Kürt sorununu düşünme konusu yapmaya kalkışıp, kendinize bu düşünmeye aracılık edebilecek metinler aramaya koyulduğunuzda karşınıza çıkan yayın listesinin ağırlıklı karakterinin tarih yazımları, kültür anlatıları ve mücadele destanları olduğunu görüyorsunuz. Tarih yazım araştırmaları olarak okura sunulan metinler, ya Kürt sorununun “sözde” karakterini açığa çıkarmaya yönelik resmî ideolojiyle beslenen ve bu ideolojinin yeniden üretimine katkıda bulunan metinler, ya bir Kürt tarihi olduğunu göstermeye ve hatta bu tarihi yazmaya çalışan metinler ya da bu coğrafyanın tarihinde Kürt sorununa yol açan süreçleri açığa çıkarmayı hedefleyen metinler şeklinde semalaştırılabilir. Aynı şekilde, Kürt kültürünü aktarmak üzere yazılmış metinler de bu coğrafyada “bağımsız” bir Kürt kültürü olduğunu göstermek, kanıtlamak ihtiyacıyla yazılmış, Kürt kültürünün varlığını görünüşe çıkarma amacındaki metinler. Bu nedenle, daha çok örneğin yemek, müzik gibi Kürt yaşam pratiklerinin kendine özgülüğünü gösterme çabalarının içinde, bir kültürün kendisi üzerinden dile döküldüğü metinler, edebiyat metinleri henüz ağırlıklı bir yer kazanmışa da benzemiyor. Mücadele destanları için ise söylenecek fazla bir şey yok, onlar bir mücadele hafızası yaratma ve bu hafızayı kurucu kılma peşindeler. Bu tür bir genelleştirme - doğal olarak da bu karakter dışında kalan az sayıda metni dışta bırakmaya yol açan bir şemalaştırmayla görünen o ki, Kürt sorunu politik düşünmenin konusu olmamışa benziyor. (Bu noktada kitaplardan bahsettiğimi, dergi ve gazete makalelerini bu şemalaştırma dışında tuttuğumu hemen belirteyim; yoksa Kürt sorununu politik bir düşünmenin konusu yapmış çok sayıda makalenin varlığı açıktır.)
Eğer Kürt sorununu politik bir düşünmenin konusu yapan kitapların, Kürt sorununu konu eden literatür içinde kapladığı yer, göz ardı edilebilecek kadar azsa, acaba Kürt sorunu politik bir sorun değil midir? Kürt sorununun tarihsel kaynaklarını gösterme, Kürt tarihini açığa çıkarmanın da politik saikle yapıldığını kabul etseniz bile, Kürt sorununu politik bir fenomen olarak tanımlamaya, kavramaya çalışan, bu sorunun politik alan içinde tartışılma zeminlerini arayan ve mümkün politik çözümlerini sorgulayan metinlerin çoğalamaması, hatta yazılmaması/yazılamamasının anlamı nedir. Bu tablonun işaret ettiği şey belki de, Kürt sorununun politik düşünme ufkunun dışında kalmış/bırakılmış olduğudur.
Gerçekte bu ülkenin en merkezî, yakıcı politik sorunu gibi görünen bir fenomenin, politik düşüncenin konusu yapılamamasının nedeni, bu sorunun her iki taraf açısından da bir savaş-mücadele ekseninde tanımlanması ve bu tanımın yarattığı düşünce yoksunluğu olarak tanımlanabilir mi? Başka deyişle, bir savaş-mücadele pratiğinin, var olma-yok etme ikilemi olmasından, gelecek kurgusunu düşünme ufkunun dışında bırakmasından kaynaklanan bir politik düşünme yoksunluğundan bahsedebilir miyiz? Savaşın politikanın başka araçlarla devamı olduğu tarzından, politikayı egemenlik ilişkisinde tanımlayan bir bakış açısıyla mevcut durumun kendisinin bir politika olduğunu söylemek de bir başka politika dışılığa işaret eder.
Çünkü bu yolla değiştirilebilecek olan tek şey, egemenliğin sahipliğidir; yoksa bir topluluğu görünür alandan çıkaran, yok sayan, zulüm ve yok etme stratejileriyle iş gören bir sistemik yapının dönüştürülmesini, ilgasını, farklı bir yaşam dünyası kurmanın imkanını arama anlamındaki bir politika, savaşın “teknik” dünyası içinde barınamaz. Oysa bir toplumu aynılığa hapsederek, aynılaşamayanları dışta bırakan, yok sayan bir egemenlik sistemine ve bu sistemin yarattığı toplumsal kültüre itiraz etmenin yolunun, bizzat bu egemenlik sisteminin dayandığı politika anlayışına da itiraz etmekten geçmesi gerekmiyor mu?
Bir savaş ilanı aracılığıyla görülür hale gelme mücadelesi, bir kimliğin varlığını şiddetle gösterme ve kanıtlama mücadelesi bir savaş mantığını içselleştirdiğinde, merkezi ilgisi yalnızca bir ayrımı kendisini ayırana karşı savunma ve bu ayrımın bir dışlama/reddetmeye yol açmasına karşı çıkma pratiği değildir. Savaş mantığı, aynı zamanda bu ayrım içinde bulunanların aynılaştırılması yoluyla nüfuz edilemez bir bütünlüğü tesis etme ve bu bütünlüğü korumayı da temel yönelim kılar. Bu ilgi, toplumu aynı olanlar ve aynılaşamayanlar diye bölen bir egemenlik sisteminin, aynılığı ve dolayısıyla bütünlüğü koruma ilgisiyle benzer ilgi hale gelmesi bakımından, artık zorunlu ve sürekli olarak bir çarpışma ve savaş durumuna yol açar. Bir politik düşünme imkanını ortadan kaldıran şey, işte tam da bu iki benzer ilgi arasındaki zorunlu çatışma halidir. Bu durumda, politikanın imkanı için, bu çatışma mantığı dışında bir alan yaratabilmenin imkanını sorgulamak gerekir. Bu imkan, her bir tarafın kendi özdeşlik tanımına kapanmasını aşan, müşterek bir varoluşun mümkün olup olmadığı sorusunda gizli görülüyor. Başka deyişle, bunca reddediş, yok sayma ve hatta yok etme sürecinden, iki topluluğun zihinlerde birbirinden tümüyle ayrılmasını yaratan bir süreçten sonra, yeniden birlikte bir yaşam alanı kurmak mümkün müdür?
Eğer bu tür bir imkanın varlığından söz edemeyeceksek, önce birbiriyle hiçbir ortak bağı kalmamış topluluklardan oluşmaya başlayan bu ülkenin yeniden politik bir toplum haline gelmesi yönünde politik bir iradenin gerekliliğini ilan edecek olan bir politik tasavvura da sahip olamayız. Bu durumda, şimdi, tam da birlikte yaşamayı kurmayı bir politika olarak sunma anındayız.
Bu tür bir kurma edimi için, bu topluluklar arasında, bu kez bir aynılık tanımına kapanmadan oluşabilecek bir bağ, bir dolayımın olup olamayacağını sorduğumuzda, örneğin ortak hafızayı canlandırarak bu canlandırmaya kurucu bir anlam yüklediğimizde bir sorunla karşı karşıyayız. Ortaya konulan metinler, birbirinden bağımsız tarihlere ya da bir tahakküm tarihine işaret ediyor. Birlikte yaşam deneyiminin aktarıldığı anlatılarsa çoğunlukla “o eski güzel zamanlar”dan bahsediyor. Bu metinler, modern zamanlarda ortak bir yaşantının ve dolayısıyla ortak bir hafızanın oluşturulamadığını anlatıyorsa, yeniden bir müşterek yaşamı, geçmiş müşterek yaşam deneyimlerimize referansla kuramayacağımız anlamına mı geliyor? Gerçekten de, aslında hiç birarada değil miydik?
Ya da herkes kendi kimliğini tanıtmaya, kendi kimliğini tanıma, kurma yönelimiyle başladığından, müşterek olanı tam da kimliği kurma sürecinde düşünme ufkumuz dışında bırakmış olmamızdan kaynaklanan unutma mı sözkonusu?
Bu ülkede, sadece topluluklar arası bir tahakküm ve dışlama ilişkisine değil, aynı zamanda toplumun tamamına yönelik bir tahakküm sistemi olduğunu, yani aslında bu ülkenin gerçekte bu tahakküm sisteminin her form altında sürdürülmesine yol açan yapısal bir adalet sorunu olduğunu unutarak işe başlayamayız. Bu ülkede, yurttaş olma bakımından tahakküm sistemi aracılığıyla yaratılan ayrımın, yurttaş olma niteliğini bir kimliğe ait olmaya ya da o kimliği kabul etmeye indirgediğini biliyoruz. Yurttaşlığı tanımlanmış, belirlenmiş ve biçimlendirici bir kimlik ve kültüre ait olmaya indirgeyen bu tahakküm sisteminin, ancak yurttaş olmaya gerçek içeriğini, müşterek bir dünya kurma iradesine sahip olma niteliğini geri verecek politik bir inisiyatifle değiştirilebileceğini göz önüne alırsak, Kürt sorununu bir yurttaşlık bağı kurma, birlikte yaşamanın dolayımını arama, tesis etme zemininde, bu kez politik bir zeminde düşünebiliriz. Bu dolayımın, diğerini ötekileştirmeyen, tersine diğerini tanıyarak bir karşılıklılık ve dayanışma bağı kuracak olan ortak bir adalet ilkesini hayata geçirme arayışında bulunması gerektiği açıktır.
Birgün Kitap, 30.6.2006’da yayımlanmıştır