Bir üniversite rektörünü dernek başkanından, parti yöneticisinden, kulüp temsilcisinden ayıran yegane özellik, bu kişinin isminin önüne mümkün olan her fırsatta Prof. Dr. ibaresinin ilave ediliyor olması mıdır? Üniversite adı verilen kurum, dernek, parti veya kulüp tarzı bir kuruluş mudur ki, bu kurumun başında oturan kişi, kendi siyasal meşrebine uygun toplu girişimlere dahil olurken, en üst yöneticisi olduğu kurumu angaje etme rahatlığı gösterebilir. Aynı kişiyi, “üniversite siyasallaşıyor!”, “bazı çevrelerin propaganda aracı oluyor!”, “üniversitelerde siyasal kadrolaşma tehlikesi!” çığlıklarıyla ve devrevi bir düzenle, feryat figan kendini ortaya atar, dövünüp yırtınırken de görürüz. Başında bulunduğu bilim yuvasının elden gittiğini, irticanın, komünizmin, bölücülüğün, anarşinin, terörün, çıkar odaklarının, tarikatların, şeyhlerin şıhların, yabancı vakıfların, misyonerlerin, cahiliyyenin, yabancı devletlerin, sapık düşüncelerin üniversiteyi ele geçirmek için çalıştıklarını iddia eder.
Türkiye’de üniversiteleri bekleyen tehlikeler listesini döne döne sıralayanlar, topluma sürekli zerk edilmeye çalışılan, “yakın ve büyük tehlike” psikozunun sadece etkisinde kalmayıp, bu psikozun beslenmesine kâh bilerek kâh bilmeyerek dahil oldular. 12 Eylül’ün, üniversiteleri “topluma mesaj verilecek” kurumlar olarak algılamasının, üniversiteleri bu yönde araçlaştırmasının doğal bir sonucudur bu.
Bu sistemli araçlaştırma siyasetinin örneklerinden biri, 28 Şubat’lara kadar geri gitmeden, daha yakın bir tarihte sergilenmişti. 10 Eylül 2003’de, Kara Kuvvetleri Komutanı Aytaç Yalman, dönemin YÖK Başkanı ve üniversite rektörleri ile görüşüp, onlara “üniversitelerin açılış törenlerini iyi değerlendirin, topluma laiklikle ilgili mesajlar verin” demişti. Rektörlerin hepsi değil ama önemli bir bölümü, “emret komutanım!” diye içlerinden geçirmiş olmamalılar ki, üniversite açılış törenleri, “mıştır”ı bol olan bir rapor diliyle yazılmış, kötü propaganda konuşmalarıyla şenlendi. Bu törenler, eskisinden daha fazla, siyasi şov alanı oldu.
Burada hemen “laiklik” konusuna takılmayalım. O gün verilmesi “önerilen” mesaj laiklikti. Ama daha önce bu başkaydı, ileride de bambaşka olabilir. Önemli olan, farklı siyasal güç odaklarının bu kullanımına üniversitenin açık olmasıdır. Rektörlerin bir kısmının kendileri üzerinden üniversitelerini, attıkları imzalarla angaje etmeleri, üniversitelerin mesaj taşıma işlevini son derece kolaylaştırıyor.
Bir üniversite rektörü, akademik faaliyet içinde yer alması mümkün olmayan bir girişime katılabilir. Örneğin “Amerikan emperyalizmi ve siyonizme karşı Hamas’ı destekleme girişimi” düzenleme komitesinde yer alabilir. “Irak Kürt devletine hayır!” kampanyasına başkanlık yapabilir. “Berlin 2006 Talât Paşa Girişimi” danışma komitesine üye olabilir. Bunları yaparken gözetmesi gereken asgari etik kural, orada bilmem ne üniversitesi rektörü veya falanca fakülte dekanı olarak değil, salt ismiyle yurttaş olarak yer almasıdır. O girişimi düzenleyenler, o kişiyi sıfatsız bir yurttaş olarak değil, temsil ettiği kurumun ve işgal ettiği makamın adı geçsin diye çağırıyorlarsa eğer, bir üniversite yöneticisi böyle bir yerde bulunamaz. Bir öğretim üyesi, bir üniversite öğrencisi burada bulunur, ama üniversitenin asli akademik-idari yöneticilerinin mevkiinin sıfatıyla burada bulunmamaları gerekir. Bu her şeyden önce akademik etiğe aykırıdır. Buna ilaveten, üniversitenin kurum olarak bir siyasal girişime dahil olmasının yaratacağı yıkıcı sonuçları dikkate alarak, bu ayrımı yükseköğretim camiası dikkatle yapmak zorundadır. Aksi takdirde ülkemizde yükseköğretim kurumlarının totaliter zihniyet kalıntısının bol bulunduğu yerlerden biri olmaya devam etmesini, olağan veya arzulanabilir bir durum olarak kabullenmemiz gerekir.
Buna karşılık, bir rektör, öğrencisi, teknik-idari personeli ve öğretim elemanlarıyla üniversiteyi ilgilendiren konularda, elbette toplu girişimlerde yer alır, bunlara öncülük eder, gerekirse cüppesiyle sokakta yürür. Üniversite yöneticisi olmanın sorumluluğunun, öğretim ve araştırma alanında olduğu gibi, asıl burada yöneticinin sırtına tüm ağırlığıyla binmesi gerekir.
Gelelim, Türkiye’de üniversitelerin kanunla tesbit edilen amaçlarına. Bu amaçların bir kısmına bakarsak, 12 Eylül sonrasında üniversite yöneticilerinin yukarıda sayılan etik kurala uymalarının neden mümkün olmadığını görürüz. YÖK kanunu, yükseköğretimin bazı amaçlarını, “öğrencilerini, ATATÜRK inkılapları ve ilkeleri doğrultusunda ATATÜRK milliyetçiliğine bağlı; Türk Milletinin milli, ahlaki, insani, manevi ve kültürel değerlerini taşıyan, Türk olmanın şeref ve mutluluğunu duyan; toplum yararını kişisel çıkarının üstünde tutan, aile, ülke ve millet sevgisi ile dolu; Türkiye Cumhuriyeti Devletine karşı görev ve sorumluluklarını bilen ve bunları davranış haline getiren; hür ve bilimsel düşünce gücüne, geniş bir dünya görüşüne sahip, insan haklarına saygılı (...) vatandaşlar olarak yetiştirmek” olarak tanımlıyor. Yükseköğretimin planlama, programlama ve düzenleme açısından uyması gereken “ana ilkeler”den bazıları, yukarıdaki amaçları tamamlıyor: “Öğrencilere, ATATÜRK inkılapları ve ilkeleri doğrultusunda ATATÜRK milliyetçiliğine bağlı hizmet bilincinin kazandırılması sağlanır; - Milli Kültürümüz; örf ve adetlerimize bağlı kendimize has şekil ve özellikleri ile evrensel kültür içinde korunarak geliştirilir ve öğrencilere, milli birlik ve beraberliği kuvetlendirici ruh ve irade gücü kazandır(ılır).”
Bu amaçları ve ilkeleri harfiyen uygulamak isteyen bir üniversite yöneticisi, kabul etmek gerekir ki, örneğin “Türk olmanın şeref ve mutluluğunu duyan” vatandaş yetiştirme amacı çerçevesinde kendini “Talât Paşa Girişimine” dahil olmak zorunda hissedebilir. Ya da “toplum yararını kişisel çıkarının üstünde” tutarak, rektör sıfatıyla “kayıtsız-koşulsuz AB’ye evet” komitesi içinde yer alabilir. “Milli birlik ve beraberliği kuvvetlendirici ruh ve irade gücü” kazandırmak için olsa gerek, “Celal Bayar Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Cemil Özcan, 41. Kara Kuvvetleri Komutanı Em. Org. Aytaç Yalman’ın sunacağı ‘Ulusla Bütünlük ve Terör’ konulu konferansı onurlandırmanızı diler”. Yer: Süleyman Demirel Kültür Merkezi. Neresinden konuşmaya başlayacağınızı bilemediğiniz bir durum!
KKTC’de cumhurbaşkanlığı seçimi arefesinde görevdeki KKTC cumhurbaşkanının Türkiye üniversitelerini siyasal kürsü olarak kullanmasına kucak açılması, yüzlercesi arasında bir başka anlamlı örnek. Ardından, “üniversite siyasallaşıyor”, “akademik özgürlükler törpüleniyor” diye ağlaşmaya kimin hakkı olabilir.
Bu manzara karşısında, “balık baştan kokar” gibi bir benzetme yapmak doğru olmaz. Benzetme ucuz olduğu gibi, doğruyu da tam yansıtmayacaktır. Bozuk bir şey varsa, onun balıktan ziyade baş olduğu söylenebilir. Üstelik o baştaki kişinin şahsı değil, işgal ettiği makamın üzerine yüklenen siyasal ve idari sorumluluk ve yetki yoğunlaşmasıdır esas bozuk olan. Bunun dışında, balıkta ve başta bir kokma tespit ediliyorsa, bu toplumdan gelen kokmadan ne fazla ne de daha azdır. Ama bir o kadar sorunludur.
Yukarıda saydığım hayali veya gerçek siyasal girişimlerde üniversite öğrenci temsilcileri yer alsa, bu “statü gaspına” aynı çevreler benzer bir sıcaklıkta bakmazlar. Tersine, öğrencilerin siyasallaşması olarak görüp, geçmişin karanlık günlerinden acılı tiradlar sıralamaya başlarlar. Halbuki üniversitenin olumsuz siyasallaşmasına verilecek örnek, üniversite yönetiminin siyasallaşması, olumlu siyasallaşmaya örnek ise, yasal çerçevede kalıp, açık ve kapalı şiddet yöntemleri kullanmadıkça, öğrencilerin siyasallaşmasıdır. Yurttaş olmak her şeyden önce siyasal olmak demektir. Tüm yurtaşlık hak ve yükümlülükleri son tahlilde siyasal, yani yurttaşlar topluluğunun belirlediği ve kabul ettiği hak ve yükümlülüklerdir. Yükseköğretimin bir amacı da bu siyasallaşmayı olgunlaştıracak ortamı sağlamaktır.
Gelgelelim, yıllardan beri üniversite yöneticilerinin gayretkeş olanları, bu siyasallaşmayı, “Türk Devletine karşı görev ve sorumluklarını bilen yurttaşlar” yetiştirmek amacı çerçevesinde gerçekleştiriyorlar. Ondan önce, gene o “mesaj üret!” komut düğmesine basanların emriyle, bu amacı “Milli Kültürümüz; örf ve adetlerimize bağlı kendimize has şekil ve özellikleri” içinde yurttaş yetiştirmek olanlar yerine getiriyorlardı.
Türkiye esas olarak bir statü toplumudur ve güce tapılır. Bu nedenle, akrabasının yolladığı bayram tebriğini yanıtlarken, isminin önüne Prof. Dr. diye yazan kişinin, üniversite yöneticisi olduğunda, kişisel eylem ve tercihleriyle hem yönettiği hem de temsil ettiği camia ve kurumu bağlamaması gerektiğini idrak etmesi zordur. Biz gene de hatırlamakta ısrarcı olalım: Türban, siyasal simge ve benzeri konularda hassas olduklarını iddia eden üniversite yöneticilerinin önce kendilerinin kamusal konum ve bireysel konum ayrılığı konusunda öğrencilerine örnek olması beklenir.
Radikal İki, 26.2.2006