Duygular bilincin aniden sihre dönüşümüdür ve sihirlidir!
(Sartre, 1962)
Her şey şöyle başladı: Ankara Üniversitesi Kadın Çalışmaları’nda yüksek lisans yapıyordum. Duygulara dair düşünmeye başladım. Duygularımızın içinde ve duygularımız vasıtasıyla yaşıyorduk. Kendimizi ve içinde bulunduğumuz toplumu duygu dedektifi edası ile keşfe çıkıyor; bazen birine âşık oluyor, bazen aniden herkese öfkeleniyor, bazen ise yanaklarımızda alev topları varmışçasına kızarıyor ve utanç duyuyorduk.
Günlük hayatımızdaki pek çok klişe, duygusal olmanın nasıl aşağılanıp hor görüldüğü gerçeği hakkında bizlere bilgi verir. Bu duruma kalp ve beyin figürlerinin savaşmasından doğan birçok karikatürde rastlayabiliriz. Duyguların temsilcisi olarak kalp ve mantığın temsilcisi olarak beyinin birbirlerine zıt ikiliğinde olduğu gibi, duyguyu olumsuzlayan anlam yükleri bazı temel kelimelerde de kendine yer edinir. Örneğin, passion (tutku), passive (edilgen) ve passionun (acı çekmek) aynı kökü paylaşmaları belki de nedensiz değildir. Edilgen olmak, zaten acı çekmek biçiminde hissedilen olumsuzlama olarak, hükmedilmektir. Edilgenlik korkusu duygusallık korkusuna bağlıdır ki, burada zayıflık başkaları tarafından şekillendirilmeye eğilimli olmak diye tanımlanır. Tutku ile edilgenlik arasındaki bağlantı yol göstericidir. Duygunun düşünce ve mantık yetilerinin aşağısında nasıl kabul edildiğini hatırlatır (Ahmed, 2004).
Halbuki duygular aşağı-yukarıdan bağımsız, benin ötesindedir. Ötekiyle ilişkili olan dinamik bedensel değişim hissidir. “Emotion” kelimesinin Latincede “hareket etmek, dışarı çıkmak” anlamındaki “emovere” kelimesinden türediğini hatırlayalım. Kelimenin bu gücüne sadık kalarak, duyguları karşılaşmalar ve bağlamlar üzerinden kurgulamak etkili olabilir. Duygu dediğimiz dinamik süreç aslında ötekinin gözü ile şekillenen doğal olmama (unnatural) durumudur. Bu süreç nesne konumunda bana, başkaları tarafından ilişkilerimiz çerçevesinde refleksif bir şekilde yüklenen anlamlardan oluşur (Goffman, 1956). Gelişigüzel veya psikolojik nedenlerdense belirli mekânlarda ve yine belirli sosyal kaygılar çerçevesinde ortaya çıkan, kendi sosyal işlevlerini barındıran dinamik, ekolojik bir süreç; sosyal bir organizasyondur.
Duygularımız hiçbir şekilde sadece his değildir. Onlar atılınca gördüm. Bir bakıma duyguların da aklı vardır. Onlar atılınca gördüm. Duygularımız olmadan rasyonel kararlar vermeye pek de muktedir olmadığımız söylenebilir. Onlar atılınca gördüm ve utancıma sığındım. Varlıkları bize dünya içinde oryantasyon ve kavrayış sağlar. Hatta dünya içindeki yerimize dair bilgi verir. Ancak bu bilginin çoğunluğu kendi katkımızladır. Yaşamlarımız, başımıza kendiliğinden geliveren bir şey değildir (Solomon, 2016). Dahil oluruz, etkileşime gireriz ve ifadeler belirir; duygular açığa çıkar. Âdeta evrene akar, evren ile bütünleşir. Bütünleştim.
Her şey şöyle sonlandı: Akademinin ayaklar altına alındığına tanıklık ettim. Tezi yazmaktan vazgeçtim. Programı bıraktım. KHK ile işinden koparılan bölüm başkanımızın kampüs içine alınmadığı bir yerin kapısından girebilme olanağı bana utanç veriyordu. Utanç, benlikten ayrılabilecek soyutlanmış bir eylem değildi (Lynd, 1958). Benliğim ve ötekiler ile baş başaydım. Ötekilerin nazarını, yanımda fiziksel olarak olmasalar dahi her zaman hissediyordum. Sırtımda kocaman bir gözün ağırlığını taşıyamaz oldum. Okula gitsem de hızlı adımlarla, kaçarcasına giriş yapıyordum. Bu yönüyle utanç “toplumsal” bir duyguydu elbet. İçinde bulunduğum vaziyet, bir nevi ideallerime ihanet etmemi engelliyor, ahlâki bir pozisyon alıyordu. Fakat bu ahlâki pozisyon, yüzyıllardır özellikle kadınlar üzerinde baskı aracı olarak kullanılan “makbul duygu” utancın ürünü değildi. Belki de ilk defa beni aşağı çekmiyordu; aksine aldığım karar ile güçlendiriyordu. Tek istediğim gizlenmek ve güncel olarak “o yer” ile anılmamaktı. Utanç, kuşkusuz “gizlenme” ve “kendini örtme” dürtülerini barındırıyordu. Fakat eşzamanlı olarak benliğimi teşhir ediyor, kıstırıyordu. Arkadaşlarım tarafından “niye bıraktın” karşılaşmaları teşhirin vücut bulmuş hali idi. Istıraplar içinde “dikkatimin merkezindeydim” (Sartre, 1948). Tüm bakışların -en azından önemlilerin, önem yüklediklerimin- benim üzerimde dikkat kesildiğini ve bunlardan kaçamayacağımı/kaçmak istemediğimi hissettim. Noktaladım.
Ve başladı: Sonrasında duygular tekrar yol gösterdi. Neticede toplum tarafından duygusallıkla özdeşleştirilen Kadınlar ve LGBTİ’ler için duygular dünyadaki bütün zorluklar ile bir nevi başa çıkma stratejileri idi. Hassas ve bir o kadar gücün temsilcisi idi. Utancımı sahiplendim. Bu konular üzerine tekrar düşünmeye başladım. Nokta koyduğum yerden tekrar başladım. Tekrar ve tekrar ve tekrar... Yeni deneyimlere hazırlandım. Su yüzüne çıkıp derin bir nefes aldım.
Ahmed, S. (2004). Duyguların Kültürel Politikası, İstanbul: Sel Yayınları.
Goffman, E. (1956). “Embarresment and Social Organization”, American Journal of Sociology, 62(3).
Lynd, H. M. (1958). On Shame and the Search for Identity, New York: Harcourt, Brace and Company.
Sartre, J. P. (1948). The Emotions, New York: Citadal Press.
Sartre, J. P. (1962). Sketch for A Theory of The Emotions, Londra: Methuen & Co Ltd.
Solomon, R. (2016). Duygulara Sadakat, Ankara: Nika.
Fotoğraf: Duyguların Kültürel Politikası kitabının yazarı Sara Ahmed.