"Faşizm konuşma yasağı değil söyleme mecburiyetidir." (Roland Barthes)
2019’un sonundan bakınca, son on yılların neoliberal ikliminde ortaya çıkan siyasal, kültürel ve ekonomik krizlerinden en kârlı çıkanın popülist politikalar olduğu görülüyor. Bugün popülist hareketler pek çok ülkede ya iktidar ya da iktidarın ana alternatifi konumundalar. Trump örneğinde bolca görüldüğü üzere, eski tip siyasetçilerin kariyerlerini sona erdirecek skandallar popülist politikacılar için desteklerini daha da arttıracakları birer fırsata dönüşebiliyor. Siyaset bilimciler ise ampirik çalışmalarda popülist siyaset talebi ile seçmenlerin sosyoekonomik arka planları arasında açık bir korelasyon kurmakta zorlanıyorlar. Bütün göstergeler küresel bir topyekûn popülistleşmeye işaret ediyor. Öyle ki popülist dalgaya karşı mücadele iddiasındaki siyasi partiler bile çareyi kendi karşı-popülizmlerini geliştirmekte arıyorlar. Popülist partileri halka yeterince inmemekle ve elitistleşmekle itham ederek, işi “popülistlerin gerçekten popülist olmadığını” söylemeye kadar vardırabiliyorlar.
Populocracy başlıklı çalışmasında Catherine Fieschi işte bu genel popülistleşme halini siyasetin ağ toplumlarında yaşadığı dönüşüm ile açıklamayı öneriyor. Buna göre bir yandan prekaryalaşmayı arttıran post-endüstriyel toplum diğer yandan da 21. yüzyılın özgün ağ teknolojileri siyasetin biçimi görülmedik ölçüde dönüştürdü. Tikel politika önerileri veya ortak çıkarımızın ne’liği gibi konular siyasal tartışmalarda son derece tali bir yer işgal ederken, siyasetin gündemini büyük oranda siyasetçilerin özel hayatları ve şahsi nitelikleri kaplıyor artık. Siyasetçiler birbirlerinden özel hayatları ile ayrışmaya çalışırken, sosyal medyada da seçmenler Muharrem İnce’nin eskiden de Cuma’ya gidip gitmediğini tartışıyor veya Binali Yıldırım’ın ne sıklıkla yer sofrasında yemek yediğini sorguluyor.
Bu tam da Byung-Chul Han’ın “Şeffaflık Toplumu” dediği halin bir sonucu. Bugün siyasetçisinden şarkıcısına, oyuncusundan futbolcusuna ve öğretim üyesine değin herkese dönük bitmez tükenmek bilmez bir şeffaflık talebi söz konusu. Herkes görünür olmak zorunda, üstelik ne ise o gibi görünmek, hayatının her alanında aynı şekilde kalmak ve daima erişilebilir olmak durumunda. Bir toplumsal olayın ardından tepkisini sosyal medyadan ve açıkça göstermeyen oyuncunun çektiği öfkeyi, sınavdan önceki gece öğretim üyesine mesaj atarak soru soran öğrencinin abartılmış beklentisi ile ilintilendiren de bu şeffaflık talebi. Han, bunun bir neoliberal yönetim aygıtı olduğu ve şiddetinin de insanı camlaştırmasında olduğunu yazıyor. Ona göre Zamyatin’in Biz romanında anlatılan türden toplumsal bir camlaşma ve bu geçirgen toplumsal hacimde iktidarın bize dışsal bir şey olmaktan çıkaran her yönden nüfuz etmesi söz konusu.
Aslına bakılırsa modern toplumda giderek artan iletişim ve ifade imkânlarının aynı zamanda sınırsız gözetleme ve gözetlenme anlamına geldiğinin uzunca bir süredir farkındayız. 21. yüzyılın şeffaf ağ toplumlarında bu duruma bir de gözetim endişesi eklendi. Ne var ki kaygımız gözetleniyor olmak değil, yeterince gözetlenmiyor ve gözetlemiyor olmak. Paylaşımlarımızın az sayıda takipçi tarafından beğenilmesinden veya göz atmadığımız dakikalarda sosyal medyada gündem olan şeyleri kaçırıyor olabileceğimizden endişe duyuyoruz.
Han’a göre tüm bunlara bir de “mesafe tutkusunun kaybı” eşlik ediyor. Tefekkürün ve analizin en önemli gereklerinden birisi olan mesafe, geçirgenlik arzusunun önünde bir engel olduğu için arzu edilmeyen bir şey. Şeffaflık toplumunda her şeyin hemen şimdi ve burada görünür olması talep ediliyor. Her kişi ve konu özünü tümüyle ortaya koymalı ve kolaylıkla anlaşılabilir olmalı. Karmaşık açıklamalara, nüanslı fikirlere, metodolojik soyutlamalara ve niceliksel verilere tahammülümüz yok. 280 karakterlik iyi bir mesaj veya on dakikalık etkileyici bir TED konuşması herhangi bir konu hakkında fikir sahibi olmamız için yeterli. Fazla evirip çevirmeden her konuyu dolaysızca kavramayı bekliyor, herkesin özünü ifşa ettiği ve her şeyin ardında yatan gerçeğin ne olduğunun apaçık görüldüğü, sahih ve camdan bir dünyayı arzuluyoruz.
Sahihlik teması burada son derece kritik bir öneme sahip. Modern çağlarda, teatral saray adabına karşılık Avrupa edebiyatında ve düşününde 18. yüzyılda yükselmeye başlamış bir nosyon. Rousseau’nun 1782’de basılan İtiraflar’ı bu temanın güçlü biçimde işlendiği tipik bir eser sayılıyor. Burada düşünür, özümüzü karşımızdakilerin kolayca nüfuz etmelerine imkân verecek biçimde ifşa etmemizi salık verirken “kristal yürek” metaforunu sıklıkla kullanıyor ve bu geçirgenliği bir ahlâk kuralına dönüştürüyor. Ona göre “tek bir ahlâk kuralı diğer hepsinin yerini alabilir: (…) Bütün dünyanın göremeyeceği ve duyamayacağı hiçbir şey yapma ve söyleme.”
Bu sahihlik ideali ile demokrasi fikri arasındaki ilişki iki boyutlu var. Bir yönüyle sahihlik çoğulculuğun koşulu. Bizi kamusal uzlaşıların bağlayıcılığından kurtarmaya ve kendimizi ifade etmeye çağırıyor. Hatta insanın toplumsallık öncesi özüne vurgu yapan ve bu özün ifadesini bir temel düstur haline getiren bu ilke ile insan hakları, azınlık hakları ve ifade özgürlüğü arasında bir ilinti kurmak da mümkün. Ne ki madalyonun bir de diğer yüzü var. Güçlü özcülük iması ile sahihlik nosyonu, kolaylıkla anti-sosyal bir ideale dönüşebiliyor. Rousseau’nun kendi yazınından da bildiğimiz “medeni olanın bizi kendi özümüze yabancılaştırıp ikiyüzlülüğe sevk edebileceği” fikrinden bu yöne doğru ilerlemek büyük bir entelektüel yaratıcılık gerektirmiyor. Günümüzde olan da sahihliğin tam da böylesi bir kavranışı.
Rousseau, “bütün dünyanın göremeyeceği ve duyamayacağı hiçbir şey yapma ve söyleme” diyordu. Bu olumsuz emir neoliberal ağ toplumlarında olumlu bir zorunluluk halini aldı. Kendini ifade etme özgürlüğü kendini ifşa gerekliliğe dönüştü. Bu şeffaflık baskısı ise tek tek bireylerin otonomisine izin vermeyen, çoğulculuk karşıtı bir dinamik. Zira otonomi, karar verilemezlik ile ayrılmaz bağlara sahip bir kavram. Ancak tümüyle kavrayamadığım bir şeylerin ötekinde kalması halinde onu gerçek anlamda otonom bir özne olarak kabul edebilirim. Aksi durumda öteki, benim için hesaplanabilir ve öngörülebilir bir nesneye dönüşür. Şeffaflık toplumunun kristal kalpliliği öven ve herhangi bir müphemliğe tahammül etmeyen bireyleri de kendilerini ifşa etmeye teşvik edildikçe, büyük veri havuzları ile öngörülebilir kılınmış nesnelere dönüşüyorlar.
Sahihlik ile demokrasi ilişkisinin gerilimi de buradan kaynaklanıyor. Kendimizi dışavurmaya teşvik eden sistem, aynı zamanda bu dışavurumlar aracılığı ile bizi bir “kendi” olmaya, o kendilik içerisinde nesneleşmeye, otonomimizi ve özneliğimizi yitirmeye teşvik ediyor. Han, bu kendilik teknolojisinin neoliberal tahakküm rejimi tarafından tümüyle ele geçirildiğini, insanların birer performans öznesine indirgendiğini ve “kendinin girişimcisi” olarak kendilerini gönüllü biçimde sömürdüklerini not ediyor son kitabı Psikopolitika’da. Neoliberal rejimin daha fazla sömürebilmek amacıyla ayakta tuttuğu bir yaratım olan bu kendilik, sahihlik arzusu ile de teşvik ediliyor. Fieschi’ye göre popülizmi günümüz krizlerine en uygun düşen yanıt haline getiren de bu nokta. Zira sahihlik, popülizmin kavramsal haritasında merkezî bir yer işgal ediyor.
İkinci yazıda bu noktadan devam edelim.