İntihar eden bir kadın yazarın yaşamının son anında gerçekleştirdiği bu eylem, çizgisel olarak ilerleyen zaman akışını bozarak, yazarın yaşamında gerçekleştirdiği tüm eylemlerin evrildiği nihai nokta olarak görülür. Bu tek an, belirleyebileceği zaman kesitinin gerçeküstü bir şekilde ötesine geçerek, parçası olmadığı birçok anın öncülü haline gelir. Bu nedenle kadın yazarların ölümleri, kendileri etrafında oluşmuş anlatı harelerinin merkezine oturur, tüm anlatılar az veya çok intihar etmiş olmaları ile ilişkilendirilir. Sadece yaşam öyküleri değil aynı zamanda yazmış oldukları eserler de intihar etme eylemleri tarafından gölgelenir. Bu gölge, yazarların eserlerini ölümlerine kıyasla daha değersiz kılmakla kalmaz, aynı zamanda eserlerin yorumlanmasına da iz düşürür.
Birer yıl ara ile seyirci ile buluşan yazar Virginia Woolf’un ve şair/yazar Sylvia Plath’in biyografik filmleri değinilen tartışmayı yapabilmek için önemli örnekler. İki kadının etrafında oluşmuş anlatı harelerinden oldukça benzer hissiyatta örnekler seçilmiş olması ve bu örneklerin benzer anlatı öğeleri ile sunumu belirgin bir ortak duygu durumuna işaret etmekte; kadın yazarın ölümü ile büyülenme. Bu büyülenme hali yazarların eserleri ve ölümleri arasında olması gereken boşlukları türevleri ile dolduracak kadar etkili. Bu durumun, kaçınılmaz ve bir o kadar da gerekli boşluklara nüfuz etmesi itirazı gerekli kılıyor.
Saatler (2002) bir kadının ellerinin yakın plan görüntüsü ile başlar. Kadın giydiği pardesünün kemerini sert bir şekilde bağlar, hızla yürür, bir dere kenarına gelir ve cebini iri taşlarla doldurmaya başlar. Yavaşça dereye girer. Ses kuşağında ise Virginia Woolf’un intihar etmeden eşine yazdığı mektubun seslendirmesi duyulur. İzlediğimiz, Woolf’un 1941’deki intiharını temsil eden sahnelerdir. Fakat filmin başlangıcını oluşturan bu zaman dilimi, filmin birbirine paralel kurguladığı üç farklı zamanın da dışındadır. 1923’te Mrs. Dalloway’i yazma sancıları içindeki Woolf, 1951’de Mrs. Dalloway’i okuyan intiharın eşiğinde bir kadın Laura Brown ve 2001’de Aids’e yakalanan arkadaşının aldığı ödül onuruna parti veren Clarissa Vaughan’ın birbirini farklı düzlemlerde kesen hikayeleri filmin anlatı şemasını oluşturur. Farklı zamanlarda yaşayan Mrs. Dalloway’ler.. Film, Laura’nın ve Clarissa’nın 2001’de birleşen öykülerini filmin açılışını da yapan Woolf’un intihar sahnesi ile sonlandırır. Woolf’un intiharı bir çember şeklinde sarar anlatıyı. Kaçınılmaz son, filmdeki üç farklı zaman dilimini de aşarak başlangıcı belirler. Sonrasında yaşananlar, hep o sona doğrudur.
İlgi çekici olan, bu biçim tercihinin Sylvia Plath’in yaşam öyküsünü anlatan Sylvia filminde de tekrar etmiş olmasıdır. Solgun, beyaz bir ışık altında ölüleri anımsatan bembeyaz, hareketsiz bir kadının yüzü ile açılır film. Plath’in Sırça Fanus romanından bir bölümün seslendirilmesi bu görüntüye eşlik eder. Plath’in Cambridge yıllarından intiharına kadar geçen süreyi kapsayan film, dramatik intihar sahnesinden sonra açılış sahnesine geri döner. Sylvia’nın ölü yüzüne… Tıpkı Saatler’de Woolf’un intiharı ile yapılan çemberin aynısını çizer Sylvia. Bu çemberler iki kadının intiharları üzerine olan tüm anlatıları merkezine alır. Filmlerin her öğesi bu anlatıyı güçlendirerek çembere katılır. Oluşan bu çekim gücünün dışındaki her şey ise dışarıda bırakılır. Ne de olsa büyü bozulmamalıdır.
Saatler’de Woolf yemek yemez, uyuyamaz. Mrs. Dalloway’i yazarken bir sayıklama hali içindedir. Ölüm üzerine düşünmek ise sayıklamaların tezahürüdür. Woolf önceleri romandaki ana karakteri, Mrs. Dalloway’i, öldürmeye karar verir. Sonrasında yeğenlerinin bahçesinde ölü olarak buldukları bir serçenin yanına uzanır. Bir süre serçeyi izler. Bu, film içinde sayıklamalara ara verilmiş en sakin anlardan biridir. Kararını değiştirir. Karakter hayatta kalacaktır, ölecek olan yazarın kendisidir. Slyvia filminde ise Plath hayatta kalmak ve gitmek arasında bir eşik varsa, filmin başından itibaren gitmeye oldukça yakındır. Daktilo başında kendisini yazarken gördüğümüz ilk sahnede kağıda yazılan ve sonrasında ağzından dökülen kelimeler siyah çapulcudan ölümünü alacağı olur. Hareketleri kesik kesiktir. Görüntüsü filmin sonlarına doğru bedenini kaybetmiş bir yansı kadar silikleşir. Ölü bedeni kırmızı bir örtü ile kaplanmış halde evinden çıkarılırken, bembeyaz kar ile kaplı caddede oluşturduğu müthiş kontrast akılda kalacak en güçlü imgeyi oluşturur. Bu sahne, iki yazarın da ölümleri ile çevrelenmiş tüm anlatıların tek karede temsiline dönüşür: ölüm ile var olma, ölüm ile hatırlanma…
Virginia Woolf’un ünlü biyografisti Lorraine Sims, Saatler filminin gösterdiğinin aksine Woolf’un 1921 yazından itibaren Mrs. Dalloway’i yazdığı süre de dâhil olmak üzere geçmiş senelerde yaşadığı ruhsal sorunlardan azade, sağlıklı bir dönem geçirdiğini belirtir. İki yazarın da yaşadığı ruhsal problemlerin, intihar teşebbüslerinin ve intiharlarının yaşam öykülerinin bir kısmını oluşturduğu bilinen bir gerçek. Lakin sorun teşkil eden ruhsal sorunlarının ki çoğu zaman intihara olan meyilleri şeklinde ifade edilir, ölümlerinin tüm anlatıların merkezine oturması, farklı anlatıları dışlaması hatta bu örnekte olduğu gibi anlatıyı manipüle etme gücüdür.
Biyografik filmleri kabaca ikiye ayırarak tasnif edersek; kimi zaman kişi etrafında oluşmuş anlatı harelerinin genel atmosferine uygun bir imaj çizilirken, kimi zaman genelin dışında kalanlar ile bir değilleme oluşturulur. Bahsi geçen iki filmin de hem Woolf hem Plath etrafında oluşmuş anlatı harelerinin genel atmosferine uygun bir imaj çizmiş olduklarını belirtmek gerekir. Filmler, iki yazarın da ölümlerini merkeze aldıkları hikayelerinin ve biçimlerinin ilhamını hiç şüphesiz bu hikaye türevlerini tekrarlamış olan farklı örneklerden alırlar. Sylvia Plath’in ölmeden önce yazdığı son şiirleri Ariel başlığı ile Faber and Faber yayınları tarafından yayımlandığında arka kapakta bulunan Plath’in biyografisi sadece iki cümleden oluşur. “Sylvia Plath 1932’de Boston’da doğdu. 1955 yılında Fulbright bursiyeri olarak geldiği Cambridge Üniversitesinde şair Ted Hughes ile evlendi”. Arka kapakta bulunan Lady Lazarus şiirinden bir alıntı da iki cümlelik biyografinin hissiyatını tamamlar gibidir. Ölmek/Bir sanattır, her şey gibi / Eşsiz bir ustalıkla yapıyorum bu işi. Oysa ki şiir Küllerimin arasından/ Kızıl saçlarımla dirilip doğruluyorum/ Ve solurcasına insan yiyorum dizeleri ile biter.
İki yazarın da hayatları ve eserlerini yontma, istenileni ortaya çıkarma ve yontudan geri kalanları görmeme hali birbirine paralel işler, biri diğerini besler. Ölümleri ve eserleri arasındaki boşluklar ölümleri etrafında oluşmuş anlatılar tarafından doldurulup, boşluğun gördüğü sınır işlevini boşa çıkarır. Oysa ihtiyacımız olan tam da bu boşluktur. Bu boşluğun oluşturduğu sınırda, dinginlikte henüz okumamız gereken ikinci yarıları olan şiirler ve kitaplar var.