İleride Türkiye’de Anne Krueger, “hani asgari ücret takıntılı IMF’ci vardı ya” diye anılacak. Yarı doğru yarı yanlış bilgileri bu kadının kulağına kim fıslıyor sorusunu insana sorduracak biçimde, geçen yıl ortaya attığı Türkiye’de asgari ücretin çok yüksek olduğu iddiasını, bu yaz ortasında gene atan bu sayın iktisatçıya çok fazla haksızlık etmemek gerekir. Onun ve takımının dile getirdiklerini Türkiye’de söyleyen, düşünen, bunlara inanan epey insan var. Sorun sadece IMF değil, onu da kapsayan bir sınıf tavrı. Bunu sadece dış baskıyla, emperyalizmin Türkiye’deki oyunlarıyla, yabancı sermayenin planlarıyla izah etmeye kalkışmak, gizli bir milliyetçilikten başka bir şey değil. Bu bir milliyetçilik, çünkü Türkiye’de işverenlerin büyük bölümünün ve onların sınıf örgütlerinin, IMF olmasa da aynı talepleri dile getirdiğinin üzerini örtüp, “ulusal işveren sınıfı”nın emek-sermaye, işveren-ücretli çatışmasının bir parçası olmadığını, milli birlik ve beraberliğimizi bu konuda da yabancı mihrakların bozduğunu ima ediyor.
IMF’nin önerisi, istihdam arttırıcı önlemler değerlendirmesi içinde yer alıyor. Bu tür önlemler bir yandan işgücü arzının canlandırılmasını, diğer yandan işgücü talebinin arttırılmasını içerir. Hele Türkiye gibi, çalışma yaşındaki nüfusa oranla, işsiz olup da iş arayanların da dahil olduğu çalışan nüfusun son derece düşük olduğu bir toplumda, çalışma isteğini arttırmak olmazsa olmaz bir gerekliliktir. Türkiye’de ise, tarımdaki ücretsiz aile emeğinin başdöndürücü biçimde azalması nedeniyle, kadınların çalışma oranının azaldığı, bu nedenle istihdam oranının düştüğü paradoksal bir durumla karşı karşıyayız. Bu durumda, acil olan asgari ücretin düşürülmesi midir, yoksa diğer sosyal politika önlemlerini de hızla devreye sokarak, özellikle kadınların çalışmasının teşvik edilmesi midir?
Burada karşımıza klasik egemen iktisat yanıtı çıkacaktır. Eğer istihdamın işveren açısından maliyeti azalmazsa, böyle bir önlem sadece işsiz oranının artmasına yarar. Anne Krueger’in de mümtaz bir temsilcisi olduğu egemen iktisat anlayışı, işe sadece arz ekonomisi yönünden bakarak, ilk elde aklı selimin sesi gibi gelen bu değerlendirmeyi yapar. Buna göre istihdamın artmasının yegane olmasa bile en enemli aracı, ücret maliyetinin azaltılmasıdır. İkincisi, istihdamla ilgili işveren kararlarının esnekleşmesi, yani işten çıkarmanın kolaylaşması ve maliyetinin azaltılmasıdır. Bunun zarif tanımı esnekleşmedir. İnsanları daha da ucuz ücretlerle çalışmaya zorlamak için, çalışma yaşındaki nüfusa yönelik ayni ve nakdi sosyal transferlerin de azaltılması veya bütünüyle kaldırılması da ilaveten önerilir. Esnekleşme, emeğini satarak yaşayanların işveren karşısında mümkün olduğu kadar savunmasız ve çaresiz bırakılma halinin adıdır.
Emeği, herhangi bir meta olarak gören bir yaklaşıma sahip olanlar için, iktisat aklı, istihdamın artmasının emeğin ucuzlamasından geçtiğini emreder. Emeğin, insanlık durumunu belirleyen bir etmen olmasının yanında, karşılığında alınan ücretin toplam talebin oluşmasında önemli bir payı olduğu fikri, işveren bakışı açısından iktisat dışı görüşlerdir. Keza, emeğin kendini yeniden üretme maliyetinin de bütünüyle emeğin sırtına bindirilmesi egemen iktisat anlayışı ve işveren bakışı için iktisadın sorunu değildir. IMF iktisatçılarının bakışı bu noktada gerçek bir sınıf bakışıyla örtüşür. Yerlisinin, yabancısının fark etmediği bir bakışdır bu.
Çok özel bir açıdan olaya bakıp nesnel verileri tahrif edici yorumlar yapılması, bu bakış açısının ideolojik saplantısını ele verir. Türkiye’de asgari ücretin diğer ülkelere göre çok yüksek olduğunu iddia etmek bu saplantının ürünüdür. 2003 yılında AB İstatistik Enstitüsü Eurostat’ın karşılaştırmalı asgari ücret analizi yayımlandı. Buna göre, 1 Ocak 2003 itibarıyla AB üyesi ve aday üye ülkeler içinde, Türkiye’de 189 avro olan aylık asgari ücret, Bulgaristan, Romanya, üç Baltık ülkesi ve Slovakya’dan biraz daha yüksek, diğer AB üyesi veya adayı ülkelerden daha düşüktü. Satınalma gücü paritesi ile yapılan hesapta yegane değişen, Polonya’nın Türkiye’nin biraz gerisinde kalmasıydı.
Bugün hepsi AB üyesi olan bu ülkelerdeki hızlı büyüme ve ücret artışları dikkate alındığında, 2006 yılı ortası için yapılacak benzer bir çalışmada, 194 avro asgari ücret seviyesiyle Türkiye’nin daha da geri kalabileceğini tahmin edebiliriz. AB üyeliği açısından önemli göstergelerden birisi, ücretler arasındaki uçurumun azalması olduğuna göre, o zaman Türkiye’yi Çin veya Hindistan’la kıyaslamak ne anlama gelir? Türkiye’de asgari ücretin bu ülkeler seviyesine indirilmesi, AB üyeliği yönünde bir gidişe mi, yoksa tam tersi bir yöne mi tekabül eder? Bu emperyalist güçlerin bizi AB yönünde iteklemek için mi, yoksa AB’den uzaklaştırıp, onun etrafında bizi oyalamak için mi bu asgari ücret işine taktıkları konusunda ulusal duruşun kanaat önderlerinin bizi aydınlatmalarını bekliyoruz.
Gelelim verilere: Asgari ücret sorunu, Türkiye’de zorunlu kesintilerin, çalışan nüfus içinde azınlık teşkil eden ücretliler üzerine esas olarak yüklenmesiyle ve işverenin istihdamın büyük kısmını asgari ücretli göstermesi nedenleriyle çetrefilleşen bir sorun. Anne Kruger’in ikinci asgari ücret hücumunu yaptığı bu günlerde asgari ücretlinin eline ayda 380 YTL geçiyor. Asgari ücretlinin işverene maliyeti, 645 YTL. Net ücret toplam maliyetin %60’ını oluşturuyor. Net ücret dışında kalan maliyette 67 YTL gelir vergisi, 178 YTL SSK primi, 17 YTL işsizlik sigortası fonu primi, 3 YTL’de damga pulu var. Asgari ücretli yılda 704 YTL gelir vergisi, 2136 YTL SSK primi ödüyor. Birçok serbest meslek sahibi veya tüccarın ödediği gelir vergisinden daha yüksek bu. Asgari ücretin kat be kat üzerinde geliri olan bir dizi meslek sahibi de, asgari ücretliyle aynı miktarda SSK primi ödüyor.
Buna karşılık, bir kişinin asgari ücretle çalıştığı dört kişilik bir aile (Türkiye’de kadınların istihdama katılım oranı %25’in altında) açlık sınırı olarak da tanımlanan mutlak yoksulluk sınırının altında bir gelirle yaşamaya mahkum. Üstelik hem gelir vergisi hem de tükettikleri üzerinden yüklü bir KDV ödeyerek! Türkiye İstatistik Kurumu bu verileri dikkate alarak, 2005 sonunda asgari ücretin 508 YTL seviyesinde olmasının gerektiğini belirtmişti. Bu “sorumsuz istatistikçi” yaklaşımını elbette sorumlu mevkiler dikkate almadılar.
Krueger, neti mi, brütü mü, toplam maliyeti mi ama hangi asgari ücreti kast ettiğini belirtmiyor. Örneğin, asgari ücret maliyetinin düşürülmesi için, asgari ücrete kadar olan vergi diliminin gelir vergisinden muaf tutulması daha makul bir çözümdür. Aslında, gelir vergisi iadesi adı altında, asgari ücretlinin gerçek vergi yükü %15’den daha az. Ama bilindiği gibi, IMF bu vergi iadesinin de kaldırılması konusunda ısrarlı. Ayrıca bu iade yöntemi emek üzerinden alınan prim ve vergileri azaltmıyor. Vergi iadesi yönteminin kayıtdışı ticareti kısmen kayıt altına alma yararı dikkate alındığında, bu sistemin KDV üzerinden bir vergi iadesine dönüştürülmesi düşünülebilir. Vergi yükünde adalet açısından bu daha da doğru olur üstelik. Ama amaç herhalde bu değil ki bu konuda herhangi bir öneri gelmiyor söz konusu çevrelerden.
Gelelim sorunun dile getirilmeyen kısmına. Bugün Türkiye’de işverenlerin büyük bölümü gerçek ücretleri beyan etmedikleri için, özel sektörde çalışan ücretliler arasında asgari ücret alanların oranı gerçek oranın çok üzerinde gözüküyor. Bu da asgari ücret üzerinde yapılabilecek indirimlerin bütçe maliyetini aşırı arttırıyor. Sonuçta işverenler beyan etmedikleri ücretleri kayıtdışı gelirlerle ödeyip, ortalama işçi maliyetlerini yasadışı biçimde düşürüyorlar. Bunu asgari ücret sınırına gelince yapamadıkları için, asgari ücretin yüksekliğinden şikayet ediyorlar. Görüldüğü gibi, soruna çözüm bulunmasını engelleyen neden, asgari ücretin yüksekliği değil, işverenlerin kayıtdışı ücret pratikleri. Ama bu da bir esneklik olduğu için, Anne Krueger ve şürekasından, işveren ve hükümet çevrelerinden bu konuda ses çıkmıyor. Emperyalist güçlerin kulağımıza fısıldamadığı, yüzde yüz yerli malı bir esneklik yöntemiyle “kalkınıyoruz”.
Bölgesel asgari ücret, kıdem tazminatının azaltılması veya kaldırılması, işsizliğin alıp yürüdüğü bir ülkede 20 milyar YTL’lik bir ganimetin üzerine oturan İşsizlik Sigorta Fonu’nun ne işe yaradığı gibi konuları ayrıca tek tek ele almak gerekir. Bütün bunlarda da, arz ekonomisi damgalı, ekonomiyi esas olarak işveren ve sermayedar mantığından hareketle algılayan zihniyetin dile getirdiği eleştiriler ve reform önerileri benzer özellikler sunuyorlar.
IMF’in bağnaz ve dar görüşlü bir bakış açısına sahip olduğu, malumun ilanından başka bir şey değil. Önemli olan, bu bakış açısının somut ülkelerde hemen hemen hep aynı kesimleri kollaması ve aynı kesimlerin desteğini alması. Bu nedenle sorun IMF değil, egemen iktisat aklıyla sermaye/işveren sınıfının aklının büyük ölçüde örtüşmesi sorunudur.
Radikal İki, 16.7.2006