“Hayvanlara uygulanan şiddet, insanların kendilerinin oluşturdukları imaj üzerinde derin yankılar (bilinçli ve bilinçsiz) uyandırmaktan geri kalmayacaktır. Bu şiddet, öyle inanıyorum, gittikçe daha az dayanılır olacak” (Jacques Derrida, Gün Doğmadan).
Sayfanın başındaki korku filmi afişini andıran fotoğraf bir kasap ilanı. “Kasabınız kapınızda” diyor, elinde satırlı, arkasındaki kanlı fonun önünde duran bir kasap. İrkilmesi gerekmez mi herkesin? Kapınızın önünde böyle birini görseniz, irkilirsiniz mutlaka. Ama “kasap” olduğu belirtilmiş ve satırın da ne için kullanıldığı belli. Bu bir rahatlama yaratıyor haliyle.
Bir mafya lideri zaman zaman “oluk oluk kan” akıtma tehditleri savurduğunda, endişeli yazarlar kaleme sarılıp, “iç savaşa hazırlık” tespitleri yaptılar. Oysa her yıl yüzlerce kişi kurban kesiminde hayvanları öldürürken yaralanıp hastanelere gidiyor. İşini ustalıkla yapanların sayısı ise belirsiz.
Yüz binlerce kişinin avcılık “belge”si var. Belgesi olmayanlar daha da çoktur. Bunlar da silahını kuşanıp dilediğince dağda bayırda canlıları öldürebiliyor. Velhasıl hayvanları kolaylıkla öldüren, öldürebilenlerle bunu yapmayan/yapamayacak olanlar aynı toplum içinde birlikte yaşayıp gidiyor.
Peki tüm bu şiddet eylemleri niye rahatsızlık, endişe yaratmıyor ve “normal” hayatını sürdürebiliyor ezici çoğunluk? Cevabını şiddetin tanımında bulabilir miyiz acaba?
Anthony Arblaster, “Şiddetin, hakkında görüş birliğine varılmış yahut tartışmalı olmayan bir tanımı yoktur. Terim bunun mümkün olabilmesi için fazlasıyla geniş kapsamlıdır,” diyor ve ekliyor: “Yine de terimin, insanlara incitmek, acı ve ıstırap çektirmek niyetiyle yapılan her türlü fiziksel saldırıyı kategorize ettiği yönünde, sağduyuya dayalı basit bir anlaşılma biçimi söz konusudur.”[1]
Bu “görüş birliğine varılamayan” tanımdan devam edebiliriz. En azından neyi kapsamadığına bakabiliriz. O tanımların neredeyse tümünün hayvanlara dair “fiziksel saldırıları” tanımın kapsamı dışında bıraktığını söyleyebiliriz. İnsanlara dair “fiziksel saldırılar” tartışmalı da olsa şiddet kapsamı içinde değerlendiriliyor.
Modern devletin gelişimi ile şiddete başvurabilme “hak”kı, “meşruiyeti” devletin tekeline geçti ve her tür şiddet eylemi bir hukuksal çerçeve içerisinde tanımlandı. Toplumun/bireylerin hangi durumlarda şiddete başvurabilecekleri de yasalar kapsamında belirlendi.
Oysa aynı dönem, hayvanlara yönelik fiziksel saldırılar, şiddet olarak görülmedi ve bir kısıtlamaya gidilmedi. Jean-Jacques Rousseau, Jeremy Bentham, Voltaire gibi düşünürler hayvanlara yönelik kötü muamelelere karşı çıktılar. Britanya’da 19. yüzyılda hayvanlara merhamet çağrısı yapan ilk örgütlenmeler görülmeye başlandı. Bu örgütlerin hayvanlara yönelik saldırıların şiddet kapsamına alınması mücadelesi ile uzun tarihi içinde kısmi başarılar elde edildi.
19. yüzyılda özellikle İngiltere’de mücadeleler sonucu hayvanlara yönelik zulmü engellemeye yönelik ilk yasal düzenlemelere gidildi. Bu ilk düzenlemelerin çerçevesi “mülke verilen zarar” ve “kamu ahlâkına aykırılık”tı.
Mülkiyet üzerinden hareket eden liberal düşüncenin belirlediği bu yaklaşımı mesela Locke şöyle ifade ediyor:
“Locke’un hayvanlara boş yere ‘eziyet edilmesinden ve öldürülmelerinden’ duyduğu vicdani rahatsızlık, tıpkı Kant’ınki gibi, hayvanların görebileceği zarara değil, bunun insanlara verebileceği zarara dayanıyordu. Kediye işkence eden çocuk da, domuzu kesen kasap da –özellikle 17. yüzyıl kesimhanelerinin koşulları göz önüne alındığında– hayvanlara dayanılmaz bir acı çektirmektedir. Ama çocuk boş yere acı çektirmekte, dolayısıyla da hayvanı sadece tahrip ve israf etmekteyken, kasabın, Tanrı’nın hayvanları bize mal olarak bahşettiği kabulüne dayanan belli bir amacı vardır.”[2]
İlk kez İsveç’te 1857 yılında hayvanlara yönelik zulmü, mülkiyetten bağımsız olarak suç sayan yasal düzenleme yapıldı.
Bu uzun tarih sürecinde ne yazık ki, hayvanlara şiddeti önlemeye yönelik düzenlemeler, tüm hayvan türlerini kapsamadı ve hâlâ da kapsamıyor.
Günümüzde de örneğin bir kedi ya da köpeğin şiddete maruz kalması çok daha yaygın bir tepkiye yol açarken, “yenilebilir” hayvanların uğradıkları şiddet görmezden gelinir. Onlara yönelik davranışlar şiddet “kapsamı”na girmez.[3]
Bu farklılığı, Slavoj Zizek’in, şiddetin öznel ve nesnel biçimleri arasındaki ayrımından hareketle anlayabiliriz belki. Zizek’e göre, nesnel şiddet türünün ilki dilde ifadesini bulan sembolik şiddettir. İkincisi ise, “sistemik” şiddet dediği, “ekonomik ve politik sistemlerimizin pürüzsüz işleyişinin genellikle yıkıcı sonuçlarını içeren bir şiddettir”. Zizek bunun püf noktasına dikkat çekerek, bu öznel ve nesnel şiddetin aynı “bakış açısıyla” kavranamayacağını ileri sürer:
“Öznel şiddetin, şiddet içermeyen bir boş zemin üzerinde gerçekleştiği düşünülür. Öznel şiddet şeylerin ‘normal’ ve huzurlu halinin bozulması olarak görülür. Fakat nesnel şiddet tam da şeylerin bu ‘normal’ haline içkin olan bir şiddettir. Nesnel şiddet görünmezdir zira bir şeyleri öznel şiddet olarak algılamamızı sağlayan temel standardı, sıfır derecesini oluşturur. Sistemik şiddet bu nedenle fizikteki ‘karanlık madde’ gibidir, aşırı görünür olan öznel şiddetin karşıtıdır.”[4]
Bir örnek olay üzerinden devam edeyim. Elbistan’da 2017’de mezbahaya götürülürken kaçan danaları sahibi silahla vurup öldürdü. Olay yargıya intikal etti. Sahibi, “İthal olarak Türkiye’ye getirilen bu hayvanlar, sürekli doğada yaşadığı için insana alışık değil. İnsandan ve insanların bulunduğu ortamlardan çok çabuk ürküyor. O gün de ürkerek kaçtılar. Hayvanları vurmasaydık, yoldaki araçlara ve içindeki insanlara zarar verme ihtimalleri çok büyüktü. (…) Yoksa aylarca emek verdiği ve beslediği hayvanlara böyle bir şekilde davranmayı kim ister,” diye kendini savundu.
Hayvanları vurana, “Hayvanlara kasıtlı olarak kötü davranmak, acımasız ve zalimce işlem yapmak, dövmek, aç ve susuz bırakmak, aşırı soğuğa ve sıcağa maruz bırakmak, bakımlarını ihmal etmek, fiziksel ve psikolojik acı çektirmek” maddesi uyarınca 546 TL para cezası verildi.
Olayın bu kısmı, Zizek’in ayrımındaki “öznel şiddet”e giriyor. Ama “nesnel şiddet”, yani görünmez olana bakarsak, o danalar mezbahaya öldürülmeye götürülüyordu. Bunu görünmez kılan, “normal”leştiren elbette ideloji. Herkesin “çıkar”larından yola çıkması ve o çıkar mantığının metalaştırdığı, “nesne”leştirdiği, hayvanlara yönelik “nesnel şiddet”in “boş yere” yapılmadığı kanısını doğallaştıran davranış kodu.
Bir örnek de malum, çıkmak bilmeyen hayvan hakları yasası. Yasanın başlığında “hayvan hakları” olacaktır muhtemelen. Ama düzenleme taslağına bakıldığında, görünür olan, “öznel şiddet”i suç kapsamına alacağı. “Nesnel şiddet”in, yani mezbahalarda bıçak altına giden, bakanlıkça “av” başlığı altında para karşılığı öldürtülen yaşam alanındaki yaban hayvanlarına yönelik ve benzeri şiddeti kapsamayacağını söyleyebiliriz.
Tam burada Derrida’nın hayvan kavramına itirazını hatırlayabiliriz:
“İnsanın yoldaşı, komşusu ya da kardeşi olarak görmediği bütün canlılar, tıpkı el değmemiş bir ormana, bir hayvanat bahçesine, bir avlanma ya da balık tutma sahasına, bir otlağa ya da mezbahaya, bir evcilleştirme alanına kapatılır gibi, bu torba kavramın, hayvan diye uçsuz bucaksız bir kampın, bu genel cins ismin (hayvanlar değil, Hayvan) sınırları içine sokulur. Üstelik, kertenkeleyi köpekten, tekhücreliyi yunustan, köpekbalığını kuzudan, papağanı şempanzeden, deveyi kartaldan, sincabı kaplandan, fili kediden, karıncayı ipekböceğinden, kirpiyi ekidnadan ayıran o sonsuz mesafeye rağmen...”[5]
Nesne değil kişi
Bertrand Ogilvie’nin “Şiddetin vahşi ve çağdışı yeni görünümleri olduğu düşünülen şey, aslında insanlara, ‘insan kaynakları’na nihayet nesne gibi davranılabileceği düşüncesinin yayıldığı sanayi toplumlarının simgesel ilgisizliğine doğrudan bağlı yeni biçimler ve sonuçlardır”[6] diye vurguladığı “nesne” gibi olma, hayvanlara yönelik şiddetin de temelinde yatıyor.
Günümüzde, özellikle Avrupa’nın birçok ülkesinde hayvan hakları mücadelesi sonucu, bazı hayvanlara yönelik şiddet eylemleri suç kategorisinde cezalandırılıyor. Ancak şiddete uğrayan hayvanların hukuki statüleri, hâlâ “hassas canlılar” olarak geçiyor.
O halde hayvan hakları mücadelesinin hayvanlara yönelik “öznel” ya da “nesnel” şiddeti engelleyebilmek hedefinde önemli bir gündem maddesi, hayvanları “nesne” olmaktan çıkarıp birer “kişi” haline getirebilmektir. Bu, hukukçu Steven Wise’ın “en azından bazılarını, o duvarda yine bir delik açıp uygun insan dışı hayvanları gerçek kişiler olmaları için o delikten diğer tarafa doğru besleme” diye anlattığı deliği büyüterek yapılabilir.
Delik büyüdükçe, “nesnel şiddet”in görünmezliği görünür hale gelebilecektir. O zaman pekâlâ, Nusret ve benzeri şovlar, reklamlar “şiddeti övme” fiiline dahil edilebilir.
Zizek’in ayrımından devam ederek başa dönersek, fotoğraftaki reklamda hem sembolik, hem sistemik şiddet görünmezdir.
[1] William Outwhite, Modern Toplumsal Düşünce Sözlüğü, İletişim Yayınları, 2008, çev. Alev Erkilet Başer, s. 758.
[2] Gary L. Francione, Hayvan Haklarına Giriş, çev. Renan Akman-Elçin Gen, s. 133-134.
[3] Sokak hayvanlarına yönelik “öznel” şiddet elbette tepkilere yol açan. Yoksa Zizek’in vurguladığı “normal haline içkin olan” sistemik şiddet, yani kedi köpeğin, barınaklara kapatılması, ormanlara atılması, yaşam alanı olmayan sokaklara terk edilmesi değil. Nesnel şiddet, hayvansever kitle içinde bile yakın zamanlarda tepkilere yol açmaya başladı.
[4] Slavoj Zizek, Şiddet, çev. Ahmet Ergenç, Encore Yayınları, 2018.
[5] Jacques Derrida, “Hayvanlara Karşı Suç”, çev. Elçin Gen, http://www.e-skop.com/skopbulten/pasajlar-hayvanlara-karsi-suc/2623
[6] Akt. Etienne Balibar, Şiddet ve Medenilik, çev. Sevgi Tamgüç, İletişim Yayınları, 2014, s. 89.