selim açısından fikri eserlerin mal ve hizmet piyasalarında işlem gören diğer ürünlerle aynı muameleye tabi olmaları gerektiğini hukuk yaklaşımı öne çıkarır.
Günümüz iktisatçılarının bir kısmı ise, bilgi söz konusu olduğunda mülkiyet haklarıyla ilgili yukarıdaki yaklaşımın bütünüyle doğru olmadığını iddia ediyorlar. Çünkü bilgi, diğer mal ve hizmetlerden farklı olarak, kullanıldığında azalan bir şey değil. Bilimsel ve teknik araştırmalar, sanat ve kültür alanlarında iktisatçıların artık neredeyse klasikleşmiş bir tespiti söz konusu. Enformasyon ve bilginin bir özelliği, bir kişinin onlara erişimi ve kullanımının başkalarının erişim ve kullanımını engellememesi. Buna ilaveten, bilgi ve enformasyona ulaşımın mülkiyet hakları çerçevesinde kısılması, kimseye ilave bir yük getirmeden ona ulaşabilecek olanların bunlardan mahrum kalması anlamına geliyor. Bu suni kısıtlılığın toplu bilgi ve enformasyon üretimini sınırlayacağı, dolayısıyla ortak yararın büyümesini engelleyeceğini bu iktisatçılar belirtiyorlar. Bu sorun günümüzde ilaç firmalarının patent haklarının kalkınmakta olan ülkelerde bu ilaçlara erişimi büyük ölçüde sınırlamasının yarattığı sakıncalar veya internet ortamında müzik eserlerine, edebi eserlere, veri tabanlarına serbest ulaşımın engellenmesinin yarattığı eksik optimal durum olarak bugün tartışma gündeminde başat bir yer işgal ediyor. Serbestçe çoğaltılması veya serbestçe ulaşılması neredeyse hiçbir ek maliyet gerektirmeyen bu ürünler için katı bir mülkiyet hakkı uygulaması gütmek iktisadi analiz açısından ne kadar doğru?
Elbette iktisatçılar, fikir eserlerinin “tüketilmesi” ile üretilmesi arasında bir fark olduğunu kabul ediyorlar. Sorun da tam burada yatıyor. Yaratılmış bir eser, üretilmiş bir bilgi değil de, yaratılacak eser veya üretilecek bilgi söz konusu olduğunda, bunları üreteceklerin motivasyonları ne olacak? Fikir eserlerinin bedava kullanımı eser yaratmayı, bilgi üretmeyi bir nebze olsun caydırmayacak mı? Bilgi söz konusu olduğunda önemli bir iktisadi ikilem ortaya çıkıyor. Daha iyi ve yaygın biçimde ulaşılması için, başta bilgi olmak üzere fikir ürünlerinin bedava olması gereğiyle, bunların daha fazla üretilmesini teşvik etmek için bir ücret mekanizması tesis edilmesi gereği arasındaki ikilem bu.
Önümüzdeki dönemin bilgi toplumu dönemi olduğu iddiası dikkate alınırsa, bu ikilemin sıradan bir fikir jimnastiği olmadığı, gelecek için çok kapsamlı bir dizi yeni sorunu içinde barındırdığını görebiliyoruz. Bu noktada, mülkiyet hakları ötesinde çözümlerin gündeme gelebileceğini günümüz iktisatçılarının bir kısmı en azından ifade ediyorlar. Örneğin kamu kuruluşları, dernekler veya vakıflar tarafından ödüllendirme ya da sübvansiyon verilmesi gibi. Ortak yararın piyasa mekanizması dışında sağlanmasını içeren bu çözümlerde, mülkiyet haklarının doğal hukuk anlayışı içinde değerlendirilmesi mümkün değil.
Benzer sorunları günümüzde emek piyasasındaki gelişmeler ışığında da buluyoruz. Liberal iktisatçıların emek piyasasının esnekleşmesi olarak tanımladıkları ve ekonomiyi optimuma götüreceğine inandıkları gelişmeler, somut olarak iş hukukunun giderek daralmasına ve yerini sıradan ticari sözleşmelere bırakmasıyla paralel gerçekleşiyor. İktisatçılar genel olarak iş hukukunun, özellikle işten çıkarmaları sınırlayan kuralların emek piyasasının etkenliğini engellediğine inanırlar. İktisatta egemen yaklaşım, piyasanın kendi kendini düzenlemesinin en etken durumu yaratacağıdır. Bu inancın uzantısında yer alan modern sözleşme kuramında, önemli olan uygun teşviklerin geliştirilmesidir. Örneğin son yıllarda emek piyasasını mikroekonomi yöntemleriyle inceleyen iktisatçılar (örneğin Olivier Branchard ve Jean Tirole), işten çıkarmanın kanunla kısıtlanması yerine, işten çıkaran şirketin vergilendirilmesinin işe alan şirketin mükafatlandırılmasının yeterli olacağını iddia ediyorlar. Bu durumda iş hukukuna da gerek kalmayacağını ardından ilave ederek. Liberal iktisat yaklaşımı bu sonuca varmak için, emek piyasasında diğer piyasalardan farkı olmayan bir alıcı ve satıcı ilişkisinin geçerli olduğunu varsayıyor. Halbuki geleneksel iş hukuku tam da, emek piyasasındaki ilişkinin diğer piyasalarda olmayan bir özelliği üzerine kurulmuştu.
Günümüzün önde gelen iktisatçıları, alınan iktisadi kararları değerlendirme konusunda hakimin işverenden hiçbir zaman daha yetkin olamayacağını iddia ediyorlar. Onlara göre, işten çıkarma şirket içinde çözülmesi gereken bir ihtilaftır. Bunun mahkemeye taşınması, ihtilafın doğasını bozar. Bu nedenle, yargı denetiminin yerini alacak teşvikler geliştirmek iktisadi açıdan daha doğru olacaktır. Aslında iktisatçıların bu iddialarının arkasında yatan bir neden, hukuk normlarının ve genel olarak iktisat dışı tüm normların iktisadi analiz içine dahil edilmesinde karşılaştıkları zorluklardır. Bu zorluğu kabul etmek yerine, normların irrasyonel olduğunu, ihtilafların hakimin belirsiz yargısıyla çözülmesi yerine, işverenin iktisadi rasyonalitesinin uygun teşviklerle yönlendirilmesinin toplu yararı daha fazla arttıracağını iddia ediyorlar.
Yukarıdaki birkaç örneği, rekabetin tanımı ve düzenlenmesi veya kamu hizmeti gibi konularına yaymak mümkün. Günümüzde ekonomi ve hukukun ilişkileri giriftleşirken, iktisat ve hukukun toplumsal sorunlara bakış açılarının gerçekte yakınlaştığını söylemek zor. İktisatçılar ekonomiyi hâlâ soyut ve normatif bir optimum noktasından değerlendirerek, somut sorunları ele almadan önce bunların ideal çözümünü kafalarında oluşturmaya devam ediyorlar. Buna karşılık günümüzde hukukçuların, doktrinin dar ve katı kalıplarını terk etmeyi göze alarak, hukukun hayata geçirilmesinde devreye giren hukuk alanı dışındaki etmenleri daha fazla dikkate aldığını, en azından gelişmiş ülkelerin bazılarında bunun böyle olduğunu görebiliyoruz. Bu rahatlıkları belki de doğa bilimleri katılığında bir bilim olma iddiası taşımamalarından kaynaklanıyor. Darısı iktisatçıların başına...
Güncel Hukuk, Aralık 2005