2006 Dünya Kupası finali, İtalya’nın galibiyetiyle değil, Zinedine Zidane’ın maçın bitmesine ramak kala gördüğü kırmızı kartla anılacak muhtemelen bundan yıllar sonra…ve de spor basınının nankörlüğüyle. Şanlı bir kariyerin nasıl olup da bu kadar kolaylıkla tek bir ana indirgenip bozuk para gibi harcanabildiği sorusu Zidane’ın Materazzi’ye niye tos attığından daha kolay bir soru değil. “Yeni Beckenbauer” diye baştacı ettikleri bir futbolcunun milli takım kariyerinin son maçının son dakikalarında—hem de Dünya Kupası finalinde!— neden bile bile lades yaptığını anlamaya yönelik hiçbir çaba göstermeyen, sadece kınamayı bilen spor yazarları, zaten sahada en ağır cezaya çarptırılmış Zidane’ı bir de futbol tarihi nezdinde yargılayıp mahkum etmeye çalışıyorlar apar topar, Zidane’ın bir açıklama yapmasını bekleme gereği dahi görmeden. Evet, akılcı davranıp Materazzi’nin sataşmalarını, tahriklerini sineye çekebilir, duymazdan gelebilirdi. Yapmadı. Oyun esnasında bir punduna getirip Materazzi’ye Materazzivari kalleş bir sertlik yapıp belki kart görmeden yırtabilirdi. Yapmadı. Yaptığını alenen yaptı Zidane. Kartı görünce hiç itiraz etmeden, şov yapmadan tuttu soyunma odasının yolunu. Sorgulamayı, anlamayı değil sansasyonu, yargılamayı bilenler için ondan geriye sadece bir leke kaldı yadigâr; sevenleri içinse akıl dolu oyunu ve futboldaki ırkçılık-karşıtı mücadelesi).
2006 Dünya kupasının baş öyküsü Fransa’nın yeniden doğuşuydu. İlk iki maçtaki hayalkırıcı performanstan sonra Fransız takımı önce İspanya’yı bozguna uğratıp sonra da Brezilya’yı tahtından ederek futbol seyreyleyen alemi -nam-ı diğer “dünya”yı- şoke etti. Fransızların, “oyunun güzeli”nin kralı olsalar da Brezilya’yı son üç Dünya Kupası’nda ikinci yere serişiydi bu.
Yüzbinlerce insan Fransa’nın bu silkinişini takiben Champs-Elysees’de kutlamalar yapadursun bazıları hiç de hoşnut değildi. Vakur ırkçı ve aşırı-sağcı Ulusal Cephe’nin lideri Jean-Marie Le Pen sevince limon sıkmadan edemedi. Le Pen, Fransa “milli takımda kendini bulamıyor” ve “antrenör renkli oyuncuların oranını kaçırmış sanki, daha dikkat göstermeliymiş” diyerek Fransa’nın çok-etnili takımını Fransız toplumunu temsil etmediği için kötüledi.
Kaptanı Cezayir kökenli -Zinedine Zidan-, en korkulu hücumcusu siyahî -Thierry Henry- olan bir takımda kendilerini bulamıyor Le Pen ve gibileri. Le Pen 1950’lilerde Fransız ordusu adına Cezayirliler’i işkenceden geçirirdi. Kamerun, Guadalupe, Senegal, Kongo, Algeria, ve Benin vb. Fransa’nın sömürgeci geçmişinden ülkelerden derme bir takım midesini bulandırıyor olmalı.
Le Pen’in göç ve İslam konusundaki mağara adamı görüşlerine çimleri alet etmeye kalkması yanıtsız kalmadı. Son demeçlerinden sonra, Fransa ortasahasından Lilian Thuram şunları söyledi: “Belli ki kendisi şunun idrakinde değil: Siyah Fransızlar da var, beyaz Fransızlar da, kahverengiler de. Fransa’nın başkanı olmaya soyunan biri için hepten vahim; Fransa tarihi ya da toplumuna dair hiçbirşey bilmediği ortada…Durum epeyi ciddi. Adam neredeyse televiyonda Amerikan basket takımını görüp “Yahu, Amerika’nın siyahî oyuncuları mı var, nasıl olur?” diyecek”.
Thuram şöyle devam etti: “Sahaya çıktığımızda Fransız olarak çıkarız. Herbirimiz. İnsanlar galibiyetimizi kutlarken, siyah ya da beyaz adamlar olarak değil, Fransızlar olarak kutluyor bizi. Siyah olmamız ya da olmamamız farketmez çünkü biz Fransısız. Le Pen’e söyleyecek bir lafım daha var. Fransız takımının tümü Fransız olmaktan çok gururlu. Şayet bizimle bir derdi varsa kendisi bilir, fakat biz bu ülkeyi temsil etmekten kıvanç duyuyoruz. Vive la (Yaşasın) Fransa, ama hakiki Fransa; onun arzu ettiği Fransa değil”.
Fransa’nın Portekiz’i devirdiği yarıfinalin ertesi günü Zidane ırkçılık karşıtı bir inisyatifle bağlantılı olarak bir duyuruda bulundu. Zidane mesajında şöyle sesleniyordu: “Irkçılığa mahal yok. Zaten hem bu sporu sevip oynayıp, bir takımı tutup hem de ırkçı ya da yabancı düşmanı olmak mümkün değil çünkü ırkçılık dışlamayı ve nefreti besler; halbuki futbol insanları ortak bir zevk paydasında buluşturur. Her dört senede bir insanların biraraya gelip hep beraber kutlamalar yaptıkları eşsiz bir zamandır bu. Irkçılar davetli değil” (Fransa ile şampiyonluk mücadelesi verecek İtalyan takımının kaptanı Fabio Cannavaro da ırkçılığı yeren sert bir bildiri yayınladı).
Bunlara ilaveten, muazzam yetenekli Thierry Henry de “Dikil, Sesini Duyur” diye ırkçılık-karşıtı bir kampanya başlattı. Henry, sponsoru Nike’yi ırkçılığa karşı duruşu sembolize eden beyaz ve siyahın içiçe geçtiği pazubantları üretmeye razı etti. Şimdiye dek bunlardan 5 milyon adet satıldı. Time dergisine verdiği demeçte Henry, “Bu, ırkçılığın herkes için bir mesele, kolektif bir illet olduğunu anlatmak açısından önemli…Böylelikle her renkten insanın, sahada birbirine rakip olanların dahi, hepimizin muzdarip olduğu bu mesele karşısında biraraya geldiğini gösteriyor”.
Henry’nin kampanyası yankı buluyor çünkü futbolda ırkçılık Le Pen’den ibaret değil. Afrika kökenli yıldız oyunculara muz kabukları ve fıstık fırlatan sözde taraftarlar geçen sezon Avrupa futboluna gölge düşürmüştü. Dünya Kupası’nın büyük bir kısmında bu tür saldırılar cereyan etmedi. Ve fakat 27 Haziran’daki İspanya maçı öncesinde Fransız antrenör, Raymond Domenech, Fransız takımı otobüsten inerken İspanyol taraftarların “maymun sesleri çıkartıklarını” bildiriyordu. Bu hadise, İspanyol antrenör Luis Aragones’nun birkaç sene önceki bir Fransa maçı evvelinde takımını “ateşlemek” için Henry aleyhinde attığı fevkalade ırkçı nutku getirdi hatırlara. Geçen hafta Fransa İspanya’yı yenince Aragones müstehakını bulmuş, Le Pen ağzının payını almış oldu.
Thuram ve Henry, beyaz olmayan bir Fransız takımına tahammül edemeyen Le Pen gibilerine son senelerde pabuç bırakmayan “les Bleus”ların (Mavilerin) şanlı geleneğini devam ettiriyor. Le Pen 1998 Dünya Kupası öncesinde Fransa’nın çok-etnili takımını “yapay” olarak nitelendirerek manşetlere yerleşmiş ve Zidane ile Henry daha önce hiçbir Fransız’ın muvaffak olamadığı bir şeyi yapıp Dünya Kupası’nı kazanınca da dumura uğramıştı. Başarı ülke genelinde çokkültürlülüğün zaferi olarak alkışlanmıştı. Le Pen 2002 yılındaki başkanlık seçimleri için kampanya yürütürken Fransız takımı Ulusal Cephe’nin politikalarını kınayan bir bildiride bulunmuştu. Ghana doğumlu kaptan Marcel Desailly’nin sunduğu bildiride “Farklı kökenlerden gelen Fransız takımı oyuncuları… yeniden peydahlanan ırkçı ve dışlayıcı fikirleri kınama konusunda hemfikirdir” diyordu. Desailly, demecinin devamında “demokrasi ve özgürlüğü tehlikeye sokan tutumlar, hele çok-etnili ve çokkültürlü Fransa’da, ne kabul ne de müdaafa edilebilir” diyordu. Zidane, herkesi Le Pen’e karşı oy kullanmaya çağırarak mesajı daha da güçlendiriyordu.
Fransa gibi korkunç bir sömürgeci geçmişe sahip bir Avrupa ülkesinin zaferinin göçmenler ve toplumsal adalet savaşçıları için bir kutlama vesilesi olması aslında paradoksal bir durum. Fakat geçen senenin “banliyö” isyanları ve geniş çaplı gençlik gösterilerinin işaret ettiği üzre, Fransız siyasetinin geleceği ve dolayısıyla Avrupa’nın geleceği üzerine süregiden bir savaşım var ortada. Arap- ve Müslüman-karşıtı hissiyat Le Pen ve onun aşırı sağcı şurekâsının tekelinde değil. Fransa’nın çok-etnili takımının göz kamaştırıcı başarısı, İtalya’yı yenseler de yenmeseler de, kıtanın geleceğine dair başka bir tahayyülü sergiliyor.