Türk milliyetçiliğinin coğrafyası zayıftır. Kuşkusuz, Osmanlı’nın çözülme sürecinde bakiye vatanın ‘nereler’ olacağının geç belirlenmesiyle ilgisi var bunun. ‘Devleti kurtarma’ cehdi içinde, şu veya bu coğrafya arasında pek fazla ayrım gözetilmemesinin payı var. Yeni devleti ve iktidarı behemahal tesis etme telâşı içinde gözü dünyayı görmemekle ilgisi var. Devlet kurucu elit içinde, doğup büyüdüğü topraklardan kopmuş göçmenlerin ağırlıklı oluşuyla ve onların, yeni vatanın coğrafî şekl-ü şemâilini gerçi sevkülceyş (strateji) verisi olarak bilmesiyle fakat ‘pitoresk’ yönünü ‘görmemiş’ olmasıyla ilgisi var. Ve tabii, ulusal pazarın 1950’lere dek oluşamamasıyla, vatanın geniş taşralarının erişilmez, bilinmez oluşuyla ilgisi var.
Nitekim erken Cumhuriyetin önüne koyduğu mühim görevlerden biri, vatanı keşfetmekti. Başka kurumların yanında özellikle Halkevleri’nin öğretmenleri, öğrencileri, sanatçıları… vatanı gezip ‘bilmeleri’, yazmaları, resmetmeleri, güzellemeleri için teşvik ettiğini biliyoruz. Fakat bu keşif kollarının pek dolgun neticelerle dönmediğini, en azından toplanan izlenimlerden bir memleket coğrafyası romantizasyonu ve estetiği hâsıl edil(e)mediğini de biliyoruz.
Bu bakımdan, Orhan Koçak’ın bir makalesinde “Millî Mücadele’nin en içten sözcüsü” diye andığı İsmail Habib Sevük’ün 1936-37 yıllarındaki gezi notlarının istisnâî bir önemi var. O yıllarda Cumhuriyet’te tefrika edilmiş olan yazılar, 1943’te kitaplaşmış. İyi gezmiş, Sevük: Fırat havzası, Gaziantep, Maraş, Kapadokya, Toroslar, boydan boya Karadeniz ve “Yukarı Doğu Diyarı” - yani Zigana’dan Erzurum, Kars, Sarıkamış, Artvin...
Sevük, coğrafyaya millî bir damga vurmak üzere bakar. Sadece beşerî coğrafyaya değil, fizikî coğrafyaya da vurur bu damgayı. Baştan, Anadolu haritasını, ‘Türk İnkılâbı’nın siyasî misyonuna göre okur: Dünya üzerinde, “tek başına garba bakan” tek yarımadadır burası! Sonra mesela Gâvurdağı’nın sarplığı, düze indirilip “ehlileştirilmemiş” dağlı Türklerin (Dağ Türkleri!) yaban, özgür, baş eğmez tabiatının cisimleşmesidir. Çoğu yeri, orada verilmiş millî cenklerle anlamlandırır. Bu bakımdan, Serhad şehri “kahraman” Erzurum’un “vatandan alacaklı olduğunu” söyler! Genel olarak Anadolu’nun haraplığını, yine Cumhuriyetin milliyetçi tarih okuması üzerinden, Osmanlı’da devşirmelerin memleketi ‘hor kullanması’ ile açıklar. Zira; “Onların vatan içinde memleketleri yoktu”!
Coğrafî mekânlar, millî ekonomiye katkılarıyla da millî bir işlev edinir, millî bünyenin uzuvları olurlar. Mesela Zonguldak, “Vatanı ışıklatan, vatanı yürüten ve vatanı ısıtan belde”dir. Madencilik, “vatanın derinliğinin fethidir”; “artık vatanın yalnız üstünde değil böğründeyiz de.” Cumhuriyet, bilhassa imar faaliyetiyle, “Şarkta Şarkı boğuyor”dur! “Bütün bunlar sadece bir kasabanın imarı değil, bunlar devletin ‘artık bu yerler benimdir’ diye mührünü basmasıdır.” Bu fasılda da, ‘Eski Rejim’in vatanı ihmal edişine mukabil ulus-devletin ona ‘sahip çıkması’ izleğini sürdürür Sevük: “Maziden aldığımız vatan sadece mesafeydi. Vatanda kaybolduğumuz için vatanı kaybediyorduk. Şimendifer siyaseti dediğimiz şey, mesafenin elinden vatanı fethedişimizdir.” “Vatan içinde vatan buluyoruz. Gözünü içten çok dışa diken mazi yerine gözümüzü içe çevirdik. (…) Eski genişliği bu asıl içle yapmıştık, o genişliğe sarılırken bu içi unuttuk.”
Beşerî coğrafyanın millîleşme sürecinin ‘engebelerine’ de rastlarız Sevük’te. Samsun’u İzmir’e benzetirken, bir gâvurluk rabıtası da kurar mesela: Nasıl eskiden bir “Gâvur İzmir”, bir “Müslüman İzmir” varsa, keza Müslüman olanı yanında bir de “Kara Samsun/Hıristiyan Samsun” vardır. Gaziantep’i anlatırken, olanca içtenliğiyle, “eskiden Kürdtepe denen, en şarktaki Türktepe”den bahseder! Bu “eskiden” dediği zamanların üzerinden 20 yıl bile geçmiş değildir! Niğde’den Hıristiyan Türklerin (Karamanlılar) gidişine yanar, sonra: “yalnız içindekiler değil, mezarlıkların içindekiler de ölmüş.”
Sevük, şüphe yok, hararetli bir milliyetçi olarak, Cumhuriyetin resmî ideolojisinin gözlüğüyle bakar coğrafyaya. Ama onda dikkate değer ve istisnâî olan yan, millî coğrafyaya bir pitoresk veçhe kazandırmaya çalışması, her yere romantik bir estetizasyon nesnesi olarak, ‘gönül gözüyle’ bakmasıdır. Şöyle yazar: “Vatanı yalnız güzelliği, bereketi ve mâmurluğu için sevmeyiz. Eğer öyle olsa daha güzel, daha verimli ve daha ileri yerleri vatandan daha çok sevmek icap ederdi. Fakat şu Rize’ye bak, insan vatanı daha çok seviyor.” (Bugünkü Rize, Sevük’ün bile vatanperverliğini sarsabilirdi, değil mi!)
Bu coğrafya romantizmini ve bir ‘millî pitoresk’ inşâ etme çabasını, birkaç tadımlık vererek örneklemek istiyorum.
İlk göze çarpan örnek, Sevük’ün Fırat ile Dicle’ye dair anlatımıdır. İki görkemli nehrin, Leyla ile Mecnun misali birbirlerine kavuşmak üzere yol alışlarını, beş sayfa boyunca tasvir eder:
“Fırat’ın boyu üçbin kilometreye yakın, Dicle’ninki onun yarısı kadar; birincisi asıldır, ikincisi birinciye bağlı. Fakat daha zayıf, yağlarını eriterek sadece asâbdan ibaret bir yiğit gibi. Dicle daha tombul, rahat yaşamaktan yağlanmış kadınlar gibi. Fırat Dicle’den bir misli uzun, fakat Dicle Fırat’tan bir misli dolgun. Fırat çöllere düşmeden önce böyle değildi. Onun suyu da olgun ve coşkundu. Fakat aşk kimi eritmedi, çile kimi zayıflatmadı ve çöl kimi kavurmadı? Fırat bedevî güneşine sularını kaptıra kaptıra tükenerek, kızgın toprağa soğrula soğrula azalarak; bir taraftan durgun ve uzun yatağında tortu bıraka bıraka şeffaflaşmış, diğer taraftan çöl tepelerinin bakır renkleriyle gölgelene gölgelene çehresi tunçlu; halinde gün görmüş adamlara mahsus bir pişkinlik; akışı farfarasız, duruşu ağırbaşlı, lakin neticede sonsuz çöllere yenilmeden sonsuz çölleri yenmiş bir kahraman. Halbuki Dicle (…) Hakkâri ve Mardin taraflarındaki biraz dar boğazlardan sonra bütün geçtiği yolda rahatça akan; iklimi orta, yatağı sağlam; ne kavrulma, ne emilme; solundaki ufuklara baştanbaşa ormanlı ve sulak dağları tükenmez birer nimet gibi sıralanmış; bu dağlardan aldığı arka arkaya nehirlerle biteviye suları çoğalan, dolgun kalçalı, olgun göğüslü; lakin acele aktığı için tortu bırakmadığından ruhu bulanık, asabî girdaplarıyla hırçın huylu, lakin güzel; lakin bükülüşleri işveli bir nehir… Evet, evet Fırat erkek, Dicle kadındır!” Ve sonunda, “haritaya bile haber vermeden kavuşup öpüşüyor”lardır…
O ‘habersiz’ haritayı da bizzat bir fizikî coğrafya unsuruymuşçasına romantize eder İsmail Habib Sevük. Toroslar, “Anadolu’yu alttan ve yandan dirseğini bükmüş bir kol gibi kucakl”ıyordur. Kızılırmak-Yeşilırmak ırmak ağızlarının arası, “Karadeniz’in Mezopotamyası”dır.
Çoruh’u tasvir edişi, yine ‘rikkatledir’: “Ne Karasu ne Murad; o kadar körpelikte bu kadar dolgun değiller. Eh, onlar kardeştir, yolları uzundur ve ikisi birleşip koskoca Fırat’ı meydana getirecekler. Halbuki Çoruh öyle değil, vakti yok; yolu kısa, kendi müstakil; ne yapacaksa çabuk yapmalı.(…) hep acele bir işi var gibi çevik çevik akıp gidiyor. (…) … bu atlet nehre bu [bakırımtrak] erkek renk o kadar yakışıyor ki.”
Hasandağı’nın eteğinde uzanan “loş, hâki renkli, ıssız ovanın”, “tasalı [bir] genişliği” vardır. Ardahan yakınlarında. “kimisi topaç gibi söbü, kimisi şemsiye açmış gibi edâlı, kimisi çardaklanmaya ehemmiyet vermiş çamlar” görür. Artvin’de, “Yeşillikler içinde dağa yaslanan şu kasaba, endâmı körpe, cepkeni gergin, eteği yırtmaçlı, yüzü güleç, taptaze ve gürbüz bir dağ kızı gibi”dir.
Beşerî coğrafya tasvirleri de hoştur Sevük’ün. Antep’in dar sokakları hakkında: “Caddeler ki şehirlerin şiryanlarıdır, belli, Antep’te ince damar çok, şiryan az.” Trabzon’un şehre sırtını dönmüş duruşu hakkında: “Trabzon’un bütün caddeleri ve sokakları denize küskün. (…) İçli dışlı iki inat; deniz iki koldan habire şehri kucaklayacağım, şehir de kati’yyen denize bakmayacağım diye dayatıp duruyorlar. Dış inadın usandığı, iç inadın da tındığı yok!”
Zonguldak tasviri, sanayiinin var ettiği şehrin dinamiğini resmeder: “… bir kozalaktan kocaman bir ağaç çıkar gibi şu alımlı çalımlı Zonguldak bu vagonetlerden çıktı. (…) Endüstri şehirlerinin kerameti, birdenbire gelişmek; iyi ama maden oraya ‘çabuk şehir ol’ demiş, fakat arazi de ‘burada şehir olmaz’ demiş; at var, meydan yok; sanki çelik zemberekli bir küheylan, koşacak yer bulamadığı için, olduğu yerde şahlanıp duruyor. Zonguldak, ne yayılan, ne duran… dikilen şehir.”
Niğde merkezini tasvir ederken yazdıklarının, 1980’lere dek ne kadar çok kasaba-şehre uyacağını düşünün: “meydanı çökertmek ister gibi abanmış hükümet konağı… Niğde’nin en büyük binası olduğunu biliyor gibi kurulan muallim mektebi… seyrekleme bina dizisi… kasabamsı şehrin eti ne budu ne…”
İsmail Habib Sevük, Niğde intibaları vesilesiyle, eski eserlere duyarsızlıktan yakınır: “Niğde’nin bütün evlerini ve bahçelerini satsanız o abidelerin bir kırığını satın alamazsınız. Onları (eski eserleri, abideleri) bozmak kendi şerefimize kendi elimizle saldırmak değil midir?” Bugünün müteahhitlik ortak paydasında birleştirebileceğimiz milliyetçi ve muhafazakârları, böyle konuşarak ortalığı bulandıran bir İsmail Habip Sevük’ün üzerine yürürlerdi muhtemelen, “şerefsiz” diye höykürerek. Türk milliyetçiliğinin coğrafyası zayıftır. Öyle ya, vatanseverlik mesaisi, Hasandağı’nın eteğindeki ovaya, Çoruh’un akışına, Ardahan’ın çamlarına bakacak hal bırakır mı insanda?
İsmail Habib Sevük, Yurttan Yazılar, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, 1987
Birgün Kitap
, sayı 20, 11.7.2006