Modern hayatın teknoloji yardımıyla hayatı olağanüstü kolaylaştırdığı, hızlandırdığı söylenedursa da bunun tam tersini düşünen, örneğin bilgisayarın aslında hayatı yavaşlattığını iddia eden görüşler de var. Buradaki yavaşlatmadan sanırım, insanı, yaşamın gerçek deneyim alanlarından koparıp atıl ve edilgen bir pozisyona taşıyan teknolojik dünyanın etkileri kastediliyor. Terry Eagleton, Şiir Nasıl Okunur? adlı eserinde, Heidegger’den Benjamin’e pek çok düşünürün deneyimin kendisinin dünyadan kaybolmakta olduğu uyarısında bulunduğunu söyler. Modern dünyada bizi insan kılan birçok şeyi kaybettiğimiz söylense de asıl kaybettiğimiz şeyin de “kendi deneyimlerimiz” olduğu ve bunun bizi kendimizden mahrum bıraktığı mealinde sözleri de ekler, görüşlerine. Bu anlamda deneyim sözcüğünün aktif, katılımcı, geçmiş, bugün ve gelecek arasında anlamlı ilişkiler kurabilen faal yaşantıyı karşıladığını ve bu çeşit deneyimden yoksun kalmanın da insanı kadim değerler ve kendisine dair bağlarından uzak tuttuğunu ve bunun da insani yoksullaşmanın bir nedeni olduğunu söylemek gerekir. Terry Eagleton bu çeşit bir yoksullaşma için, “Kısacık algılar ve anında tüketilebilen olaylar dünyasında hiçbir şey, hakiki deneyimin dayandığı derin hatıra izlerini döşemeye yetecek kadar uzun süre sabit kalmaz,” (s. 37) der. Geldiğimiz noktada geçmişi, deneyimleri ticarileşmiş ve bu nedenle derin anlamsal izleri silinmiş bir alan olarak gördüğümüzü; geleceği anlamlı bir şimdi üzerinden kurgulayamadığımızı ve dolayısıyla kör bir “gündeliğe/şimdi”ye sıkıştığımızı görmemiz gerekiyor. Foucault ve Derrida gibi post-yapısalcılar tarafından deneyimin ölümünün insanın ölümü anlamına geldiğini belirtmek de karamsarlığımıza tuz biber ekecektir. Ancak ne yazık ki geçmişin duygu, düşünce, kavram, edim ve değerlerini bin yıllar içinde bir kuyumcu titizliğinde işleyen bütünlüklü insan öznesinin günümüzde parçalı, ruhsuz, ahenksiz, idealsiz ve ufuksuz insanıyla yer değiştirdiğini de görmeden edemeyiz. Modern insanın bütünlüklü, derin, anlamlı ve belli bir hedefe odaklanmış deneyim dünyasından kopup gündeliğin sığ, bulanık, depresif fiiline sıkışıp kalması, onu, insani olana yabancılaşmış, tutarsız, hastalıklı, çirkin ve kaba bir şimdi üzerinde sabitlemiş görünüyor. Yargı ve değer ölçülerini, anlamlar hiyerarşisini, ahlâki kıstaslarını, kişisel ve toplumsal tüm denetim ağlarını yitiren birey ve gruplar iyi ve güzel olanı yapmak için tüm motivasyonlarını yitirmiş olurlar. Ânın sunduğu imkânlar ne şekilde olursa olsun ele geçirilmeli, hızla tüketilmeli ve yenisi için hazır olunmalıdır.
Özellikle son yıllarda yakıcı bir şekilde hissettiğimiz şey, hemen tüm alanlarda kadim değerlerin, teamüllerin, hukukun, inceliğin ve belli bir kaliteyi yansıtan yerleşik üslubun gittikçe kaybolduğudur. Bunun yerine ikame edilen ise metaya dayalı güç merkezlerinin etrafında şekillenen ve gündeliğin içinde beliren nobran, şedit, ekâbir, nezaketsiz ve çiğ bir fütursuzluğun fiilî halidir. Tabii bunlara gündelik olanın akışında yaygın ve sistemli bir şekilde beliren adaletsizliği, haksızlığı, kayırmacılığı ve kural tanımazlığı da eklemek gerekir. Henri Lefebvre, Modern Dünyada Gündelik Hayat adlı eserinde 19. yüzyıl öncesinin fizikî güç merkezli iktidar ve toplum yapılanmasında her şeye rağmen belli bir üslup olduğunu; bunların arasında gücün, zulmün, bilgeliğin üslubunu ayırt etmenin o zaman için mümkün olduğunu söyler. Zulme dayalı gücün de bilgeliğin de belli bir üslubu olan büyük uygarlıklar yarattığını da ekler. 19. yüzyılla birlikte rekabetçi kapitalizmin yarattığı “modern insan”ın inisiyatifi ele almasıyla beraber kadim değerlere dayalı üslubun kaybolduğunu ve yaşamın gündelik hayatın kayıtsız, kuralsız, kaba akışına terk edildiğini düşünen Lefebvre, yeniden bir üslup yaratılmasının ve gündelik hayatın dönüştürülmesinin mutlak gereğine işaret eder.
Geçmişin araçsallaştığı ve bir referans olmaktan çıktığı, geleceğin anlamlı bir ütopya içinde belirmediği bir dünyada her şey şimdinin uzamına sıkıştırılır. Şimdi ise olup biten her şeyin belli bir ağırlığa, kalıcılığa dönüşmeden hızla akıp geçtiği kaygan bir zemin olur. Eylemler, fikirler, kanaatler kalıcı bir değere dönüşmeden hızla doğup ölürler. Bu noktada yaşamı gündelik olan ele geçirir ve gündelik olanın içinde hayatın kadim değerlerle (din, sanat, felsefe, gelenekler vb.) ilişkisi kopar. Toplum ve bireyin edimi ile değerler sistemi arasında kapatılamayan bir mesafe doğar ve artık belli ve anlamlı bir sisteme, bütünlüğe göre hareket etmeyen başıboş, kuralsız fiillerin özneleri gündelik olanın hâkimi olur. Gündelik hayatı yönetme gücünü eline bulunduran genel ve özerk despotik iktidar yapıları mutlak haline gelir. Töz niteliği de onlara içkin olana yüklenerek olup biten tüm maddi ve manevi şeylerin içeriği olarak güç kazanmaları sağlanır. Görelileşmiş değerler, gündeliğin işlevsel bir aracına dönüşerek hayatın ve siyaset üslubunun kaba ve basit bir teması olarak gündeliğin güçlendirilmesine hizmet eder hale getirilir. Kadim siyasi ve sosyal sorunların yapışkan zemininde iş görmenin ancak gündelik siyaset dilinin kaygan doğasıyla mümkün olduğunu düşünen siyasi zevat da bir süre sonra yerleşmiş, köklü, sistemli ve uzun erimli siyaset pratiğinin yerine gündelik siyasetin pragmatik, ilkesiz yapısını ikame eder. Zira gerçek sorunların ciddi bir sorumluluk, niyet, plan ve program gerektirdiği bir zeminde buna dair toplumun belli bir bilince dayalı güçlü, kararlı bir beklentisi, arzusu da yoksa siyasi elit tarafından getirisi olan bir yatırım olarak görülmez. Bu ideolojik yapıya göre inşa edilen birey de gündelik maddi imkânlar üzerinden elde ettiği tatmin araçlarına kapanarak kendisi ve çevresi üzerine tefekkür etme becerisini kaybeder. Düşünsel-felsefi olandan iyice uzaklaşır ve gündelik duyguların fırtınalı denizinde sağa sola savrulmaya başlar. Böylece gündelik hayat tekrarların bir araya geldiği mekân olarak paradoksal sığ bir praksisin çengelinde asılı kalır.
Tüm maddi ve manevi değerlerin tartıldığı bir alan olan gündelik hayat kendi doğasına uygun dili ve üslubu da doğurur. Duyguların demografisi değişir ve kalıcı, derin, anlamlı duygu alanları çölleşir, ölür, kaybolur ve şimdi burada olan, halihazırda elde bulunan yüzeysel, içeriksiz bir haz, zevk, arzu ve acı hayat bulan duygular olur. Hayata dair gerçek ve akılcı olanın birliği parçalanır ve yerini, gündelik psikolojinin bilgi kırıntılarıyla ihtiyaçlar üzerinden yönetildiği ve yeni bir toplumsal varoluşun üretildiği bulanık bir alana bırakır. Geçmiş ve gelecek arasında anlamlı bir iletiye dönüşmeyen gündelik hayat ancak toplumun kendi kendini doğrulamasını sağlayan gündelik siyasetin, yaşam akışının ve bunun üzerinde şekillenen ideolojinin anlamsal kodlarına cevap verir. Siyaset erki, toplumu yönetirken ve ona yön verirken artık gündelik yaşamın teorik olarak birbirine bağlanamayan edimler, olgular ve kavramlar düzeni içinde kendine çok rahat hareket edebileceği bir alan bulur. Ve bu anlamda geçmişe nazaran eylemlerinin doğurduğu risklerin ve sonuçların çok azını yüklenir. Çünkü gerçek sorgulayış ve eleştiri, toplumsal bütün ölçeğinde kavrayışları ve değerlendirmeleri zorunlu kılar. Fakat toplumun bu yeteneğini kaybettiğini bilen karar verici siyasi erk, kendisini ve ideolojisini tartışmanın, eleştirinin merkezine taşımadan dikkatin gündelik olay, olgu ve kavrama yönelmesini sağlar. Yönetici elit artık olan bitene dair anlamlı bir retorik geliştirmeye de gerek duymadan gündeliğin dar alanına sıkışmış dilin kıvrak, mütekerrir, ilkesiz, sonsuz olasılık barındıran bulanık anlam uzamının imkânlarından yararlanır. Zira gündeliğin dili fiiller, olgular ve kavramlar arasındaki anlamsal ilişkiyi bozan yüzeysel ve karmaşık niteliğiyle toplumsal değişimleri ve perspektifleri tanımlamayı engelleyen, perdeleyen bir işlev görür. Gündelik edimin dili son derece pragmatik ve işlevsel amaçlar için düzenlendiğinden bu dil, gündelik fiilin doğasında bulunan rekabetçi, şedit, kaba ve kural tanımaz yapısına uygun hale gelir. Yerleşik, uzlaşmacı ve kalıcı değerleri dışlayan revizyonist, sığ ve goşist bir politik tavrı hakim kılmaya hizmet eden gündeliğin dili, hayatı süreklileşen bir bunalım ve karmaşa içinde tutarak onu değişimin ilerici dinamiğinden uzak tutar. Birey ve toplum modern zamanlara değin “yaratıcı” ve “üretici” etkinlik ile tanımlanırken bunun yerine “tüketici” ve “asalak” olarak tanımlanmaya başlar. Zira insan soyu, bin yıllarca kendisine yüklediği kalıcı anlamsal değerlerden feragat etmiş ve toplumsal-ekonomik-politik-ideolojik bir bütün oluşturmaya izin vermeyen gündeliğin sanal uzlaşmazlıkları, çatışmaları içinde kendisine ve doğaya yabancılaşarak maddi ve manevi bir yoksulluğa mahkûm olmuştur artık. Ütopyasız, idealsiz kalan insanın, gündeliğin usanç verici görevleri, angaryası, yükü, aşağılanmaları içinde hayatı değersizleşir ve sahte gerçekliklerin üzerini örttüğü kurak bir iklime dönüşür. Gündeliğin kaba estetiği, geçici olanın gövdesinde kalıcı olarak kazınmak üzere bıktırıcı bir tekrarla belirir durur.