2014 yılında Euro krizinin gölgesinde seçilen ve görev süresince göçmen sorunu, aşırı sağ ve sağ popülist partilerin yükselişi ve İngiltere’nin Avrupa Birliği’nden (AB) ayrılması/ayrılamaması sürecini gören sekizinci Avrupa Parlamentosu (AP), 23-26 Mayıs 2019 tarihlerinde, yirmi sekiz üye ülkenin seçmenleri tarafından dokuzuncu defa seçildi. Seçim sonuçları, Birlik genelinde AP’deki politik grupların oy ve sandalye dağılımlarına bakılarak analiz edilebileceği gibi, bu sonuçlar aynı zamanda AB üye ülkelerinin iç politikaları özelinde de değerlendirilebilir.
Seçime katılımın 2014 yılındaki seçimlerle karşılaştırıldığında %8’den fazla artarak %51 seviyesinde gerçekleşmesiyle birlikte, AP seçimlerinin 1994 yılından sonraki en büyük katılım oranına ulaştığını söylemek mümkün. AP seçimleri kendi içerisinde karşılaştırıldığında, ilk defa yapıldığı 1979 yılında ulaşılan %63 oranında katılımın her beş senede sürekli olarak azalarak 2014 yılında %43’ü bulmasının ardından son yapılan seçimde katılımın artması, seçimin asıl galipleri arasında görülebilir. Böyle bir eğilimin en önemli sebeplerinin göç ve iklim krizi gibi sorunların ülke bağlamından çıkarak AB ekseninde tartışılmaya başlanması, yani politik sorunların Avrupalılaşması ve son yıllarda AB’nin karar alma ve işleyişinin hem AB karşıtı hem de AB yanlısı partiler tarafından daha çok gündeme getirilmesi olduğu iddia edilebilir.
1979 yılındaki ilk AP seçimlerinden itibaren, parlamentonun çoğunluğunu kolaylıkla elde eden merkezdeki iki partinin –merkez sağdaki Avrupa Halk Partisi (EPP) ve merkez soldaki Sosyalist ve Demokratlar İlerici İttifakı (S&D)– bu seçimlerle ilk defa çoğunluğunu yitirmesi, 2019 AP seçimlerinin en büyük sonuçlarından biri sayılabilir. Sadece üç üye ülkede (İspanya, Portekiz ve Malta) seçimleri birinci olarak tamamlayan S&D ve içlerinde Almanya, Romanya ve İsveç gibi toplam on beş üye ülkede birinci gelmesine rağmen gücü azalan EPP toplamda 80’den fazla sandalyesini kendilerinden küçük partilere kaybettiler. Özellikle son birkaç yılda birçok üye ülkenin genel ve yerel seçimlerinde görülen, geleneksel sağ-muhafazakâr ve sol-sosyal demokrat partilerin zayıflayarak; yeşil, liberal ve sağ popülist partilerin oylarını artırma başarısının, 2019’daki AP seçimlerinde de gösterdikleri söylenebilir. Siyaset bilimci Simon Hix, AB üye ülkelerinde görülen bu değişimi, Hollanda siyasetinde uzun süredir yaşanan parçalı ve güçsüz parti sistemine benzettiğinden, bu durumu Avrupa siyasetinin “Hollandalılaşması” (the “Dutchification” of European politics) olarak tanımlıyor.[1] AP seçimiyle merkez sağ ve soldaki güçlü partilerin oy kaybederek, küçük partilerin sandalye sayılarını artırması, bahsedilen “Hollandalılaşma”nın AB’nin birçok üye ülkesinde hissedilmeye başlandığının göstergeleri arasında yer alabilir.
Seçimlere büyük bir beklenti ile giren ve birçok yorumcunun AP seçimlerine damgasını vurmasını beklediği aşırı sağcı, sağ popülist ve milliyetçilerin oluşturduğu parti blokları sandalye sayılarını artırsa da istedikleri ve yorumcular tarafından beklenilen başarıya ulaşamadı: İtalya’nın başbakan yardımcısı ve içişleri bakanı Matteo Salvini’nin göçmen karşıtı Kuzey Ligi (Lega Nord) ve İngiltere’de anlaşmasız Brexit (no deal Brexit) taraftarı sağ popülist Nigel Farage’ın Brexit Partisi her ne kadar oylarını artırarak ülkelerindeki AP seçimden birinci çıksalar da içinde oldukları AB ve göç karşıtı parti blokları AP genelinde toplam sandalyelerin sadece %15’ini elde edebildi. Bununla birlikte, Marine Le Pen’in aşırı sağcı Ulusal Buluşma (RN) Partisi Fransa’da %23,3 ile birinci parti olmasına rağmen oylarında 2014 AP seçimlerine göre düşüş yaşarken, sağ popülist partiler Hollanda ve Avusturya gibi yerlerde seçmen kaybına uğradılar. Almanya’da 2017 yılında göçmen ve AB karşıtı olarak ilk defa parlamentoya giren Almanya için Alternatif (AfD) partisi ise aldığı %11 ile beklentilerin altında kaldı. Genel olarak karşılaştırıldığında, belirtilen sağ popülist ve aşırı sağcı partilerin 2014 yılına göre önemli kazanımları olsa da, medyada ve anketlerde öne çıkan “aşırı sağ dalgalanma”nın (far right surge) AP seçimlerinde gerçekleşmediğini belirtmek gerekir. Bu sonuçlarla beraber, sağ popülist ve aşırı sağcı partiler AP’de istedikleri siyasi güce ve AB tasarılarını veto etme çoğunluğuna ulaşamadılar.
AP seçimlerinin en büyük sürprizlerinden birini ise Yeşiller yaptı. Tarihlerindeki en büyük seçim başarısını göstererek AP’de dördüncü büyük güç haline gelen Yeşiller –Avrupa Serbest İttifakı (G/EFA)– Almanya ve Finlandiya’da %15’ten fazla oy alarak ikinci, Fransa ve Lüksemburg’da ise üçüncü büyük parti oldular. Almanya’da Merkel’in Hıristiyan Demokrat Birlik/Hıristiyan Sosyal Birlik (CDU/CSU) Partisi’nin arkasından seçimi ikinci tamamlayan Yeşiller aynı zamanda sandık çıkışı anketlerine göre Almanya’da 30 yaş altı seçmenin %33’ünün oyunu alarak en yakın rakibi CDU/CSU’ya bu yaş grubunda 20 puan fark attı. İngiltere’de ise Theresa May’in Muhafazakâr Parti’sini geride bırakarak tarihî seçim başarısı elde eden Yeşiller, seçimi %12 oy ile dördüncü tamamladı. Bununla birlikte, Berlin’de birinci parti olan Yeşiller, Avrupa’nın Amsterdam, Helsinki ve Dublin gibi başkentlerinde oylarını oldukça artırdılar. Yeşillerin bu başarısını iklim krizi ile derinleşen ve kendisini Greta Thunberg’in ve Yok Oluş İsyanı’nın (Extinction Rebellion) çevreci hareketleriyle gösteren taleplerine olan yakınlığı ile ilişkilendirmek yanlış olmaz. Çevre sorunlarını gündeme getirmesinin yanı sıra yerelleşme, çok-kültürlülük, AB yanlısı entegrasyon politikalarını desteklemesi ve göç sorununda güvenlikçi yaklaşıma alternatif oluşturması sebebiyle de AP’deki gücünün arttığı vurgulanabilir. AB’deki kozmopolit şehirlerde ve gençlerde büyük karşılık bulan blok, AP seçimlerindeki bu siyasi yükselişi sebebiyle sosyal medyada “Yeşil Dalga” (Green Wave) olarak adlandırıldı.
Avrupa için Liberaller ve Demokratlar İttifakı (ALDE) çatısı altında buluşan Liberaller ise AP seçimin başka bir galibi olarak değerlendiriliyor. AB’deki artan milliyetçiliğe karşı doğrudan tavır alan ve AB reformları konusunda sağ popülist partilerin aksine daha çok entegrasyon vurgusu yapan ALDE, Benelüks ülkelerinin tamamında olmak üzere toplamda altı ülkede birinci gelerek EPP ve S&D’nin ardından AP’de 100’den fazla vekile sahip oldu ve üçüncü büyük politik grubu oluşturdu. 2017 senesinde Müslüman ve göç karşıtı Macaristan Başbakanı Orban’ı AP oturumunda eleştiren ve otoriter politikalarından dolayı açıkça suçlayan ALDE grubu başkanı ve Belçika eski Başbakanı Guy Verhofstadt ise seçim sonuçlarını Liberaller açısından büyük başarı olarak değerlendirerek ALDE’nin AP’deki iktidar belirleyen (kingmaker) güç olacağını ima etti.
Merkez sağ (EPP) ve sosyal demokratların (S&D) yanı sıra radikal sol ve demokratik sosyalist partiler tarafından temsil edilen Avrupa Birleşik Solu - İskandinav Yeşil Solu (GUE/NGL) da AP seçimlerinin kaybedenleri arasında: 2014 seçimlerinde önemli başarılar elde eden radikal sol partilerden Yunanistan Başbakanı Tsipras’ın Syriza’sı ve İspanya’daki Podemos kayıplara uğrarken, Fransa’da 2017 Başkanlık yarışlarında Macron ve Le Pen karşısında %20’ye yakın oy alan Jean-Luc Mélenchon’un partisi Boyun Eğmeyen Fransa (La France Insoumise) ve Almanya’daki Sol Parti (Die Linke) sadece %6 oy oranına ulaşabildi. Kıbrıs’ta AP seçimlerini ikinci sırada bitiren muhalefetteki Emekçi Halkın İlerici Partisinin (AKEL) AP’ye göndereceği iki vekilden birinin ise Kıbrıslı Türk Niyazi Kızılyürek olduğu kesinleşti. Niyazi Kızılyürek’in 1963 yılından itibaren adayı temsil edecek ilk Kıbrıslı Türk olarak seçilmesi de 2019 AP seçimlerinin önemli gündemlerinden birini oluşturdu.
1979’daki ilk AP seçimlerinin yapıldığı zamandan yakın bir tarihe kadar AB üye ülkelerinin iç politikalarında ciddi sonuçlar doğurmayan AP seçimlerinin, bu seçimde etkilerinin önemli boyuta ulaştığı görülüyor: Brexit anlaşması oylamalarında parlamentoda üç kez yenilgiye uğrayan ve mayıs ayı başında yerel seçimlerde hezimetle karşılaşan İngiltere Başbakanı Theresa May, ülkesindeki AP seçimlerinden hemen sonra kabinesindeki bakanların Brexit süreci ile ilgili baskılarında dolayı istifasını açıkladı. Jeremy Corbyn liderliğindeki İşçi Partisi’nin ve Muhafazakâr Parti’nin iki sene önceki genel seçimlere kıyasla toplamda %60’a yakın oy kaybetmeleriyle, modern İngiltere siyasetinin en güçlü iki partisi, kuruldukları tarihten itibaren en düşük oy oranlarını elde ettiler. Anlaşmasız Brexit ve Avrupa Birliği taraftarları arasındaki kutuplaşmada net bir pozisyon almayan İşçi Partisi ve Muhafazakâr Parti çok büyük ölçüde güç kaybederken, bu kutuplaşmanın temsilcileri olarak görülen partiler seçimin galipleri oldular. Anlaşmasız Brexit taraftarı olarak anılan ve göçmen karşıtı Nigel Farage’ın Brexit Partisi ve Birleşik Krallık Bağımsızlık Partisi (UKIP) oyların %35’ini alırken, AB yanlısı partiler (Liberal Demokratlar, Yeşiller, İskoç Ulusal Partisi ve Değişim İngiltere) toplamda %40’tan fazla oy elde ettiler. Bu sonuçlar, ülkede ikinci referandumun gündeme gelebileceği, İşçi Partisi’nin AB yanlısı bir politika benimseyebileceği gibi, Muhafazakâr Parti’nin anlaşmasız Brexit taraftarı bir başbakan seçebileceğini de gündeme getirmiş durumda. İktidara geldiği 2015 yılından beri en düşük oy oranını alan ve muhafazakâr demokrat ana muhalefet partisi Yeni Demokrasi (ND) karşısında ikinci sıraya gerileyen Tsipras ise seçim sonuçlarından sonra erken genel seçim kararı aldı. Almanya’da Merkel’in büyük koalisyon (grand coalition) ortağı Sosyal Demokrat Parti’nin (SPD) tarihindeki en kötü seçim performansı göstermesinin koalisyonun geleceğini tehlikeye attığı yorumları yapılırken, Fransız Başkanı Macron’un liberal partisi Cumhuriyetçi Yürüyüş Hareketi’ni (La République En Marche!) geçip birinci çıktı ve AB karşıtı Ulusal Buluşma (RN) Partisi’nin başkanı Marine Le Pen, Macron’a parlamentoyu feshetmesi gerektiğini açıkladı.
AB’nin 751 sandalyeli parlamentosunda partilerin elde ettiği vekil sayılarının kesinleşmesiyle ilerideki beş sene içerisinde Avrupa Komisyonu üzerindeki güç dağılımı tartışmaları da alevlenmiş durumda. Henüz kesin bir yargıya varmak zor olsa da geleneksel olarak AB yanlısı olarak kümelenen EPP, S&D, ALDE ve G/EFA gruplarının parlamentonun yaklaşık %70’ini temsil edecek olmasına karşın, “Avrupa kuşkucuları” (Eurosceptic) adıyla tanımlanan sol ve sağ popülist partilerin toplam sandalye sayısının 250’de kalması, yakın tarihte şekillenmesi beklenen AB kurumları için önemli bir gösterge sayılabilir. Ancak, seçime katılımın artmasını ve sağ popülist partilerin AP’deki seçim başarılarının beklentilerin altında kalmasını AB’nin entegrasyon politikalarının ve demokrasinin bir zaferi olarak yorumlamak da oldukça güç. Avrupa’daki radikal sağ ve sağ popülist partileri inceleyen siyaset bilimci Cas Mudde’ye göre 2019 seçimleri, bu hareketlerin söylemlerinin Avrupa politikası genelinde ana akım haline geldiğine ve diğer merkez sağ partilerdeki artan etkilerine işaret ediyor.[2] Buna örnek olarak, Müslüman ve göç karşıtı uygulamalarıyla dikkat çeken Macaristan Başbakanı Orban’ın partisinin merkez sağda yer alan EPP’nin içinde olması ve Polonya’nın Avrupa kuşkucusu ve otoriter iktidar partisi Hukuk ve Adalet’in (PiS), Salvini ve Le Pen’in oluşturdukları aşırı sağ bloğa göre daha “ılımlı” olarak adlandırılan Avrupa Muhafazakârları ve Reformistleri (ECR) parti bloğundaki en güçlü grubu oluşturması, Avrupa sağının genel olarak radikal sağa ve sağ popülizme ne kadar kaydığını gösteriyor.