Loç Vadisi köylülerinin 2010 Aralık ayında Orya Holding’in Karaköy’deki genel merkezi önünde başlattığı oturma eylemi 28 gün sonra, 4 Ocak’ta Kastamonu’dan ardı ardına gelen haberler üzerine sona erdi. Önce, yılın son günü, İl Özel İdaresi vadiye kurulması planlanan Cide Hidroelektrik Santrali (HES) projesini imar planı bulunmadığı gerekçesiyle mühürledi; dört gün ardından Kastamonu İdari Mahkemesi halen sürmekte olan davada yürütmeyi durdurma kararı aldı. İstanbul’daki eylemlerini sonlandıran köylüler ise kararlılıklarını koruyor; Cide HES projesi bir daha canlanmamak üzere gündemden kalkmadan mücadelelerini bitirmeyeceklerini belirtiyorlar. Peşpeşe gelen yürütme durdurmaların ve İkizdere’de HES yapılması planlanan bölgelerin SİT alanı ilan edilmesinin ardından, hükümetin ivedelikle attığı adımlara ve alelacele meclise getirdiği Tabiat ve Biyolojik Çeşitliliği Koruma Yasası’na bakacak olursak Loçlular ve diğer HES karşıtları için mücadelenin daha yeni başladığını söylemek yanlış olmaz.
Loçluların bir yılı aşkın süredir devam ettikleri direnişi İstanbul’un göbeğine taşımalarının şirketi ve HES projelerinin arkasında duran herkesi çok rahatsız ettiğini tahmin etmek güç değil. Peki, rahatı bozulması gereken sadece onlar mı? Loçluların ve HES tehdidiyle yaşayan diğer Karadenizli, Egeli, Akdenizli, Doğu Anadolulu vatandaşların kararlılıkla sürdürdüğü HES karşıtı eylemler kendini çevreci, solcu ve/veya kentli olarak tanımlayanlar için yüzleşmesi çok kolay olmayan bir grup soru ortaya koymuyor mu?
Türkiye’de küçük HES’lerin bu kadar yaygın ve sistemli bir şekilde ortaya çıkmasının günümüz kapitalizminin aslında birbiriyle çelişir gibi gözüken iki eğiliminin eşsiz ve ürkütücü bir birleşimi olduğu söylenebilir. Türkiye’de enerji üretimi bir yandan özelleşirken bir yandan da – nükleer ve termik santraller gündemden düşmese de – yeşilleniyor.
Bu eğilimlerden ilki olan kamu kaynakların özel mülkiyete aktarılması meselesine Türkiye kamuoyu hiç de yabancı değil. 1980’lerin ortasına doğru başlayan özelleştirme maceramızın özellikle son beş yılda aldığı ivme artik sıklıkla tekrarlanan, çokça bilinen bir gerçek. Bu noktada görece yeni olan ve dikkat çekilmesi gereken özelleştirmenin kapsamının genişletilmesi; ortak mülkiyet alanı olarak bildiğimiz derenin, rüzgârın, toprağın metalaşması, özel mülk haline gelmesi ve alınıp satılmaya başlanmasıdır. Yüzleşmemiz gereken çelişkilerden birincisi tam bu noktada ortaya çıkıyor. Küresel ısınma korkusuyla sarıldığımız yenilenebilir enerji kaynakları su ve rüzgâr gibi ortak değerlerimizin özelleşmesi sürecini tetikliyor.
Koray Çalışkan bir süre önce (Radikal, 28.11.2010) HES’ler üzerine yazdığı yazıda, haklı olarak, bu yatırımların “yeni bir sermaye birikiminin habercisi” olduğunun altını çiziyor, HES’lerin temiz enerji sayılmasından dolayı sahipleri için yarattığı ranta dikkat çekiyordu. Peki, HES’leri “sözde” temiz enerji olarak sınıflandırmak ve aslında gerçekten yeşil olmadıklarını ima etmek bize yardımcı olur mu? Yoksa mesele yeşil’in kendiyle yüzleşmekten mi geçiyor?
Sorunun cevabı küçük HES’lerin tarihin tam da bu noktasında bu şiddetle ortaya çıkmasının anlamını aramakta yatıyor. Bu da ancak kapitalizmin ve kalkınma politikalarının tüm dünyada müthiş bir hızla yeşillenmesini ciddiye almakla mümkün. HES’ler de varlığını sermayenin ve onun dayandığı teknolojik altyapı ve bilgi birikiminin yeşillenmesine borçlu. Artık modası geçmiş bir döneme ait olan Ilısu Barajı için fon bulmak (uluslararası kampanyaların da sayesinde) bu kadar güçleşmişken; Dünya Bankası’nın Türkiye’ye ayırdığı en büyük fonlar yenilenebilir enerjiyle ilintili, dolayısıyla küçük HES’lerin finansmanı için kullanılabiliyor. İşte bu yüzden aslında ne kadar çevreci olduklarıyla övünen siyasetçilere çok şaşırmamak lazım. Bu sebepten nükleer ve termik santralleri eleştirirken HES’lere yüksek sesle karşı çıkamayan büyük çevre örgütlerine çok da kızmamak lazım. Ve yine bu yüzden inşa ettiği HES’in ‘‘temizliğini’’ karbon piyasalarında satan şirketin yeşilliğini – ironik de olsa – teslim etmek lazım.
Ekolojiyi korunması gereken bir doğal ortam olarak dar anlamıyla algılayan bir çevreci anlayışın kendisini zaten yeşil olarak var eden HES’lerle mücadele edebilmesi güç. Öte yandan, eleştirisinin merkezine toplumsal adaleti yerleştirebilen bir eko-politik muhalefet küresel kapitalizmin çelişkilerine takılmaktan kendini alabilir. Her çevre sorunu gibi HES’lerin de bir toplumsal bölüşüm ve kaynaklara ulaşım sorunu olduğu ile yüzleşmek bu yolda atılacak ilk ve en önemli adımdır.
Bu bağlamda HES karşıtı köylü ve aktivistlere devlet yetkililerinin ve şirket sahiplerinin en sık verdikleri cevaplardan biri olan “madem çok karşısınız, o halde kullanmayın bu elektriği’’ kolaycılığı belki de alternatif eko-muhalefetin tersten okuyacağı bir başlangıç sorusu olabilir. Gerçekten de kim kullanıyor bu elektriği? 2000 civarı küçük HES ve üreteceğı enerji hepimizi eşit oranda mı etkileyecek? Yüzde sekizlerde dolaşmasıyla övündüğümüz büyüme hızımızı besleyen enerjinin bedeli aylık elektrik faturasından mı ibaret sadece? Yoksa bu bedeli bazılarımız köyleriyle, dereleriyle mi ödüyor? Işıltılı Avrupa kültür başkentimizin, turizm bölgelerimizin, üretim devi Anadolu kaplanı şehirlerimizin enerjisinin yükü kimlerin sırtına biniyor?
Bu sorularla yüzleşmek sadece kapitalizm, üretim ve kalkınmayla hesaplaşmayı değil; Türkiye’de kentlilik ve kırsallık sorununu olanca çıplaklığıyla tartışmayı da gerektiriyor. HES’lerin bu yoğunlukta ortaya çıkışı – Çiftçi-Sen genel başkanı Abdullah Aysu’nun hatırlattığı gibi[i] – ülkede yaşanan kırsal dönüşüm ve köysüzleşme eğilimiyle birebir örtüşüyor. Yakın zamana kadar sorunlu ve güvenilmez bulunan kent, bugün büyümenin motoru olarak değer kazanırken kir iyiden iyiye göz ardı ediliyor. Arazi ve kaynak spekülasyonunun, rantın, finans kapitalin önem kazandığı bu kırsal ve kentsel dönüşüm süreçleri tüm vatandaşları eşit etkilemiyor. Kent yoksulları şehirlerin çeperlerine sürülürken, HES ve benzeri kırsal projelerle artık kır da düşük gelirli köylüler için yaşanılamaz hale geliyor. Tüm bu iç içe geçmişlik “orada bir köy var uzakta...” romantizmine bulanmış çevreci yaklaşımları anlamsız kılıyor. Nasıl bir kent istediğimiz sorusunun, nasıl bir toplumsal adalet ve nasıl bir kır istediğimiz sorularından bağımsız cevaplanmasının mümkün olmadığı zamanlardayız.
HES karşıtı direniş bugün ülkedeki en ciddi toplumsal muhalefet kaynaklarından biri olmanın yanı sıra eko-politik eleştirinin en önemli deneyim merkezlerinden de biri... Yerel köylü hareketleri ve kent merkezli yeni çevre aktivistlerinin (Karadeniz İsyandadır Platformu, Derelerin Kardeşliği Platformu, Türkiye Su Meclisi, Munzur Koruma Kurulu vb.) birlikteliğinden meydana gelen bu oluşumlar birçok sebepten ilgiyi ve desteği hak ediyor. Tabana yayılan çok sesli yapılarıyla dikkat çeken HES karşıtı oluşumlar tek bir yere bağlı kalmayıp derelerin ve bölgelerin kardeşliğine vurgu yaparak mekân romantizminin ötesine geçme vaadini taşıyor. Suyun metalaşmasına karşı direniş su gibi doğal kaynakların kamu mülkiyeti niteliğini yeniden hatırlamamızı sağlıyor. Bu oluşumlar bir yandan da kent ile kır arasında geri dönülmez biçimde zayıfladığını varsaydığımız bağın aslında ne kadar güçlü olduğunu toplumsal adalet anlayışı içinden gösteriyor. Kapitalizmin bu yeşil dönemecinde HES karşıtı hareketin yeni bir sol dil yaratması, sol ile çevre hareketi arasında yeni ve daha canlı bir köprü oluşturması çok mu zor?
Minnesota Üni. Sosyoloji, doktora
[i] http://www.karasaban.net/kirsaldaki-degisimin-adi-hes-bahanesi-enerji-abdullah-aysu/