“Mülteciler mi? Tarih Sorumluları Ortaya Çıkaracaktır”

Aşırı sağın yükselişi, mültecilere insanlık dışı muamele… Avrupa’nın başarısızlığı gün gibi ortada. Filozof Étienne Balibar bu krizi değerlendiriyor ve Fransız Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’un teklif ettiği yeniden yapılandırma varsayımını masaya yatırıyor.

Avrupa Birliği (AB) istikametinden şaşmıyor. Milliyetçiliğe veya İtalya, Avusturya, Polonya ve Macaristan’da olduğu gibi neofaşist hareketlere giderek daha fazla yüzünü çeviren Avrupa halkları, AB’nin yapılanma biçimini gitgide daha kabul edilemez buluyorlar. Avrupa’nın varoluşsal, demokratik ve siyasal krizi karşısında Emmanuel Macron’un “yeniden yapılandırma” teklifiyse var olan rahatsızlıkları körüklüyor.

***

Artık her seçimde milliyetçi, zenofobik ve aşırı sağcı güçlerin ilerleyişine tanıklık ediyoruz. Örneğin İtalya’da böyle bir gücün iktidara geldiğini gördük. Neden böyle?

Yıllardır süregiden gidişat bir krize işaret ediyor. Bu yapılanmasının mevcut biçimi içinde, Avrupa’nın kuşkusuz geri döndürülemez krizi. Bu kriz bir ülkeden diğerine aynı muhtevayla yer değiştiriyor: Kemer sıkma politikalarının orta ve yoksul sınıflar üzerindeki etkileri ile sosyal ve bölgesel eşitsizliğin gelişimi, mevzubahis serbest ve bozulmamış rekabet mantığının bir sonucu. AB ve bizatihi devletlerin teknokrat yönetimlerinin yarattığı rahatsızlıkla birlikte, bu muhtevanın unsurları da pekişiyor. Bu yönetimler milliyetçiliği, zenofobiyi ve demokrasi düşmanlığını besliyorlar.

Fakat şunu da göz önüne alalım; Yunanistan’daki kriz ve Brexit’ten bu yana, ne sahiden birlikten çıkılabiliyor ne de birliğe üye bir devlet kapı dışarı edilebiliyor. Elbette siyasal güçler Avrupa’dan çıkmaya inanıyorlar, ama hiçbir hükümet bunu dayatamaz. Ortada, bireyler, erkler ya da yeni siyasal akımlarca desteklenen alternatif bir proje de olmadığından, neticeleri kestirilemeyen Avrupa hegemonik güçlerinin karşılıklı bir bozulma ve etkisizleşme durumuna doğru sanki sürükleniyoruz. 

Yunanistan’ın karşılaştığına benzer türden bir güç mücadelesine tanıklık edilebilir mi?

Jean-Claude Juncker’in beyanları dikkat çekici. Yunanistan örneğinde yapılan hatadan kaçınmak istediğini dile getiriyor. Fakat hangi hatadan bahsediyor? Bir ülke ekonomisi ve bir toplumun kasten yıkımını ihtiva eden muhteviyattan mı, yani içerikten mi, yoksa sadece, prosedürlerin gerektiği gibi yerine getirilmediği biçimden mi? Avrupa’yı yönetenler, İtalyanların seçimini Yunanlılarınki kadar ayan beyan hor göremeyeceklerinin farkındalar. Bununla birlikte bunu kasıtlı olarak sol bir hükümete karşı yapmışlarken, aşırı sağ ile çatışmaktan kaçınmak istemelerini düşündürücü buluyorum. 

Emmanuel Macron ya da şansölye Angela Merkel tarafından sunulan Avrupa’nın yeniden yapılandırılması önerileri krizin ulaştığı boyutu dikkate alıyor mu?

Hangi plan? Ortada olan esasen bir ambalaj. Şüphesiz kültürel alışveriş önem arz ediyor. Fakat bir kez daha Avrupa halklarının müşterek kaderini öne süreceksek, fazla uzağa gitmemize de gerek yok. Sorunun göbeğinde ekonomik ve finansal yapılar bulunuyor. Bankalar zaten konsolide edildi. Avrupa dayanışmasının işleyiş biçimini para fonuna dönüştürme tasarısı, Uluslararası Para Fonu (IMF) kurallarından esinleniyor. Almanya ve Hollanda’ya bakıldığındaysa, para transferlerine karşı güvence verilmediği sürece bir ortak bütçeye her durumda rıza göstermedikleri görülüyor. 2008’deki krizden bu yana ekonomistler ortak bütçe oluşturulmaksızın tek para birimi ile işlerin yürümeyeceğini üstüne basa basa ifade ettiler. Fakat Almanya sadece, pek de ehemmiyet arz etmeyen düzenlemeleri kabul ediyor. Kuvvetle muhtemel Fransa hükümeti de aynı yolu izleyecek. Bu yol aslında, devletler ve Avrupalı üreticiler arasındaki rekabeti sınırlandırarak dayanışmayı güçlendirmek yerine, finansal kurumların egemenliğini tahkim etmeye çıkıyor.

Bahsettiğimiz bu tasarı kesinlikle Avrupa’nın hiyerarşik şekilde ekonomik bölgelere ayrılmasına karşı durma amacı taşımıyor. Yabancı sermayeye cazip gelen bölgeler, taşeronlara ayrılmış bölgeler, ucuz işgücü tedarik eden bölgeler, yine burjuvazinin ve küçük burjuvanın tatilini geçirdikleri bölgeler söz konusu. Bugün Yunanistan’da olan şey son derece çarpıcı görünüyor. Maaşlar ve emekli aylıkları dibe vurmuşken; cari açık toparlanıyor, turizm endüstrisi tam kapasiteyle çalışıyor. Çevresel ve sosyolojik sonuçlar gerçekten dehşet verici.

Macron üstü kapalı da olsa aşırı sağın yükselişine karşı bir mücadele gereğinden bahsediyor…

Avrupa Parlamentosu’nun, Avrupa’nın içinde bulunduğu yapısal krizi müzakere etmeyişini hayretler içinde izliyorum. Böyle bir müzakere yapılsa her kafadan bir ses çıkacaktır belki, bazıları halihazırda bu durumun müsebbibi ya da tırmandırıcısı olan popülist nüfuz sahiplerinin faşist söylemlerine kulak vermek zorunda kalınacaktır ama olsun. Sistem krizi dediğimiz şey, bir demokrasi eksikliği de. Bu krize battıkça, teknokratlar da halka söz söyleme hakkı verilmemesi gerektiğini daha fazla söyleyecekler. Zira böyle bir durumda hareket kapasitelerinin paralize olmasından korkuyorlar. Peki ama bu böyle nereye kadar gidecek? Avrupa’nın problemlerinin sadece Avrupa Komisyonu içinden oluşturulan küçük bir komite ya da hükümet başkanları arasında değil, tüm Avrupa çapında ve herkesin önünde tartışılır hale ne zaman geleceğini merak ediyorum. Mevcut durum, Macron ve Merkel’in kendi aralarında asgari bir yol haritası üzerinde mutabakata varmalarını beklemeksizin, Avrupa Parlamentosu’nu konuyu müzakere etmeye çağırmayı gerektirecek kadar endişe verici bir boyuta geldi.

“Yeniden yapılandırma” tasarısı Avrupa’yı içine düştüğü şimdiki kriz durumundan çıkarmaya yetmeyecek. Bir kere, bir tarafta para transferi yapan ülkelerin diğer tarafta ise bu transferlerin eline ulaştığı ülkelerin olduğu kandırmacasına inanmayı bir kenara bırakalım. Güya, Almanya, Hollanda ya da Fransa’da mükellefler Avrupa’nın güneyini sübvanse ediyor. Alın size popülizmin su katılmamışı! Alacaklı ülkelerin hepsi ücret farkları ve faiz oranlarından istifade ediyor. Örneğin Almanya bugün dünyanın her yerine ihracat geçekleştiriyorsa, bunun esas nedeni ulusal olanaklarla üretim yapması ve ürettiklerini pek de güçlü olmayan bir para birimi üzerinden dünya pazarına sürmesi. Nitekim bu kapitalistler, 1992 yılında imzalanan anlaşmada herhangi bir değişiklik yapılmasına karşılar. Bu anlaşma onların anladığı Avrupa yönetişiminin kaidesini gösteriyor. Macron’a gelince, bu anlaşmaya karşı mücadeleyi aklından geçirmiş bile değil.

Avrupa genelinde de sağ iktidarlar bu tartışmaya kıymet vermiyor gibi görünüyor. Neden böyle?

Sol kendini yeniden kuracaksa, bütün zorluklarına rağmen, bunu çok sayıda ülkede kendini bir Avrupa solu olarak tasarlayarak aynı zamanda yapması gerekiyor. Bu doğrultuda, Varoufakis[1] tarafından başlatılan Avrupa içinde sınıraşırı mücadele fikrini yerinde buluyorum. Bu mücadeleyi vermenin önündeki engeller kaldırılmalı ve tartışma Avrupa vatandaşlarının önüne getirilmeli. Elbette bu iş o kadar basit değil. Tartışmaların sınırları aşması için tepeden inme bir birleşmenin yarattığı zorlamanın yeterli olacağına aramızdan çoğu inanmıştı. Ama ortada buna köstek olacak dil, kültürel politikalar, örgütlenme sıkıntısı, teknokratların nüfuz artışı, ulusal siyasi zümrelerin meydana getirdiği tekel gibi çok sayıda güçlük var. Tüm bunlar insanların, ellerinden aralıksız kaçan kendi bölgelerine çekilmesine neden oluyor. Miadını doldurmuş, yüzü geçmişe dönük demagojik söylemler tam da bunu kullanıyor. Buna karşın solun gerçek dünya ile yüz yüze gelip ona karşı mücadele etmesi gerekir.

Bence bir hatamız da yine, Avrupa’nın mevcut yapısının ulus sorununun geride kaldığını ya da bu sorunun önemsizleştiğini düşünmesiydi. Fakat içinde bulunulan kriz bunun tersini ispat ediyor. Milliyetçilik hiçbir ulus ya da hiçbir bölgenin ayrıcalığı değil. Ulusal çıkarların tamamıyla olumsuz yönden anlaşılması, Avrupa’nın en çok paylaştığı husus olmayı sürdürüyor. Komşusu tarafından sömürüldüğünü ya da küreselleşen dünya içinde eriyip gideceğini ve Avrupa’nın da bunun yalnızca bir aracı olduğunu düşünmeyen tek bir ülke yok.

Peki “Aquarius” vakası, toplumlarımızdaki galip muhafazakâr fikirlerin ve milliyetçi hareketlerin ardına gizlendikleri perdeyi çekip çıkardı diyebilir miyiz?

İçinden geçtiğimiz içler acısı dönemin tek iyi yanı, Avrupalıların mülteci sorununu salt İtalya’yı ilgilendiren bir problem olarak daha fazla göremeyecek olması. Bu konuda senelerdir Fransa’nın takındığı tavır tiksinç bir ikiyüzlülük oldu. Ahkâm kesiyoruz ama İtalyan sınırından Calais’ye kadar göçmenlerin izini sürüyoruz. Eşitsizlikler, aşağılamalar İngiliz hükümetinin talep ettiği bu “düşmanca ortamı” yaratıyor. Çileden çıkmama sebebiyet veren şeylerden biri de, Angela Merkel’in yüz binlercesini ağırlarken, Fransa’nın taahhüt ettiğinin onda biri sayıda mülteciye bile kapılarını açmamış olmasıydı. Son kertede Vişegrad[2] grubunun politikaları da bizimkilerden hiç farklı değil, sadece daha açık.

Herkesin merak ettiği, mülteci sorununun tüm boyutlarıyla nasıl stabil hale getirilebileceği. Akılcı olarak, ağırlanacak mülteci sayısını hesaplayıp, bunun karşısına bütün Avrupa ülkelerinin kapasiteleri konduğunda, ortada çözülemez bir sorun kalmaz. Bu durum bir istila değil. Doğru düzgün bir şekilde ağırlanmalarını, dillerini öğrenmelerini, kendilerini çekip çevirmek için ihtiyaç duydukları yardımı vesaire sağlayacak imkânları buna hasretmek gerekiyor. İşin diğer yüzü, Akdeniz’de insanların kurban gitmesi âdeta soykırım haline geldi. Bu, güçlü olmasına güçlü bir ifade; fakat binlerce bireyin ırksal temeller üzerinden bertaraf edilmesi sineye çekilirken, öngörülebiliyorken ve son kertede olağan şekilde ortaya konuyorken, buna başka ne denir? Bu durum dışa kapalı bir bölgede filan değil, bizatihi devletlerin sınırları arasında tırmanarak büyüyen bir soykırım. Tarih bizden bunun hesabını soracaktır.

Peki Avrupa’nın gerçek manada yeniden yapılandırılması amacını taşıyan ilkeler neler olmalı?

Avrupa, merkezî önemdeki şu üç soruyu kendisine yöneltmeden ayağa kalkamaz: Birincisi küreselleşme içindeki rolümüz ve bunun yönü ne olacak? İkincisi, sosyal Avrupa tasarısını neoliberalizmin karşısında daha iyi bir noktaya getirerek yenileyebilir miyiz ve hangi desteği arkamıza alarak bunu başaracağız? Üçüncüsü, yurttaşların bir bütün olarak temsil edilmeleri ile uluslar ya da vatandaşlık üzerinden temsil edilmeleri arasında bir denge tutturabilecek miyiz? Başka bir deyişle Avrupa’yı çoğulcu, katılımcı ve temsiliyetçi bir federal çerçeveye oturtabilecek miyiz? Bu konuda ısrar ediyorum; çünkü bu diğer sorunların da çözüm anahtarı. Resmî güçler gerçek güçlerle artık aynı yerde olmadıkları için ülkelerimizin hepsi temsiliyetçi demokrasi illetinden mustarip. Bununla birlikte, Habermas’ın hakkı var, kamu kurumları var olukça, temsil çağı da devam edecek. Avrupa’nın mali durumuyla ilgili meseleyi, Avrupa halklarının siyasal temsiliyeti meselesiyle birleştirmek gerekiyor. 


Çeviren: Ece Köse

Söyleşinin orijinali L’Humanité Dimanche’da (21-27 Haziran 2018) yayımlanmıştır.


[1] Yunanistan eski Maliye Bakanı Yanis Varoufakis, 2019 yılı Avrupa Parlamentosu seçimleri için ulus-ötesi listelerin varlığından bahsedilemeyecek olsa da, sınırların ötesine geçecek ittifaklar oluşturmak için tüm Avrupa kıtasını uçtan uca dolaşıyor –e.n.

[2] Vişegard Grubu, AB üyesi ülkelere mültecilerin kota sistemine göre paylaştırılması önerisini reddeden, dört Orta Avrupa ülkesi Çekya, Macaristan, Polonya ve Slovakya’nın gayri resmî olarak bir araya gelmesinden oluşmaktadır –e.n.