“Örgütlenmemizi bitirseydik, İstanbul’da kimse Ermeni konferansı yapamazdı. Onların konuşma özgürlüğü varsa, bizlerin de konuşturmama özgürlüğümüz var.”
Yeni adıyla vatansever, geleneksel adıyla milliyetçi kadroların kurduğu, Danıştay II. Dairesi üyelerine karşı yapılan silahlı saldırı vesilesiyle projektörlerin üzerine çevrildiği bir derneğin şube başkanının sözleri bunlar. Konuşturmama özgürlüğününün sınırlarının ne olduğunu, bu mümtaz özgürlük hakkına “ebediyyen susturma özgürlüğünün” de dahil olup olmadığını sormaya gerek yok. Bazı üyelerinin “sesini kesmezse boğazını keseriz” türünden latif cinaslarla derdini ifade ettiği bu güruhun son derece saplantılı zihin dünyasının tasarladığı kanlı eylemlere bu toplum bir yüzyıldan beri çok ağır bedel ödedi.
Milleti, onu bekleyen tehlikelere karşı uyanık tutmak ve gereğinde onu korumak adına yapılan kanlı eylemler, milliyetçi olmanın doğal hal olarak kabul edilmesinin yarattığı uygun ortamda, biraz sinirli vatan evlatlarının aşırı hassasiyet belirtisi olarak algılandı. Toplumsal zihniyet üzerinde milliyetçi hegemonyayı kurmayı başarmış çevreler, gençliğinde satırlı eylemlerle işe başlayan, ardından daha ileri tekniklerle tanıştırılan bu kişileri, devlet çıkarları için son kertede devreye sokulacak milli güç unsurları olarak değerlendirdiler. Bu çevreler bütünüyle denetimden çıkıp, o anki devlet çıkarlarına ters düşen eylemlerde bulunduklarında, sınırlı bir bastırma operasyonuyla kısmen etkisiz kılınsalar da, bunların devlet içindeki organik bağlarının bütünüyle kurutulmasına hiçbir zaman gerek duyulmadı. Bunun nedeni sadece bu “milliyetçi tosuncukların” el altında bulundurulmasının yararlı olacağı inancı değildi. Aynı zihniyet dünyasının içinde yer alıyor olmanın getirdiği hoşgörü bu konuda hep önemli bir etmen oldu. O dönemde yaşanan olayların birinci derecede tanığı olmasına rağmen, “Bana milliyetçiler adam öldürüyor diyemezsiniz” diyen Süleyman Demirel’in bu sözü, faşizan milliyetçiliğin devlet katında, muteber siyasetçi zümresinde nasıl algılandığını veciz biçimde özetliyordu. Bugün de geçerliğini korumaya devam ediyor.
Bu faşizan milliyetçilik, 1950’lerde Soğuk Savaş çerçevesinde yürürlüğe sokulan psikolojik harp örgütlenmesiyle yeni bir boyut kazandı. Vatanın “din ve millet” olarak bir bütün haline tehlike içinde olduğu hissini işleyerek, İslamcılıkla milliyetçiliği anti-komünizm teknesinde yoğurup, mayaladı. Bunun sonuçları 6-7 Eylül olaylarında ilk semeresini verdi. Komünizmle Mücadele Derneklerinde ilk eğitimlerini alıp, farklı kanallarda serpilip gelişen milliyetçi-mukaddesatçı hareketler, bunlara akıl hocalığı yapan okumuşların yönlendirmesiyle Türkiye’yi parçalı bölüklü bir iç savaş ortamına sürüklemekten çekinmediler.
Milliyetçilikle mukaddesatçılığın faşizan bir “vatan, millet ve dini” kurtarma söylemi içinde gerçekleşen izdivacından doğan canavarın, Danıştay üyelerini hedef alan saldırıda payı olmadığını söylemek mümkün mü? Bu eylemi tasarlayanların, “devlet tehlikede” psikozu yaratarak siyasal hamle üstünlüğünü kazanmak isteyenler olması, bu kişilerin başörtüsü kararı kılıfı altında bugün Danıştay üyelerine doğru silahı yönlendirirken, yarın tamamen aksi yönde hedeflere de katillerini yollayabileceklerini tahmin edebiliyoruz. Ama bu tahmin, bir ayağı devlet teşkilatı içinde bulunan bu çete oluşumunun karanlık emellerinin uygulayıcılarını neden bu rahatlıkla milliyetçi-mukaddesatçı çevrelerin fanatik unsurlarından devşirdiği, devşirebildiği sorusunu sormamıza engel olmamalı.
Türkiye’de eğitimin içeriği başta olmak üzere, yazılı ve görsel basının büyük bölümünün salgıladığı, devlet politikalarının giderek artan bir dozda topluma yaydığı bir “sürekli teyakkuz” psikolojisinin serpilip büyümesi için en elverişli toprak, bu milliyetçi-mukaddesatçı zihniyet. Bu nedenle, dinsel temalı bir faşizmin ifadeleri İslami ağırlıklı bazı yayın organlarında yer alabildiği gibi, fanatik ve çığırtkan milliyetçilik kulvarında boy göstermeye çalışan yayın organları ve siyasal oluşumlarda da aynı sıklıkta boy gösterebiliyor. Bunların arasında aşılmaz duvarlar yok. Tersine birbirini karşılıklı olarak besleyen iki yakın duruş sözkonusu.
Türkiye’de sadece Kürt sorununun can yakan sıcaklığına indirgenmemesi gereken, örneğin AKP hükümetinin azınlık vakıflarına mülk edinme hakkını iade etme girişimine karşı başlatılan kampanyanın bunu belki çok daha açık biçimde ifade ettiği bir zihniyet var. Basit olması gereken bir mülkiyet sorununun “Türkiye’yi çökertme” girişimi olarak tanımlanması sadece etnik milliyetçi bir damara hitap etmiyor. İslami kimlik hassasiyetiyle etnik kimlik hassasiyetinin yoğurduğu, mayasında çok geniş anlamıyla anti-komünizmin ve zenofobinin bulunduğu bir makbul tavra sırtını veriyor.
Türkiye’de bu milliyetçi-mukaddesatçı saldırganlığın ifadelerine karşı güçlü bir toplumsal ses çıkmadı bugüne kadar. Bu kesimden gelen seslerden pek hoşlanmayanlar, “aman üstüme sıçramasınlar” diye başını öte yana çevirdiler veya “aşırı hassasiyet gösteren vatan evlatları” olarak onları mazur görerek eleştirmeye çalıştılar. Durum ortada. Bu saldırgan güruhun sayısının toplumda çok sınırlı olduğuna işaret ederken, mağduriyet duyguları kaşınmış genç kuşaklardan bunların her zaman işlerine yetecek kadar genç devşirmeye devam etme kapasitelerini de küçümsediler. Bu faşizan tezahürleri küçümsemeye çalışanların, farklı yollardan bunları mazur gösterme uğraşında olanların, bu gelişmelerde sorumluluğu hiç yoktur diyebilir miyiz? Yarın, laik-anti-laik geriliminden daha derin, daha bölücü bir gerilime, bir büyük toplumsal çatışmaya yol açacak bir provokasyonu bu güruhun yapabileceğinin bilincinde olarak, herkesin sorumluluğunu acilen idrak etmesi gerekiyor.
Radikal İki, 28.5.2006