Nükleer?

6 Ağustos: 59 yıl önce bugün, ABD savaş uçakları Hiroşima’ya ilk nükleer bombayı atmıştı. Kuşkusuz insanlık tarihinin en korkutucu eşiklerinden biridir, bu tarihsel an. Zira bu andan itibaren, dünyanın muktedirlerinin elinin altında, muazzam bir toplu kıyım teknolojisi vardır artık. Hiroşima ve Nagazaki’den bildiğimiz gibi, ‘müteselsilen’ öldüren bir bombadır bu; gelen nesilleri de öldürür, sakat bırakır.

Nükleer bomba, soykırım olgusuyla beraber, İkinci Dünya Savaşı sonrası nesillerin zihnine bir dehşet hissi ekti. Eleştirel düşünürleri, insanlığın ‘ilerlemesinin’ mantığı ve ahlâkı hakkında derin endişelere sevketti.

Sonrasında da, iki süper güç arasındaki nükleer tehdit restleşmesi üzerine bina edilen soğuk savaş dengesi, tüm dünyada siyasetin nizamını tayin etti. Nükleer gücün sahiden kullanılabileceği tehdidi, kıyamet ve araf duygularına sosyal-psikolojik bir güncellik kazandırdı. Hele, kendi korunaklı bahçelerinin de bundan doğrudan etkilenebileceğini düşündükleri evrelerde, Avrupa aydın kamuoyunda...

Tek kutuplu hale gelen Soğuk Savaş sonrası dünyada, nükleer bomba endişesi, el ve yüz değiştirdi. Dünyanın düzenine itirazı olanların sesi fazla çıkamıyor artık bu konuda. (Soğuk Savaş sonrasında Avrupalıların korkularının yatışmış olmasının bunda payı az değil.) ABD-merkezli jeostratejik akıl, tehlikeyi ve korkuları, ‘haydut’ devletlerin veya ‘teröristlerin’ nükleer bombaya erişmesi ihtimaline indirgiyor. Yoksa, ‘iyilerin’, ‘bizimkilerin’ ya da işte ‘bizim orospu çocuklarının’ elindeki nükleer güce, jeostrateji akıldânelerinin bir şey dediği yok ve şimdilerde zihniyet dünyasını bu akıllar belirliyor.

Gelelim nükleerin siviline... Sadece nükleer savaş tehdidine karşı barış hareketi değil, nükleer enerjinin yaygınlaşmasına muhalefet eden anti-nükleer hareket de, 1960’lardan 1980’lere uzanan kesitte Batı’da toplumsal muhalefetin esaslı bir bileşeniydi. Malûm, Yeşiller Hareketinin kökünde de bu tohum var.

Türkiye’de de, 1990’ların başından beri hükümetlerin kapıldığı nükleer enerji hevesi, bir anti-nükleer platform oluşmasına yol açtı. Başbakan Erdoğan’ın, AB müzakerelerinde lobi gücünü artırmaya da hizmet edeceği düşünülen bir hamleyle, Fransa’yla nükleer enerji işbirliğine yönelmesi, bu muhalefeti canlandırdı, tabiatıyla.

Nükleer enerjiye karşı çıkanların eleştirilerinin birkaç temel maddesi ve farklı düzlemleri var. Teknik ve ekonomi-politik düzeydeki eleştirileri, kapsamlı ve net bir şekilde, Elektrik Mühendisleri Odası dillendirdi: Nükleer enerjinin Türkiye’nin kalkınma stratejisi açısından uygun bir seçenek olmadığını, teknoloji ‘getirmeye’ yaramayacağını, ayrıca iddia edildiği gibi ‘temiz ve güvenli’ bir enerji olmadığını söylüyorlar.

Ayrıca, belki başka herşeyi ikincilleştirecek bir temel kaygı var: Türkiye devletinin, vatandaşlarının esenlik ve güvenliğine ilişkin feci sicili. Bakınız: Çernobil ve Çay! ‘Bakın bir şey olmuyor’ diye nükleer atıkların içinde yuvarlanmaya kalkan bakanlar görmekten korkarız! İsterseniz, ‘Türk insanı’nın teknolojiyle ilişkisine ilişkin gündelik tecrübelerinizle zenginleştirebilirsiniz bu uranyumu, pardon korkuyu. Bakınız: Cem Yılmaz’ın ‘ışınlama cihazı ve Türk’ skeçi.

Anti-nükleer hareketin, öteden beri, daha derin bir başka endişesi var bu konuda. Nükleer teknoloji, yüksek güvenlik örgütlenmesi gerektiriyor, etrafında bir güvenlik çemberi örülüyor, böylelikle güvenlik aygıtının ve güvenlik ideolojisinin tahkimine yol açıyor. Ki bugünkü dünya da zaten, Eduardo Galeano’nun dediği gibi, ‘güvenlik adaletten önemlidir’ şiârının egemenliğindeki bir bir dünya. Dolayısıyla, bu da ciddi bir eleştiri.

Bu bahislerde solculara yöneltilen standart itham: ‘Teknik ilerlemeye karşı çıkıyorsunuz, siz aslında muhafazakarsınız!’ Derdimiz teknikle değil oysa. Aklın, kapitalizm ve tahakküm zihniyeti tarafından araçsallaştırılmasına, aklın ‘teknikleştirilmesine’ karşı duruyoruz.