“Erzincan oynamış ağlamışım, Irgatlık etmişim el kapısında”
(Enver Gökçe)
Marx’ın yabancılaşma teorisinin özünü ifade eden sözlerden biridir “el kapısı.” Bu hakikatli söz, Türkiye’de ırgatların ağzından dökülür daha çok. Irgatlar, sosyalist literatürde “tarım proletaryası” olarak geçer. Kent proletaryası, varoluşundaki “somut” çileyi dışa vurmak için “el kapısı”ndan ziyade “el işi” ifadesini kullanır. Gerek “el kapısı” gerek “el işi” ifadesi yabancılaşmanın kalbine göndermede bulunur: başkasına çalışmanın sancısının dildeki sahih karşılığıdır bunlar. “Mevsimlik işçi” olarak da adlandırılan ırgatlar -kent proletaryasından farklı olarak- türlü güvencesizliğin, örgütsüzlüğün, aşağılanmanın, ucuza çalıştırılmanın gurur inciten koşullarına mahkûm edilmişlerdir. Emek zamanı toprak sahiplerinin insafına terk edilmiştir. Sözgelimi kuşluk vaktinden güneşin çekildiği vakte değin fasılasız çalışırlar. Ücretler ekseriyetle toprak sahiplerince belirlenir. Irgatların ücretler ve zaman bahsinde neredeyse hiçbir söz hakkı yoktur. Büsbütün dilsiz değillerdir ama. Her yerde olduğu gibi, ırgatlıkta da “temsil” rantından nemalananlar peyda olmuştur. Toprak sahipleriyle ırgatlar arasındaki görüşme trafiğini sağlayan “elçi”ler yahut aracılar vardır. İletişim (toplu sözleşme) işlevini elçiler görür. Irgatlardan yanaymış izlenimi veren fakat önünde sonunda “ağaların” saflarında yer tutan elçiler, kelimenin tam anlamıyla parazittirler. Irgatların üç kuruşluk günlüklerinin önemli bir kısmı elçilerin cebine iner. “Çalışmadan kazanma” hususunda efendilerinin minyatürüdürler âdeta. Yoksul emekçi mahallelerde sokak sokak dolaşıp ağlarını fukaraların, garibanların bedenlerine atarlar. Ağlarından çekip çıkardıkları emekçileri götürüp toprak sahiplerine kurbanlık koyun gibi teslim ederler.
Irgatlar topraksız insanlardır, “el kapısı” ifadesi bu mülkiyetsizlik hâlini karşılar. “İş”, emekçilere uzaktır. Kapıların ardındaki dünya çarnaçar bedenler açısından tükenesiye çalışma ve sömürülmedir. Yaz mevsimi köşeden burnunu gösterdiğinde emekçiler ırgatlık etmek için yollara revan olmaya hazırlanır. Kara kışın soğuğu daha “sarı sıcaklar” zuhur ettiğinde duyurmuştur kendini: Odun ve kömür, çocukların okul masrafları, öte beri... Şehirden şehre, bölgeden bölgeye kafileler halinde hicret edilir. Binlerce emekçi yerinden yurdundan kopup “el kapıları”na dayanır. Haftalar, aylar sürecek onursuz bir eziyetin ilk faslı, Fort Transit marka minibüslerdeki korkunç seyahatlerdir. Tepesinde yatak döşekle, çoluk çocuk yirmi beş otuz kişi mezarlığı andıran minibüslere tıkıştırılır. Asfalt yollar, ırgatların bedenine saldıran öncü düşmanlardır sanki. Yollar uzadıkça uzar…
Irgatlar “hayma” adındaki derme çatma çadırlarda, “yazı yabanda” ikamet ederler. Doğru düzgün konut tahsis edilmez. Temiz su, banyo gibi temel olanaklar nadirattandır. Ağır çalışma koşulları altında erkeklerin sakalları tarifsizce uzar. Kadınların tırnakları kopkoyu kirlerle kaplanır, sırma saçları keçelenir. Aşırı çalışmadan ötürü bedenler günden güne erir, avurtlar çöker, yüzler çarpılır. Pamuk işçilerinin belleri iki büklüm olur, fındık işçilerinin ağır çuvallar altında dizleri çatırdar, kayısı işçilerinin “islim” denilen kükürt odalarında gözkapakları çapaklanır, öksürükten boğazları yırtılır. Çocukların ince boyunları bükülür. Kavurucu sıcağın altında yüzler ve enseler amansızca kararır (amele yanığı), bakışlara yorgunluğun kiri pası sirayet eder. “El kapıları”ndan bir an evvel kurtulma, “eve dönme” arzusu harlandıkça harlanıyordur ama zalim günler ağırdan akıyordur.
Aylar geçer. Nihayet toplanacak fındık, üzüm, kayısı kalmaz olur dallarda. Yevmiye defterleri açılır, hesaplar görülür, ücretler iş bitiminde teslim edilir ırgatlara. Yola çıkma hazırlıkları başlar yeniden. Toprak gibi bedenler de nadasa çekilmenin heyecanı içindedir. Eve dönüş meselesi bir başka zulümdür ama. Yollar dişlerini bilemiş, pusuya yatmıştır. Ölüm an meselesidir. Neden sonra elim kazalar cereyan eder, toplu kıyımları andıran. Yaz mevsimi kurbanlarını istiyordur. Herhangi bir “statüye” sahip değildir ırgatların ölümü. Hayatlarının hiçbir hükmü yoktur. Ne de olsa tıpkı proletarya gibi hesapsızca ürüyor ve çoğalıyorlardır. Hayattayken de hesap dışıdırlar, öldüklerinde de... Ya bir yük kamyonun altında ezilmiştir uğursuz Fort Transit ya da dipsiz bir uçurumdan aşağı yuvarlanmıştır. Irgatların cansız bedenleri sıcaktan çatlamış asfalta kanlar içinde serpilir. Naylon terlikler, uykunun diken üstü olduğu nakışlı işlemeli yastıklar, toz içindeki elbiseler saçılmıştır etrafa. Orada bir kadın boylu boyunca uzanmıştır. Kan sızıyordur saçlarının arasından, az ileride toprağa karışarak gölleniyordur. Ahmed Arif’in dizesi ile “geldim geliyorum” demeyen türden bir ölümdür bu: “fukara ölümü.”
Bir süre önce Adıyaman Gölbaşı karayolunda fukara ölümlerinden biri gerçekleşti. Biber toplamaya giden ırgatları taşıyan Transit minibüs, Çakal köprüsünün bariyerlerine çarparak kayalıklara yuvarlandı. Bu kazada 12 kadın işçi feci bir şekilde can verdi. Yevmiyeleri on beş yirmi lira olan ırgatlar bu kez eve dönemediler. Onlarca çocuk yetim kaldı. Her yaz ırgatların ölüm haberleri yankılanıyor yoksul kentlerde. Madenlerden torbalarla cesetler çıkarılıyor... Yollarda, madenlerde yahut tersanelerde emekçiler durmaksızın ölüyor. Üstelik bu ölümlerin müsebbibi yok, adalet ve hukuk yok, çoğu zaman göstermelik tazminatlar bile yok… Hülasa işçi ölümleri… Kimsenin pek işitmediği, görmediği ölümler bunlar. Doğru dürüst haber değeri bile taşımıyorlar. Adıyaman’daki kazadan birkaç gün önce Şırnak’ta da dört ırgat hayatını kaybetmişti mesela. Doğu diyarlarında ölüm tüm heybetiyle hâlâ kol geziyor. Yoksul hanelere gerilla yahut asker cenazelerinin değil, işçi cenazelerinin ateşi düşüyor. Daha önce de düşüyordu muhakkak ama çatışmasızlıkla birlikte şimdilerde öne çıkıyor bu ölümler.
Türkiye’deki fasıla vermeyen işçi ölümleri ile Doğu diyarlarındaki işçi ölümlerinin tek müsebbibi dün olduğu gibi bugün de kapitalizmden başkası değil. İnsanları on beş lira ücret için yabani koşulların hüküm sürdüğü çalışma cehennemine atan, bedenlerini iliklerine kadar sömüren, onlara varlık hakkı tanımayan bir zihniyetle, Gezi Park’ındaki ağaçları söküp yerine köhne alışveriş mağazaları dikmek isteyen zihniyet aynı kaynaktan beslenmektedir. Biberleri dalından koparan hırsla ağaçları köklerinden sökmek isteyen hırs aynı hırstır. Bu pespaye zihniyete karşı kapitalizmin gadrine maruz kalanlar haklı seslerini elbet yükseltecektir, hem işte yükseltiyorlar da... Ölümleri durdurmanın, hayatı güvenceye almanın tek yolu kapitalist nizama karşı müşterek zeminlerde, ortak dertler ve hedefler etrafında mücadele etmekten, direnmekten geçiyor. “El kapıları” ortadan kaldırılıncaya, insanın insan tarafından sömürülmesi, aşağılanması durduruluncaya kadar devam edecek bir mücadele...