Hasan Ünal Nalbantoğlu, otuz yıl görev yaptığı ODTÜ’den 20 Ocak Perşembe günü uğurlanırken, ardından konuşanların birçoğu fazla bir şey söyleyemediler. Meslektaşlarından birisi, “renkli bereler”iyle hatırladığını söyledi. Bölümdeki kapı komşusu bir başka hocamız da Ünal Hoca’nın uzaklığından söz etti. Hemen hepsinde bir “mesafe” bahsi vardı. “ODTÜ ruhunun yaratıcılarından birisidir” dedi Bahattin Akşit Hoca. “ODTÜ ruhu”, “eleştirel düşüncenin yuvasıdır” diye ekledi. Sonra sendikaları, meslek örgütlerini temsilen, kendi deyişiyle “dışarıdan” bir konuşmacı katıldı. Ünal Hoca’nın sosyalizmle ilişkisini dillendirdi. Eleştirel düşünce sosyalizm demekmiş gibi en çok o alkışlandı.
Ünal Hoca, ODTÜ kampüsünü kendisine yer tutmuştu. Evinden bölüme gidip gelirken de ODTÜ ruhunun dokunmasına katkıda bulunuyordu. Konuşmacıların deyişiyle, ondaki “ilgi çekicilik”, “boylu posluluk”, “farklı duruşu” bu ruhu bezeyen süslerdi. Belki de ölümle beraber anılmak özellikle onun için çok yadırgatıcıydı. Evi de kampusun hemen yakınlardaydı. Ama bu kadar içinde olduğu bir yerle nasıl olup da bunca zaman büyüttüğü bir mesafe yaratmıştı. Akademinin aldığı yeni şekillerden sıkça söz ederdi. Akademiler düşünmeye pay vermeyen yerler olmaya başlamıştı ona göre. Ünal Hoca da zaten kampüsten pek fazla uzaklaşmasa da, genelde düşüncesinin aktığı mecralar başka yerler olurdu. Bazı seminerler sunardı. Özellikle kadim dostu Ulus Baker’le yaptıkları hâlâ çınlar kulaklarda.
Öğrencileri konuştu ardından; eskileri de yenileri de özünde değişmemiş bir adamı tarif ettiler. Ben de zamanında tüm derslerini almış bir öğrencisi olarak, öğrencilerinin Ünal Hoca’yı uğurlamayı daha iyi becerdiklerini fark ettim. O mesafe sanki öğrencileri için kalkmış gibi, farklı ve sıcak bir Hoca resmi çizdiler. Konuşmaları sıkça ağlamalarıyla kesildi, erkenden kalkıp onun için yazdıkları konuşmaları, şiirleri okudular. Ünal Hoca, biraz da öğrencileri arasında bir söylence gibi, tevatüren anlatılır, namı yürürdü. Arkasında yazılı, basılı fazla bir şey bırakmadı. Yapıtının çoğu her öğrencisinin kulağına çalındığı kadarıydı. Bu yapıt, Cumartesi derslerine katılan öğrencilerin yarım yamalak dinledikleri, yanlış anladıkları, dersin başka derslere benzememesinden olsa gerek bazen reddettikleri, “neden bize bunları anlatıyorsunuz!” diyerek kimi zaman dinlemedikleri, bazen uyukladıkları kadarıyla bizlere ulaştı. Ama her iyi öğrencisinde bu yapıtın yankısı belki de hayatları boyu çınlayacaktır. Ama bu öğrenciler bir araya toplansa yine de ortaya bütünlüklü ders notları çıkamayabilir. Ünal Hoca’nın birçoğu kendi düşünsel serüveninin uğrakları olan ve belli bir müfredatı izlemeyen konuşmaları, öğrencileri tarafından kayıt altına alınabilecek şeyler de değildi. Derslerinde sadece anlatmaz, düşüncesinin canlandığına tanık olurduk. Ellerinin aldığı şekiller, sesinin tonlaması da bu anlatılanlara eşlik ederdi. Ondaki derin düşüncenin aldığı şekilleri aylar boyu izlerdik. Pre-sokratiklere, Aristoteles’e, Kant’a, Gadamer’e ve özellikle de Heidegger’e başvuruları onun düşüncesinin mecrası üzerinde arada geri döndüğü uğraklardı. Özellikle pre-sokratiklerden Parmenides ve Herakleitos’a başvurusu, saf ve bozulmamış bir düşüncenin olanaklarıyla ilgili bir arayışa karşılık geliyordu sanki. Uzak Doğu düşüncesi de, kendi halinde akan ve düşünenden bağımsız çoğu zaman kendi yolunu bulan düşünceye bir yol, patika (tao) sunardı. Onun yaptıklarının bir özeti olmasa da, yapıtının tarifi, Ünal Hoca’nın bir yerinden yakalayıp, ısrarla kovaladığı, taviz vermeden peşine düştüğü ve birçok başka şeyi uğruna feda ettiği düşüncelerdir. Yazılı, sözlü, resimli ve edimsel karşılıkları olan ve bu yüzden de kayıt altına alınamayacak bir düşünce yapıtı ortaya çıkardı. Bir şeyler basma, yayınlatma kaygısı da bu düşünceyi kesintiye uğratan bir oyalanmaydı sanki. Gevezelik ona göre büyük bir suçtu. Belki de bu yüzden öğrencilerini fazla dinlemedi, kapı komşuluklarını çok da beceremedi ve düşüncesiyle arasına giren her gevezeliğe, boşunalığa, karartıya mesafe koydu. Ünal Hoca esasa ilişkin olmayanla, farklı niyetlerle ortaya çıkan her tür yapıta, işe, ifadeye fazla yüz vermezdi. Ama bu onun seçkinciliğinden, ilginçliğinden değildi. O yapıtına saygı duyuyordu ve düşüncenin hatırına, bir açılıp, bir kararan Eski Yunanlı hakikate yakışmayan her tür ifadeden uzak dururdu. Hakikat, bulunan, keşfedilen, güvenceye alınan bir kavram değildi ona göre. Bu yüzden hemen bulduklarının havasına girip bir şeyler yazıp, çiziktirmezdi. Hakikatli olanın kendisini silen, yalanlayan tarafı da, hakikatle, kesintisiz düşünceyi özdeş kılardı. Yani hemen kalemi eline alsa, birkaç seminer verse, araştırma metni yayınlasa esaslı olanla bağlantısını yitireceğinden korkardı belki de. Ama bu sayede çok geç aldığı akademik unvanları çok daha erkenden alabilirdi.
Derslerine hazırlanırken, düşüncesinin o dönemki seyriyle ilgili bir şeyler çiziktirir, şemalar hazırlar, esaslı düşüncelere kenar süsleri yapardı. Kendisine uğrayan ama bir süre sonra kendisini de aşan bu büyük felsefece düşünceye boynunun borcu gibi kulluk eden büyük bir filozoftu, gerçek bir bilgeydi Ünal Hoca. (Otuz yıl sosyoloji bölümünde ders vermiş olsa da.) Cioran’ın “kendisini yeryüzüne kaydetmek istemeyen” bilgeleri gibi, düşündüğü her şeyle sorumluca bir ilişki kurardı. Her bildiğini, düşündüğünü, aklına eseni kamuoyunun beğenisine sunanlardan değildi. Hiç bitmeyecek, ucu kapanmayacak bir düşüncenin hatırına yollardan ayrılmazdı. Heidegger’in ormandaki yürüyüşleri gibi, o da bölümle evi arasında yıllarca gidip geldi.
Ünal Hoca, ölüm üzerine de çokça düşünür, konuşurdu. Gerçek düşüncenin ölüm fikriyle bir hesaplaşma olduğunu söylerdi arada. Yakınlarının söylediği kadarıyla, yıllar önce yüzünü göstermeye başlayan bir ölümle hem savaşması, hem de onu güler yüzle kabullenişi, kapsayıcı düşüncesinde ölüme her zaman bir yer ayırmasından olabilir. Ölümü saygı duyulacak bir düşman gibi karşılaması, onu trajik bir kahraman yapar. Akhilleus’un “hızlı yaşayıp, genç öldü”ğünden söz ederdi: Temiz bir ölümdü onunki. Ünal Hoca da böyle erkenden ölmüş kahramanlarla dolu bir pantheon da yerini aldı.