Sanırım şu son iki hafta boyunca Kuzey Afrika Arap kıtasındaki gelişmeler dünyada toplumsal muhalefetin de yönünü değiştirmiş bulunuyor. Mısır halkının Tunus’taki Zine El Abidine Bin Ali iktidarına son veren ayaklanma modeli bütün yarım adayı kapsayan bir ateşe dönüştü bile. “Bin Ali Defol” diyen Tunus direnişi Mısır’da “Mübarek defol” sloganlarıyla cevap buluyor. Mısır’da iktidar karşıtı gösterinin simgesi İskenderiye’de polis tarafından gösteri sırasında öldürülen Halid Said adli genç aktivist oldu ki gösterilerde “Hepimiz Halid Said’iz” sloganları yer almakta. 6 Nisan Hareketi gibi liberal talepleri olan bir muhalefet ile Müslüman Kardeşler şu an aynı söylemsel hat üzerinde iktidara karşı durmaktalar. Hüsnü Mübarek hükümeti, iktidarı lağvetme ve yeni hükümeti kurma görevini alt birime şimdiden vermiş bulunuyor bile.
Mısır’da ilk kez bu kadar büyük bir kitle, iktidar karşıtı bir sosyal hareketi sokaklara taşırdı. Fakat sorunlu bir isimlendirme dâhilinde konuşursak, Batıdan apartılmış konseptler dâhilinde hareket eden bir analizler sisteminin çok da başarılı olamadığını görüyoruz. İlkin belki de bunun bir devrim hareketi olmadığından konuşmak gerek (“Yasemin Devrimi”). Bu şey devrime çok büyük anlamlar yüklediğimizden değil, ortaya çıkan ayaklanmanın böyle bir siyasal talep dâhilinde hareket etmediğindendir. İlkin şunu belirtmekte yarar var gibi geliyor: Hem Tunus’ta olsun hem de Mısır’da olsun sokaklara çıkan kitle, ulusal bayraklar, ordu ve ulusal marslar eşliğinde hareket eden ve nedense bana 1968 Türkiye ulusal sol hareketini (MDD) çağrıştırarak “ordu-millet” el ele diyen bir ayaklanma modeliymiş gibi gelmektedir. Zaten bunu sürgünde yasayan Abdelwahab Meddeb, Muhammed El Baradey ve Adel Rıfat ile insan hakları militanı Tunus sorumlusu Larbi Chouikha gibi yazar ve siyaset bilimcilerde aşağı yukarı bu şekilde okumakta ve demokratik atılımın yanında bu militarist tehlikeye de dikkat çekmekteler. Larbi Chouikha, Arap ülkelerinde gelişerek sorumsuz saldırı ve şiddet sarmalı dâhilinde hareket eden bu kitle hareketinin adının “kadife devrimi” olarak nitelendirilmesine şüpheli yaklaşmakta. Örneğin geçen hafta Tunus olayları sırasında birçok Mısırlıyla yapılan röportajlarda, buna siyaset bilimci Amr El-Choubaki’de dâhil, Mısır’ın Tunus’a benzemediğinden, belki de 30 yıllık Hüsnü Mübarek hükümetinin diktatoryal etkisinden olsa gerek, Mısırlıların söz dinleyen bir halk olduğundan bahsedilmekteydi.
Öte yandan Amerikan dış politikasının en önemli yerlerinden biri olan Yemen’de de meydana gelen hareketlenmeler, buralarda radikal İslami örgütlerin güçlü oluşu, bunu dengelemek adına Türkiye’nin İslam kozuyla buraya gidişi vb. birçok süreç aslında Ortadoğu’da gelişen siyasal etkinin dozunu da belirlemektedir. Keza hem Tunus ve Mısır’da hem de Yemen (Ali Abdullah Saleh rejimi), İran (Ahmedinecad ve Şah rejimi) ya da Suriye’de (El-Esad ve Baas rejimi); fakirlik ve işsizlik oranı çok yüksekken iktidardaki oligarşik ailesel yapının ülke topraklarının ve hazinesinin yarısından fazlasına sahip olduğu rejimlere sahipler. Yine aynı şekilde bu ülkelerde etkili olan baskı politikaları, yasaklamalar, insan hakları ihlalleri, iktidar yanlısı olmayan birçok gazetenin yasaklanması, internet üzerindeki kısıtlamalar, işkencenin doğallaştırılması, devlet şiddetinin yoğunluğu, etnik, cinsiyetçi ayrımcılık politikalarının rejimlerin düsturu haline gelişi, ülkelerinden kaçmak zorunda kalan siyasi sığınmacılar ve daha birçok siyasal ve sosyo-ekonomik olgular makro düzeyde okununca bugünkü siyasal direnisin nüveleri gibi durmaktadır. Örneğin Bin Ali rejimi ve ailesinin tahmini olarak 12 milyar dolarlık bir gelirin sahibi oldukları ve bu gelirin büyük çoğunluğunun da Fransa gibi eski rejimi destekleyen ülkelerde olduğu tahmin edilmektedir (bkz. CADH ve Elaph). Kaldı ki rejim kendisine karşı olan birçok politik aktörü, muhalif sesi ya sürgüne meyil ettirmişti ya da hapishanelerde barındırmaktaydı. Bölgenin sadece bununla kalmayıp, Filistin sorununda tarafsız durmaya ve Amerikan politikalarını izlemeye meyilli Mübarek rejimine kayıtsız kalmayan bir siyasal Müslüman kitleye de sahip olduğunu bilmekteyiz. Mısır’da gizli polis teşkilatı Mukhabarat’ın kendisinin de söylediği gibi bölgede kendilerinin güçlü oluşu, rejimin polis devleti modeli dâhilinde örgütlendirildiğin ve rejim karşıtlarının nasıl bir baskıya maruz kaldığını kestirmemizi sağlıyor. Aynı şekilde Amerika’nın İran karsısında model olarak sunduğu Mısır, Arap laisizminin batılı sosu olarak çürümüş bir model olarak duruyorken, aynı Amerika ve Avrupa, emperyal duyguları dâhilinde hareket ederek dün destekledikleri Mübarek hükümetine karşı rejimin düşüşünden sonra hiç bir şey yokmuş gibi bugün isyancıların yanında yer aldılar.
Öncelikle şunu belirtmekte yarar var: Hem Bin Ali hem de Mübarek hükümetinin 30 yıla yakın süredir ülkelerini ailelerinin emperyal arzularını kışkırtan oligarşik bir düzen dâhilinde ördükleri su götürmez bir durum. Bin Ali ve Hüsnü Mübarek neredeyse ülkenin yarısından fazlası kadar bir serveti ellerinde bulundurmaktadırlar. Oysaki 2 hafta önce başlayan sokak hareketlerini açlık sınırının altında yaşayan nüfusu 4 milyona varmış Tunus ve Mısır’da işsizler taşıdılar. Bütün varoşların başlı başına gettolaştırıldığı, Batı turizminin egzotik başkent ve örnek İslam ülkesi modeli Kahire kenti açlık sınırını zorlayan birçok siyasal ve sosyolojik olguyu barındırmaktadır. Keza belki de birçok yönüyle Türkiye’ye de benzeyen yönleriyle Kahire ve Tunus’taki kentsel yapı ve siyasal ekonomik dengesizlik, bu yeni işsiz hareketin spontane bir şekilde zincirleme hareket etmesini sağladı. Ayrıca bu hareketlerde Mısır’ın Gazze’ye karşı uyguladığı ambargonun, uyumlu İsrail politikalarının ve “Müslüman” olmasına rağmen Filistin sorununa 1977’den sonra takındığı suskunluğun da etkili olduğunu söyleyebiliriz.
Başka bir yönden, bölgede İsrail rejimiyle diyalog halinde olanların tarihsel ve ideolojik formasyonuna baktığımızda, otokratik iktidar sahiplerinin (Kral Hüseyin, Sadate, Kral Abdullah, Mübarek, Bin Ali vs.) İsrail’le barış halinde olup, Avrupa’nın ve Amerika’nın dış politikasıyla uyumlu olduğunu görmekteyiz. Birçok Arap ülkesini, özellikle Suriye, Arabistan ve Yemen’i tedirgin eden bu gösteriler aslında Batı ülkelerini de tedirgin etmektedir. Keza Fransa gibi eski kolonyalist ilişkilerini diktatör rejimleri üzerinden Afrika’da yeniden kurgulayan ve uygulayan ülkelerin milyar dolarların üzerindeki petrol, silah vb. devlet anlaşmaları (ki Bin Ali, Sarkozy’nin iyi dostudur) söz konusu olduğu gibi, Amerika (Bush ve şimdi Obama hükümetinin) gibi ülkeler içinse İsrail’le dost olmuş, Irak ve Afganistan’a Kızıl Deniz üzerinden varılan jeopolitik güzergah olarak ve İslam dünyasında “model Müslüman ülke” kabul edilen Mübarek hükümetinin düşüşü bir travma olarak okunmalı. Çünkü Amerikan emperyal politikaları ve diplomasisi bu meselenin sadece iktidar değişimi dâhilinde kendi başına okunamayacağının da farkında. Keza İran’ın, Lübnan Hizbullahı üzerinden oynadığı aktüel diplomatik stratejinin, aynı şekilde Mısır ve civarında da etkili olduğunu okuyabilen bir Obama hükümetinin telaşı boşuna değildir.
Perspektif olarak Ortadoğu’nun yeni siyasal engebelere ve okunuşlara ihtiyacının olduğu su götürmez gibi geliyor. Belki de bundan dolayı herkesin Arap yarımadasında haddinden fazla umut beklemesi şaşırtıcı olmamakla birlikte Tunus ve Mısır’daki ayaklanma ve direnişin devrim diye okunması büyük analitik bir hata gibi duruyor. Bu şey devrime yoğun anlamlar yüklediğimizden değil, ama bu bir devrim hareketi olamayacak kadar “sonuçsuz”, anlık bir ulusal direniş modeli olarak görünüyor. Öyle ki diasporada yasayan Mısırlı ve Tunuslu entelektüeller bunun bir değişim olduğundan dem vuruyorlar; hatta bazıları bunu yeniden “Arap sosyalizmi” olarak okuyorlar ki bu bile bize ayaklanmaların (ulusal mars, ordu, millet, bayrak) ulusal kodlar dâhilinde gelişen bir sosyal hareketin göstergeleri olduğunu belirginleştiriyor.
Aynı şekilde Abdel Rıfat gibi siyaset bilimcilerde Mısır’da olanları Mübarek hükümetinin bitmesi açısından hem olumlu hem de daha tehlikeli bulabilmektedir. Çünkü Mısır’da iktidar militaristleştiriliyor, ordu şuan gücünü Mübarek hükümetini devirerek ve popüler bir ayaklanma modeliyle de sınıyor olabilir. Korkulan şu ki Mısır 1977 baharındaki Mısır değil (gerçi o zamanda yine bir Arap sosyalizmi denilen ulusal model vardı). Tam aksine ordunun iktidar için söz sahibi olmak istediği sivil bir dönemden çok, iktidarın askerileştirildiği ve İslamizasyon modelinin öne çıkarılabileceği bir döneme de gidiyor olabilir. Dolayısıyla bütün erken okumaları, belki de artık değişmesi gereken hem liberal hem de klasik randımanlı sol angaje duruşu bir kenara bırakıp (bütün direnişler kutsal ve olumludur söylemini bırakmaktan bahsediyorum), Tunus’taki (Bin Ali’nin gidişi önemlidir fakat iktidar hala beklenilen değişimi sağlamış durumda değil) ve Mısır’daki iktidarlara (Mübarek’in gidişi önemli olmakla birlikte) vesayet sistemi dahilinde askerin gelebileceğinden ve Ortadoğu’da militarist bir örgütlenmeye gidilebileceğinin yanı sıra, radikal aktörler olarak İslami örgütlerin gücünün de bu politik minvalde artabileceğini düşünmek gerek. Keza bir taraftan radikal İslamcı örgütlerin güçlü olduğu ve İran, İsrail, Amerika ve Avrupa eksenli politik stratejilerin hakim olduğu bu coğrafyalarda asıl tehlike ( Tunus, Mısır, Yemen, Suriye ve buna Türkiye’yi de eklemek gerekecek.) bu. Batıdan taklit ettiğimiz alıntılarla süslediğimiz “Yasemin Devrimi” (en son Ukrayna’da gördüğümüz) gibi büyük ve kadife laflar ne yazık ki aktüel olarak hiçbir (Marksist, anarşist, sol, İslam ya da alternatif sosyal hareketler vs.) literatürde taraf bulamıyor. Liberal söylemin ulus aşırı coğrafyalara yüklediği Batılı ulus devlet modelleri dâhilinde işleyen bu “demokratik atılımlar” ve kadife devrim stratejileri; sanırım 1990’lar sonrası Doğu Avrupa, Ukrayna, Asya, Rusya, Kosova vb. eski Sovyet bloğu ülkeleri düşündüğümüzde, ne yazık ki bulunduğu ülkeleri ulusal marşların (simgelerin), militarizmin veyahut mafyalaşmanın cenderesine sokmasından öte çok da bir şey ifade etmedi. Sanırım burada 1990’lar sonrası dünyada hareket halinde olan küreselleşmenin de etkisini görmek gerekecek. Özellikle yakın zamandaki krizle birlikte fakirlik oranları ciddi şekilde artan Tunus, Mısır ve Yemen gibi diktatoryal polis devletleri aynı zamanda dünyalaşmış kapitalist sermaye aktine de ayak uyduramayan eski model ulus devlet rejimleri olarak da varlıklarını sürdürmekteydiler. Afganistan ve Irak minvalinde gelişen emperyal stratejik diplomasi atağı halindeki Amerikan dış politikaları içinde yorucu gibi duran bu eski model ulus devletçikler, sanırız yeni döneme ayak uyduramadıkları içinde olsa gerek ki batili iktidarlar tarafından sükunete davet edilen “yasemin devrimi” modeli dâhilinde okunmakta, eski Sovyet bloğundan çıkmış devletlere demokrasi dersi veren “büyük ağabeyler” burada da kendini makro model olarak dayatmaktadırlar.
Dolayısıyla inatla şunu diyebiliriz ki, şu günlerde Arap coğrafyasında bir özgürlük havası hâkim. Direniş kamusal ve siyasal alanı değiştiriyor; lakin yine de beklemek ve bol ağızdan erken konuşmamak gerek. Devrim diye nitelenen olumlu anlamalarla yüklenen bu Arap baharındaki direnişler bir askeri vesayet sistemine de yol açabilir. Evet, Mısır ve Tunus'daki diktatörlere karşı (buna Suriye, İran ve Yemen'i de eklemek gerek) halkın direnişi önemli duruyor ve rejim karşıtları açısından müthiş bir kazanım olarak gözüküyor. Fakat bunun nereye kanalize olacağı ve nasıl dejenere edileceği ise çok açık bir şekilde okunabiliyor. Gazetelerin, özellikle Batı ve Türk basınının gelişen olayları magazinel bir havada sunarak müthiş dezenforme etmesi ise başka bir tehlike. Çünkü bu “etik” duruş Irak savaşını da aynı magazinel havada okudu ve ne yazık ki okutturdu. Bugün Ortadoğu üzerine kafa yoran birçok siyaset bilimci İran'ın Mısır’daki Müslüman Kardeşler örgütü ve Lübnan ile Yemen hattındaki diplomatik başarısından da bahsediyor. Tabii şunu da eklemekte yarar var gibi: Şuan ortaya çıkan sosyal hareketin dinamiği açısından baktığımızda bölgedeki direnişin kodları bir İslam direnişine de benzememektedir. Mısır’da Müslüman Kardeşler örgütü bugün hiç beklemediği bu spontane direniş modeli üzerine insanları pasif direnmeye davet etti. Her halükarda bütün bu gelişmeler Mısır’da ve bölgede yeni sosyal ve siyasal duruşları yaratıyor. Üstüne üstlük yeni bir demokratik yapılanma olabilir mi sorusunu sordurtabiliyor. Korku bariyerleri otokratik rejimlere karşı sokağa inen direnişçiler tarafından her şeye rağmen kırılıyor. Fakat ulus devletin yeni modelleşmesi dâhilinde Mısır’da ve Tunus’ta yeni bir durumda doğuyor.