Türkiye kamuoyu Kurtlar Vadisi Irak’ı (yani film olanını) değilse bile Kurtlar Vadisi’ni (dizi olanını) büyük bir olgunlukla sindirmiş görünmektedir. Şimdi, dizi biteli kaç ay oldu, herkes filmi konuşuyor, diziye dönme ihtiyacı neden hissedildi, neden hissettin diye soranlar olacaktır. Türkiye’de olup biten birçok şeye şaşırmayı bırakalı epey oldu ama bu dizi özellikle de son bölümüyle epey bir ilgiyi, tartışmayı hak ediyordu da ondan.
Fakat gelin görün ki, kamuoyu bu dizinin son bölümünü gerçekten büyük bir rahatlıkla sindirince ve üzerinden geçen aylarda bu konu tek tük köşeyazıları dışında pek mesele edilmeyince bu “sindirmeyi” biraz didikleme ihtiyacı hissettim. Baştan şunu söyleyeyim: söz konusu dizinin epey bir bölümünde Susurluk Çetesi benzeri oluşumlar övülmüş ama son bölümde bu övgü ayyuka çıkmış, Polat Alemdar denen şahıs ve çetesi aleyhlerindeki delillere rağmen mahkemeden ellerini kollarını sallayarak çıkmışlardı. Biliyorum tamam, dizi bu, eğlencelik bir şey sonuçta, ciddiye almamak gerekir ama dizinin final bölümünde bu çapta ve iddiada bir mesaj işlenince ilgisiz kalmak ne kadar doğru bilemiyorum.
Neyse en baştan başlayayım, zira söz konusu dizi -haklı olarak- aklı başında insanların pek izlemediği bir dizi ve neden bahsettiğimi bilmeyen epey okur olabilir, bunu anlayışla karşılıyorum. Zaten ben de her bölümünü başından sonuna izlemiş değilim, denk geldiğim bazı bölümlerine baktım, hikayenin omurgasını ve verdiği mesajı idrak ettim, final bölümünün ise hemen hemen tümünü seyrettim. Şöyle ki: Derin devlet diyebileceğimiz bir oluşum Balkanlar’da kritik görevler üstlenen bir ajan/komandoyu alıyor, güya öldürüyor ama aslında estetik operasyona tabi tutuyor ve Türkiye’deki mafyanın içine sokuyor. Amaç mafyayı çökertmek. Polat Alemdar denen kişi budur. Mafyada büyük yararlılık gösteren bu kişi takdir topluyor ve basamakları teker teker tırmanıyor. Dizinin başlarında işlenen konu da zaten mafyada dönen dolaplar ve dış servislerle ilişkiler. Tabii çoğu olumsuz karakterin (tefeci, üçkağıtçı vs.) Yahudi ya da Ermeni olmasına dikkat ediliyor. Türkçü/Devletçi ton ilk aşamada böyle sağlanıyor. Dizi ilerledikçe gündemdeki gelişmeler (ABD’nin Irak işgali) diziye daha çok damgasını vurmaya başlarken Türkçü/İslamcı kesimdeki konspiratif algı da senaryoya daha çok yediriliyor, masonluk, İlluminati gibi organizasyonların nasıl da Türkiye’yi idare etmeye kalkıştıkları daha bir şevkle işleniyor ve doğal olarak ABD karşıtlığının yanısıra AB karşıtlığının dozajı da artıyor, mesaj kaygılı diyaloglarda Batı’nın Türkiye üzerindeki emelleri bilindik tezlerle işleniyor.
Bu arada mafya lideri kisvesi altında İlluminati’nin tekerine çomak sokmayı başayan Polat Alemdar Türkiye’de polis tarafından da aranıyor ve gitgide çember daralıyor. Nihayet yakalanan Polat Alemdar ve çetesi mahkemeye çıkarılıyor. Final bölümü işte bu bölümdür, Alemdar ve çetesi deyim yerindeyse hakim karşısında Türkiye’nin tarihiyle hesaplaşma imkanı bulur, daha doğrusu senaryo ekibi bu fırsatı gayet iyi bir biçimde değerlendirir. Aylar süren (ve takriben 20 dakikaya sıkıştırılan ve hayli baştan savma çekilen) mahkemede Polat Alemdar ve çetesi ile ilgili tüm deliller neredeyse kesindir. Ancak bir mafya çetesi lideri olarak hakim karşısında bulunan Alemdar, insan öldürdüğünü inkar etmez ama tüm bunları devleti ve milleti adına yaptığını söyler. Ve devlet sırrı kapsamına girdiği için de davayla ilgili daha fazla bilgi vermez. Mahkeme heyeti de “sen nereden devlet adına çalışıyormuşsun bakalım?”, “neymiş bu devlet sırları hele?” gibi sorularla hiç uğraşmaz ve Alemdar ve çetesinin Türkiye üzerine oynanan oyunlarla ilgili tezlerini, vatansever insanların niçin böyle durumlarda silah kuşanıp sokaklara çıkması gerektiğini dinler bu arada Polat Alemdar it gibi ulumayla vatansever olunamayacığının da altını çizer (herhalde ülkücü gençlik de buradan gereken mesajı çıkarmıştır) Dizi icabı da olsa bu pespaye savunma mahkeme heyeti üzerinde büyük bir etki bırakır. Heyet karar için toplandığında üyelerden birinin Polat Alemdar hakkında “Parti kursa oyumu kesin verirdim ama..” gibi sözler sarf etmesine tanık oluruz ve bir an için endişeleniriz. Yoksa Alemdar ve arkadaşları mahkum mu olacaktır? Oysa ki, endişelenmeye yer yoktur, mahkeme heyeti çıkar ve “milletin yararına olan kimi durumlarda hukuk gözönüne alınmayabilir” gibi –bunun üzerine söylenecek bir laf olabilir mi?- bir kararla Polat Alemdar ve çetesini serbest sırakır. Kahramanlarımız da ellerini kollarını sallaya sallaya adliyeden çıkıp giderler, dizi de biter.
Evet dizinin final bölümü bu. Adı üstünde, bir dizi. Ama hiçbir şüpheye yer bırakmayacak biçimde, Susurluk benzeri çeteleri aklamaya çalışmakla kalmayıp, “vatanseverleri” silah kuşanıp sokağa çıkmaya teşvik ediyor. İşte bu mesajlar medyada gerçekten büyük bir olgunlukla karşılanmıştır. Medyada derken özellikle de Doğan grubu medyasında tabii. Zira bu dizinin medya serüveni de ayrıca dikkate değer. Bilindiği üzere Show TV’de (yani Karamehmet grubu) başlayan dizi bu süre boyunca sayısız köşeyazarının makalesine konuk olmuştu. Bu dönemde Doğan grubu yazarları dizinin özellikle şiddeti özendirmesini mesele etmişti. Bu tezler eskiyince de Doğan grubu gazetelerinde senaryo ve başrol grubunun tarikat ilişkileri ve benzeri iddialar geniş bir biçimde yer buldu. Ancak bu arada ilginç bir gelişme oldu ve dizi Doğan grubuna ait Kanal D’ye geçti.
Bu şaşırtıcı gelişmeye dizinin yeni bölümleri için Al Pacino’ya teklif götürüldüğü cinsinden haberler de eşlik etti.. Bu noktadan sonra dizi bir tür sınıf atladı, Hollywood aktörleri ile yapılan pazarlıklar hep gündemde tutuldu ve sonunda bomba Sharon Stone ve Andy Garcia ile patladı. Artık diziyle ilgili olumsuz hiçbir yoruma Doğan grubu gazetelerinde rastlanmadığı gibi Los Angeles’da yapılan çekimlerin perde arkası Ertuğrul Özkök başta olmak üzere grubun neredeyse tüm yazarlarınca cilalandı. Diğer gruplara ait gazetelerden gelen tek tük eleştiriler ise çok etkili olamadı, “yine mi Kurtlar Vadisi eleştirisi, of sıkılmadınız mı bu demode tezlerden” argümanıyla püskürtüldü Doğan grubunca.
Zaten bu arada dizinin şiddet dozu düşürülmüş, AB, Yahudi ve mason karşıtı tezleri güçlendirilmişti. Dolayısıyla şiddetle ilgili eleştiriler daha kolay püskürtülüyor, AB karşıtı tezler ise yaşadığımız dönemin ruhuna uygun olarak pek mesele edilmiyordu. İşte bu hava içinde final bölümüne gelindi ve finalde de anlattığım senaryo işlendi. Ama zaten bu final bölümüyle çok da ilgilenemezdik çünkü aynı günlerde Kurtlar Vadisi Irak filminin promosyon çalışmalarına (yine Doğan grubunca) büyük bir hız verilmişti ve ABD ile ilişkiler, çuval olayının intikamı gibi daha zevkli konular vardı. Sonuçta AB ve Batı karşıtı (hadi bunu çok mesele etmeyelim ama) üstelik de Susurluk benzeri çete yanlısı bir dizi, normal bir vatandaşın kanını dondurması gereken mesajlarla televizyonlarımızda yerini aldı ve toplumumuz/medyamız bu durumu son derece olağan karşıladı. Olağan karşılamayanlar da şüphesiz entellektüellikle, snoblukla, tatlı su solculuğuyla suçlanacak ve suçlandı da.
Türkiye’de dönemin ruhu hep böyleydi ama artık daha fazla böyle. Konumuz ister siyasi ister kültürel olsun olup biten her şey büyük gazetelerde yarım sayfalık köşe sahiplerinin (ki bunların çoğunun aynı zamanda bir de televizyon programı vardır, ama büyük televizyonlarda ama Cine5’te, Habertürk’de) iki dudağı arasında. Herhangi bir grup maddi ya da fikri olarak o projeyi sahiplenmişse (aslında grup olarak sahiplenilmesi de şart değil, yeni dönem neo-liberal yarım sayfalık köşe yazarları o projeyi bir şekilde sevmişse) ters bir laf etmek mümkün değil. Bu Hababam Sınıf(*)ı filmlerinin yeniden çevrimleri için de böyle Kurtlar Vadisi için de. Hemen entelektüellikle suçlanma tehlikesiyle karşı karşıyasınız. Bir ülkede faşizmin yükselişinin ya da yagınlaşmasının en büyük tezahürlerinden biri anti-entellektüalizmin de yükselişidir, bilindiği gibi.
Türkiye’de de faşizmin (şimdilik yükselişi demeyelim de) çok ses çıkarma imkanını bulmasıyla anti-entellektüelizmin yükselişi atbaşı gidiyor. İşte bu dönemde medyaya da büyük bir görev düşüyor gibi zırva bir laf edecek değilim, oralardan hiçbir beklentim yok. Doğan grubu gibi özünde AB yanlısı bir sermaye grubu bile Kurtlar Vadisi gibi AB karşıtlığını olabilecek en pespaye biçimde işleyen bir diziyi baştacı edebilir, çünkü burada saik “toplumun beğenilerine saygı göstermek” kisvesi altında para kazanmak, yani reklam pastasından alınan payı biraz daha arttırmaktır. Dolayısıyla medyanın böyle sorumlulukları, böyle dertleri de yoktur. Peki kimin böyle dertleri vardır? Mesela üniversitelerin mi? Ermeni konferansı vesilesiyle üniversitelerin ne halde olduğunu bir kez daha net bir biçimde gördük. Peki mesela öğrencilerin mi? Orası da şüpheli. Ulusalcılar-islamcılar-ülkücüler-kariyerciler arasında sıkışmış bir grup varsa da epey dağınık olmalı.(**) Ve esasen, tüm bu hava içinde sol-sosyalist yapılanmaların sessizliği de dikkate değer. Bunun en net örneğini Orhan Pamuk davası, Ermeni Konferansı ve bu konferansla ilgili mahkeme kararını eleştiren yazarların yargılanmaları sırasında gördük. Her üç vaka (yani vakalara eşlik eden faşist saldırılar) sol-sosyalist kamuoyunun derin kayıtsızlığı eşliğinde cereyan etti. (Kayıtsızlık derken mahkeme kapısına yığılıp ülkücülerle çatışmaya girmeyi kastetmiyorum şüphesiz.)
Bu durum, acaba söz konusu davalarda sol-sosyalist kamuoyunun resmî görüşü paylaşmasından mı ileri geliyordu acaba; yoksa davaların aktörlerinin “yeterince solcu” sayılmaması, “AB’nin kolladığı kişiler” olarak görülmesinden mi? Herhalde ikincisi. Eğer gerçekten gerekçe, bu davalarda yargılananların yeterince solcu sayılmaması ise, sol-sosyalist kamuoyu bu tür durumlarda da derin bir atalet ve sessizliği tercih edecekse, ya da “nasıl olsa AB yetkilileri ilgileniyor canım” hesabı içten içe yapılacaksa (ki yapılıyor olması muhtemeldir, zira AB konusunda sol kamuoyunun zihni hâlâ negatiftir) gitgide saldırganlaşan faşizm karşısında aydınların kendilerinden başka güveneceği kimse kalmamış demektir. Bilmem ki sol-demokrat kamuoyu bunu bir mesele olarak kabul eder mi?
(*) Neyse ki, Hababam Sınıfı gibi projelerde bu hava birazcık kırıldı. Artık (çocukların espri seviyesine göre yapılmış ve berbat oyunculuk performaslarıyla dolu) Mehmet Ali Erbil oynadığı için eleştirilemeyen kimi filmler “entellektüel” ya da “vatan haini” gibi suçlamalara maruz kalmadan eleştirilebiliyor. Ama bu gerçekten büyük bir sinir harbine mal oldu.
(**) Kanal D’de yayınlanan Genç Bakış programının Mart başındaki performansı da ilginçti. Konuk Kenan Evren. Yer Muğla Üniversitesi. Pervasızlığın bu kadarı da artık fazla demek isteyen bir grup öğrenci haberlerden öğrendiğimiz kadarıyla emekli cunta liderini üniversiteye sokmak istememiş ama başarılı olamamış. Bu “zararlı” öğrenciler devredışı bırakıldıktan steril öğrencilerin katılımıyla gerçekleşen “Genç Bakış” programı da Kenan Evren’in –yine okuduklarımıza göre- “Ne yapsaydık yani?” türü izahatlarının alkışlarla onaylanması biçiminde gerçekleşmiş. Zaten bu “siyasetçiler gençlerle buluşuyor” türü programlarının son dönemde aldığı hal de acıklıdır. Kimi özel üniversitelere götürülen siyasetçilerin steril hale getirilmiş amfilerde kariyer peşindeki öğrencilerle buluşturulması ne kadar “gençlerle buluşma” sayılmalı, şüpheli.