Koronavirüs ve Günlük Hayat

Ölen her bir insanın yeri doldurulamaz yokluğunun yanında, koronavirüs bizi en çok neden mahrum kıldı diye soracak olursak, cevap en zahmetsizce görmezden geldiğimiz, hatta ve hatta, kimi zaman küçümsediğimiz, kimi zaman ise kale dahi almadığımız, günlük hayatın ta kendisi olacaktır. Günlük hayat derken, durmak bilmeyen, sonsuz bir devinim içerisinde sokaklarda, caddelerde, meydanlarda, barlarda, kafelerde, lokantalarda, alışveriş merkezlerinde, gece kulüplerinde, bakkallarda, marketlerde, sinemalarda, tiyatrolarda, okullarda, üniversitelerde, iş merkezlerinde, yurtlarda, ofislerde, trenlerde, otobüslerde... akan hayattan bahsediyorum. Elbette yalnızca, her biri kendine ait atmosferi ve tonalitesi ile bizi içerisine alan, bizi gark eden bu mekânlardan ibaret değil günlük hayat.[1] Aynı zamanda, tüm bu mekânların içinden yükseldiği, Harry Harootunian’ın “doldurulmuş uzayın katılığı”[2] olarak nitelendirdiği, materyal zeminden de bahsediyorum. Ağaçlar, dağlar, çayırlar, nehirler, bitkiler, çamur, toz, taş, rüzgar ve tabii ki, hayvanlar, böcekler ve elbette virüsler –hepsi günlük hayatın bir parçası. Gelgelelim bu kadarla da kalmıyor günlük hayat, zira günlük hayatta rastlanılan her şey organik değil; mobilyalar, giysiler, edevat, araç-gereç, pencereler, cam, asfalt, bilgisayar, akıllı telefonlar, sandalyeler, masalar, ekranlar, milyonlarca, milyarca ekran –içinde, etrafında ve ortasında yaşadığımız binbir çeşit dokunulabilir ama cansız insan yapımı nesneler. Kısacası, kimsenin onlar olmadan uzayı deneyimlemediği mekânlar, doğa ve insan aklının ürünü olan nesneler, günlük hayatın ta kendisini oluşturuyor.

Günlük hayat; muazzam miktarda etkileşimden meydana gelen son derece karmaşık bir doğaya sahip, tek bir olay, önerme veya fikir ile ifade edilmesi, gözününe serilmesi, açıklanması mümkün olmayan, insanlık tarihi boyunca eşi benzeri görülmemiş modern bir yapı.[3] Hayatını onun bu anlaşılması güç dinamiğini anlamaya adamış Henri Lefevbre’nin sözleriyle:

İnsanı bir bütün olarak kuran ilişkilerin toplamı, günlük hayatta şeklini ve yapısını alır. Yalnızca orada [günlük hayatta], gerçek olanı, her zaman eksik ve kısmi şekillerde, harekete geçirerek, bu ilişkiler kendini ifade eder ve gerçekleştirir: arkadaşlık, yoldaşlık, aşk, iletişim ihtiyacı, hareket ve oyun ihtiyacı vs.[4]

Eğer günlük hayatı yalnızca, doğa, mekân ve insan aklının ürünü olan nesnelerle anlayacak olursak, ortaya çıkan resim adaletsiz bir şekilde sert, müsamahasız ve rasyonel olacaktır: planlanmış, organize edilmiş ve stabil (başka bir deyişle, kendini tekrar eden). Öyle ki, doğanın kadim döngüleri dahi -ormanlardaki patikalar, şehirlerdeki parklar, kanallar, tasmalı hayvanlar vs.- doğrusal düzlemde işleyen bir aklın, parça parça bir araya getirdiği imgelere indirgenecektir. Bu şekilde, tüm düzenin, disiplinin tam kalbinde yer alan, yok edilemez duygu nebula’sı ve onun mütemadiyen, anbean değişen ve dönüşen, aklın rasyonel nizamını ve hünerli kategorilerini reddeden doğası görmezden gelinecektir: akla katılan ama onun hükümdarlığına boyun eğmeyen; aklı kendi krallığında egemenliğinden eden duygu hortumu. Mekânların, doğanın, nesnelerin ve duyguların yarattığı dizginlenemez bir âhenksizlik, akortsuzluk, “günlük hayatın gizemi”ni ortaya çıkarır. “Her gün bir öncekini takip eder ve ona benzer,” der Lefevbre ve ekler, “ama buna rağmen –ve işte tam da burada, günlük hayatın kalbindedir çelişki– her şey değişir.”[5] Günlük hayat, aynı ile farklıyı, dinamik ve statik olanı, esrarengiz bir biçimde “içinde” barındıran, nevi şahsına münhasır, kestirilebilir bir kaostur.

Dünyaya turistleşme

1,7 milyon insan evlerimizde, sıkılıyoruz, korkuyoruz, telaşlıyız ve endişeliyiz. Halbuki en güvenilir yerde, yani “ev”imizdeyiz. Bu durumu anlamak için insanın “ev”i neresi yeniden sorması gerekiyor. Bu sorunun cevabı ise yukarıda değindiğimiz, günlük hayatın gizeminde saklı. Koronavirüs bizim, işte tam da bu gizem ile olan ilişkimize yönelik bir tehdit aslında. Koronavirüs, bizi, çelişkili bir ifade ile, evimize sürgün ediyor. Bunun sonucu olarak, sadece mekanlar, nesneler ve doğa bağlamında, hayatla materyal (ve elbette anlamsal) düzlemde kurduğumuz erişimden mahrum bırakılmadık, aynı zamanda bizi besleyen, bize kılavuzluk eden, ve bizi şaşırtan ve yoldan çıkaran o duygu fırtınasıyla olan ilişkimiz de kesilmiş oldu. Bizi bize ve ötekilere bağlayan tüm günlük hayat dinamikleri çökmeye yüz tuttu. Böylece farkına vardık ki, fenomenolojik açıdan bize aynı anda hem en yakın hem de en uzak, “en evrensel ve en emsalsiz, en sosyal ve en kişisel, en aşikâr ve en gizli”[6] –tüm bu zıtlıkları “içinde” barındıran günlük hayat bize “ev”imizden daha da yakınmış. Gördük ki, ritim ve tempomuzun büyük bir bölümünü borçlu olduğumuz günlük hayat olmadan, ellerimizden düşmeyen, birlikte evimizde mahsur kaldığımız ekranlarımız kadar düz ve engebesiz imiş hayat.

Şimdi terk edilmiş caddelerde, boş mağazalar ve kafeler boyunca yürüyor, sessiz meydanlar ve parkları, her an hanemize tecavüz edilebilecekmişcesine, tetikte ve tedirgin arşınlıyoruz. Her şey, sanki biz istemeden oluyormuş gibi ama, aynı zamanda, hiçbir şey nahoş ve istenmez değil, zira ortada bir davet yok. Bahar güneşi tepemizde parlıyor, taze bir rüzgâr esiyor; ama his aynı his değil. Hiçbir şey aynı değil, hiçbir şey değişmiyor –artık gizem yok: Mekânlar boş, doğa sessiz, duygular akmıyor. Çelişkiler askıya alındı. “Ev” dediğimiz en yakınımız bile bu süreçten nasibini aldı; aramızda tedirgin edici bir mesafe peyda oldu. Günlük hayattan mahrum kalan bizler, dünyayı ziyarete gelmiş garip turistlere dönüştük. Kendine has bir yabancılaşma, efsundan arınma –görülecek bir şeyin kalmadığı küresel bir turizm; hiçbir yeri, hiçbir kimseyi, dokunmadan bırakmamaya and içmiş modernistlerin, yüzyıllardır hayalini kurduğu mükemmel bir senkronizasyon.

Alman felsefeci Martin Heidegger ve o dönemde yaşamış “devrimci muhazafakârlar”[7] için günlük hayat, otantisite yoksunluğu (gayri sahihlik) ve “düşkünlük”ü (verfallenheit) simgeleyen, alçaltıcı, değersiz, ve negatif bir konsept idi. Bu bağlamda, günlük hayat, insanın kendiyle başarısız –“sözünü yerine getirememiş”– bir ilişki kurması sonucu, “herkes dünyası”ndaki (das Man) lakırdı (das Gerede) içerisinde yitip gitmesiyle eşdeğer tutuluyordu. Ancak, koronavirüs ortaya çıkardı ki, böyle bir “başarısızlık” olmadan insanın döneceği, özlemini ve hasretini çekebileceği bir “ev”i “halihazırda” mevcut değilmiş. Meğerse, günlük hayatı saran bu lakırdı, göründüğü kadar anlamsız, amaçsız ve boş değilmiş. Lakırdının olmadığı bir hayatta, sığınacak bir “yuva”nın da anlamı kalmıyormuş.

Eşitsiz-lik ve virüs[8]

Bu noktada yavaşlamak lazım. Zira eğer günlük hayatı, yalnızca nostaljik bir obje haline getirecek, yaklaşmakta olan Haziran ayının serin bir akşamüstü, nezih insanlarla, şık bir sokakta taze öğütülmüş kahvemizi nasıl da kahkahalar içerisinde yudumladığımızı anmak ve anımsamakla yetinecek olursak, tüm bu krizin ortaya sunduğu imkânları elimizin tersiye itmiş oluruz. Zira günlük hayat, yukarıda değindiğimiz devrimci muhafazakârların modernist kimlikleri ile ürettiği, kaybettiğimiz için, kutlamamız ve idealleştirmemiz gereken “ulu bir geçmiş” olmamalı. Eğer bu süreçte eleştirel tutumumuzu -ve hakikati- korumak istiyorsak, öncelikle bizim ile günlük hayat arasında açılan bu mesafeden destanlar ve idealleştirmeler üretme eylemine bir mesafe almak gerekiyor. Walter Benjamin’in dediği gibi, ne geçmişe ne de geleceğe, odaklanılacaksa “şimdi”ye odaklanmalı.

Bu bağlamda, Lefevbre’nin günlük hayat hakkında söylediği bir başka çok önemli hususa dikkat çekmemiz lazım. Peter Osborne’un kalemiyle, günlük hayat “esas itibarıyla kapitalizmin bir kategorisidir, modenizmin ve Soğuk Savaş sonrası ‘tüketim’ kapitalizminin –bilhassa bir modernite olarak kapitalizm”.[9] Başka bir deyişle, günlük hayat, “çürümüş bir şimdi”den gelebilecek her virüse karşı bağışıklığı olan otonom ve kirlenmemiş bir kaynak olarak görülmemelidir.

Bilakis, günlük hayat, varoşlar, hijyen olanaklarından yoksun, insanların iç içe, “üst üste” yaşadığı kalabalık sokaklar ve mahalleler, gem vurulmamış, başıboş pazarlar, kendi adaletini tesis eden mafyalar, kabadayılar, yozlaşmış şirketler, kırılması imkânsız rüşvet zincirleridir, aynı zamanda. Fabrikalar, sömürü, açlık, adaletsizlik, savaş, tahakküm, öfke, sefalet –şehirlerin, ulusların ve hatta dünyanın periferisine ne kadar itersen it, kurtulunamayanlar. Günlük hayat, sonuç itibarıyla, hem derdin hem de devanın birlikte vuku bulduğu, eşitsiz-lik’in ve engebelerin alanıdır. Bu nedenle, günlük hayat, koronavirüs sonrasında kaybedilmesinden dolayı, hasta ve çürümüş bir “şimdi”ye verilen bir cevap olarak anlaşılmamalıdır. Günlük hayat, hem maktul hem de zanlıdır –sağlık kadar hastalığı da orkestra eden, karmaşık bir konstellasyondur.

Günlük hayatın kaybı, günlük ilişkilerin insani bir boyutta gerçekleştirilebilmesi için gerekli asgari eşiğin aşıldığı bir dünyanın semptom ve sonucudur. Fabio Vingi, geçtiğimiz günlerde yayımlanan bir makalesinde bu durumu “agresif tarım-ekonomi sanayisi” ile açıklar:

Evrimsel biyoloji uzmanı Rob Wallace’in dikkat çektiği üzere, koronavirüs, Ebola’ya benzer patojenlerle birlikte, aynı MERS ve SARS gibi, giderek artan agresif tarım-ekonomi sanayisinin ekosistemleri tamamıyla yok ettiği hayvanları doğal habitatlarından çıkararak tehlikeli bir şekilde yan yana getirmesinden, bu hayvanların aşırı sıklıkla çiftleştirilmesinden ve hijyen olanaklarından yoksun, fakir ve kalabalık varoşlardan kaynaklanır.

Bu koşullar, günlük hayatın dışında değil, bilakis içinde, kalbinde ortaya çıkmış, yine insanlar tarafından üretilen, arzulanan ve desteklenen koşullardır.

Günlük hayat, bu şekilde, “kader”in yerini “kurgu”ya bıraktığı; kurgunun ise kader haline geldiği yeni bir alanı temsil eder. Bu yeni alan, geçtiğimiz yıllarda, muazzam gelir ve varlık uçurumlarına, küresel düzeyde kurulmuş emek, etnik ve cinsiyet hiyerarşilerine ve kişisel tüketim tercihlerinden başka kişiye hiçbir hareket imkânı sağlamayan bir sosyal parçalanmaya tanıklık etmektedir. Tüm bunların yanında, yakın gelecekte kaçınılmaz bir şekilde bizi bekleyen krizlerle baş edebilmek için geliştirilmiş sorumluluk kampanyaları ve sistemik analizler yerine, her geçen gün artmakta olan darkafakalılık ve komplo teorileri de son yıllarda (hakikat-sonrası toplumda) yeni “normal” haline geliyor.

Koronavirüsü yalnızca bir kriz değil, bir imkân olarak da görmek istiyorsak, günlük hayatın aslında ne kadar kırılgan bir doğaya sahip olduğunun farkına varmamız gerekiyor: bize “ev”imizde olmanın imkânını sunan o gizemin incinebilirliği. Bu virüse karşı, en nihayetinde bağışıklık geliştireceğiz; ama bu sancılı süreçten geçerken, asıl bağışıklığın, günlük hayatı ne geçmişe (o altından kirlenmemiş dönem) ne de geleceğe (ütopyalara) savrularak, “olduğu gibi” “şimdi” de anlamaktan geçtiğinin farkına varmalıyız.

***

Koronavirüsün ortaya çıkması ile birlikte azalma gösteren hava ve su kirliliği ve bunun yanı sıra doğal hayatın tekrar ortaya çıkması, birtakım insanların doğaya haddinden fazla hüküm gücü atfetmesine neden oldu. Asıl virüsün bizler olduğunu öne süren bu görüş, dünyanın bu vesile ile iyileşiyor olmasını kutluyor. Elbette bu görüşü benimseyenler, kapitalizmin alternatifsizleştirdiği bu dünyada, virüsün biz değil, bu yarattığımız günlük hayat olup olmadığı üzerine düşünmeye gerek dahi duymuyor. Eğer ileride nasıl yaşayacağımızın ölçütü bugün nasıl yaşadığımız ise, doğaya mistik güçler veya geçmişe hiç sahip olmadığı bir asalet atfetmek yerine, hayatın yaratıldığı alana, yani günlük hayatın ta kendisine dönmemiz gerekiyor. Nasıl ki, bugün, iyileşebilmek için, yaşlıları ve sağlık durumu iyi olmayanları bu virüse kurban etmiyorsak, genel anlamda, insanlık olarak iyileşebilmek ve bizi bekleyen krizlere hazırlanabilmek için de, günlük hayatın yalnızca aydınlık değil, karanlık bir yüzü olduğunu da unutmamalı, yani eşitsiz-lik ile ciddi bir muhasebeye girmeliyiz.

Bir “yuva”ya sahip olabilmek demek aynı zamanda günlük hayatın bir parçası olabilmek demek. Günlük hayatın olmadığı bir dünyada insandan geriye, meskûn ama yaşamın olmadığı bir yeryüzünü gezen yüzü olmayan turistler kalıyor. Koronavirüs, yüzyıllardır, ilerlemeci ve modernist zamansallığın, ulusal kimliklerin ardına sakladığı hayaletlerin artık görülmemesi imkânsız bir katılığa kavuşmasını simgeliyor –o katılık, yani günlük hayat.


[1] Andreas Reckwitz, “Affective spaces: a praxeological outlook”, Rethinking History, Vol. 16, No. 2, Haziran 2012, s. 241–258.

[2] Harry Harootunian, History’s Disquiet: Modernity, Cultural Practice, and the Question of Everyday Life (New York: Columbia University Press, 2000), s. 109.

[3] Elbette “günlük hayat” tarihin her dönemin ve coğrafyasında vardı. Fakat Harootunian’ı takip ederek, modern dönemdeki günlük hayatı, yazıda dile getirdiğimiz karmaşıklık nedeniyle günlük hayatın öteki hallerinden ayrı tutmak gerekiyor.

[4] Henri Lefebvre, Critique of Everyday Life: Volume I, çev. J. Moore (Londra: Verso, 1991), s. 97.

[5] Henri Lefebvre, “The Everyday and Everydayness”, Yale French Studies, No. 73, Everyday Life (1987), s. 7-11 (10).

[6] A.g.m., s. 9.

[7] Reinhard Mehring, Martin Heidegger und die “konservative Revolution” (Münih: Verlag Karl Aber, 2018).

[8] Eşitsiz-lik ile literatürdeki unevenness kavramını çevirmeyi amaçladım. Maalesef, dilimizde, “eşitsizlik”, “eşitsiz gelişim” teriminde olduğu gibi, fenomenolojik bir anlamdansa, doğrudan akla devlet, sermaye –politik felsefi- ve benzeri imalar getiriyor. Halbuki, eşitsiz-lik, tüm bu politik anlamlarının ötesinde, zamansallık üzerinden kurulan, homojen olmayan, eşit dağılmayan, farklılıkların bir aradalığını simgeleyen bir kavramdır. Eşitsiz-lik ile deneyimsel ve zamansal ayrımı yakalamaya çalıştım.

[9] Peter Osborne, Politics of Time: Modernity and Avant-Garde (Londra: Verso, 1995), s. 192.

Fotoğraf: Chung Sung-Jun