“Her şey kopyanın kopyasının kopyası”Jack-Fight Club (1999)
Yukarıdaki alıntının özetlediği bir çağın içinden geçtiğimiz söyleneli oldukça zaman oldu. Artık “asıl kopya”nın, hakikatin hangisi olduğu, insanın üzerinde duracağı o zeminin ne olduğu bilinemez deniyordu. Simülasyon teorisi görünürdeki mücadelelerin gerçekliğe dokunmayan birtakım imajların savaşı olduğunu söylüyordu. Artık gerçek bir toplumsallık, gerçek bir toplumsal mücadele yoktu. Bir şeylerin sadece görüntüsü değiştirilebilirdi, kendisi değil, çünkü neyin bir şeyin “kendisi” olduğu bile artık muğlaktı. Öz sandığımız şey de bir yansıma olabilirdi.
Türkiye’de Gezi Parkı özelinde yaşananın bir hakikate tekabül edip etmediği tartışıladursun mücadeleler devam ediyor. Dün Gezi Parkı’nda bugün ODTÜ’de olan şey yarın başka bir yerde olmaya devam edecek gibi duruyor. Dolayısıyla bunun hakikati, yani her türlü gerçekliği, düşünceyi ve görüntüyü biçimlendiren nesnelliği (benimsediğim teorik çerçeveye göre bu nesnellik kapitalizm oluyor) değiştirecek ayakların basacağı zemin mi olduğu da tartışılacak.
Verilen savaş hakikatin kendisini etkilemeyen bir görüntüler arası simülatif savaş mı tartışmasına bir ölçüde katkıda bulunacak teorik bir hatırlatma yaparak ilerlemek istiyorum. Günümüzle de kıyaslanan 20.yüzyıl’ın en büyük sosyal hareketlerinden biri olan 68 hareketlerinin Paris’inin göbeğinde o zamanın ruhunu yakalayan iki teorisyen vardır; Debord ve Lefebvre. Debord yukarıda sözünü ettiğim simülasyon teorisiyle ilişkilendirilebilecek şeyler söyler. Madde, kapitalist üretim ilişkileri içinde bir “meta”ya dönüşmüş, “bir şeyin ötesi” anlamına gelen meta kelimesinin bu anlamına yaraşır şekilde, kendinden öte kendisinin imajı olmuştur. Örnek vermek gerekirse, insan artık herhangi bir kalemin hakikatini (yani nerede, kim tarafından, hangi süreçlerden geçerek üretildiğini) değil, herhangi bir kalemin taşıyıcısı olduğu imajı konuşmakta, siyaseti de o imaj üzerinden ilerletmekte ve o imaj üzerine yapılan tartışma ve savaşımlar sözünü ettiğimiz hakikate etki etmeyen işlevler görmektedir. Debord böyle bir toplumsal oluşa işaret ederken, onunla ortak bir siyasi hatta olan Lefebvre bir ölçüde zıt diyebileceğimiz bir noktaya dikkat çekiyordu. Onun derdi “mekan”laydı. Debord’a göre imajların yarattığı bir çeşit ruhani-hayali halenin arkasına gizlenerek kendini sürdüren kapitalizm, Lefebvre’ye göre sürekliliğini mekanı keşfetmesine ve sürekli olarak yeniden keşfetmesine borçluydu.
Bu birbiriyle çelişkili duran ifadeler aslında diyalektik materyalizmin ilkelerine doğrular nitelikte bir bütünün parçalarıdır. Debord, artık imajlar arası bir gösteriye dönüşmüş bir toplumdan bahseder fakat bunun kökenini metalaşma süreci olarak koyar. Lefebvre ise sadece mekanın maddi gerçekliğinden bahsetmez, o gerçeklikler üzerinde üretilen imajlar üzerinden yaşanan mücadelelerin de varlığına işaret eder. Dolayısıyla, günümüzdeki hareketlere bu çerçeveden bakabilir, mücadelelerin neden bu zemin üzerine kurulduğunu ve aslında kurulması gerektiğini anlayabilriz.
Kapitalizm imajlar üzerinden var olur. Ama bir şeyin imajını var olabilmesi için bir hakikate de ihtiyacı vardır. Her şeyin hızla metalaştığı bir dünyada, bu hız ve doyum kapasitesi o kadar artmıştır ki çok net bir “mekanın ele geçirilmesi” stratejisiyle karşı karşıya kalmış durumdayız. O el değmemiş, kapitalizmin hakikatinin içine dahil olmamış alanlar, kapitalizmin kendini en net gösterdiği alanlar artık. Diğer alanlardaki vahşi kapitalizmi gizleyen o “gösterimler” tam da hedefine uygun bir şekilde toplumsalın üzerinde “bağışıklık” yapmış, her gün kopyasının kopyasının kopyasını izlediğimiz bir filme dönüşmüş durumda. Ama ormana, parka, suya, göle yapılan saldırı “imajını” toplumun bilincine yerleştirebilmiş değil. Burada bir mücadele var. Bilboardlarda beton binalar arasındaki mavi-yeşil güvenlikli siteler bunun için uğraşıyor, ama karşısında Gezi Parkı’ndaki gibi “ağaçların gölgesini satmak için değil soluklanmak için kullanacağını söyleyen” bir kitle de var.
Bu imajlar ve hakikat üzerinden ilerleyen mücadeleye verilecek isim en basit şekilde “çevrecilik” olabilir sanıyorum. Çevrecilik biçimindeki bir siyasi konum yukarıda yaptığımız hakikat-imaj tartışması dahilinde düşünülecek olursa, aslında kapitalizmin hakikatine pek de zarar getirmediği iddia edilecek bir ideolojik konuma işaret ediyor gibi de görülebilir. Fakat Debord’dan hareketle imajın kendisinin bağımsız olmadığını ve mutlak suretle hakikatin kendisinden türediğini hatırlayacak olursak günümüzde çevreci olmak aslında anti-kapitalist olmanın en hakiki hali olarak da kalmış olabilir. Eğer ki kapitalizm gösteriye dalmış toplum içinde kendini en hakiki biçimde çevrenin işgalinde gösteriyorsa, hakikatin küçük bir parçası olan çevreden hakikatin tümüne bir hareket evrilebilir. Lefebvre’den hareketle mekan üzerinde oluşturulacak yeni bir hakikat ve onun ortaya çıkaracağı yeni imajlar, toplumun bilincini işgal etmiş diğer imaj gösterimleri karşısında alternatif gösteriler de düzenleyebilir. Dolayısıyla çevrecilik hem bir imaj hem de hakikat olarak anti-kapitalist mücadelenin belki de merkez noktasıdır. Fight Club filminde bir imaj olan Tyler’ın hakiki Jack’in yaşantısını değiştiren imaj-hakikat oluşu gibi.