Norberto Bobbio'nun üzerine düşünülmeyi hak eden, Left and Right: The Significance of a Political Distinction (Sol ve Sağ: Siyasi Bir Ayrımın Önemi) adlı eseri, insan ilişkilerindeki eşitlik problemine odaklanıyor. Hangi türden olduğu fark etmeksizin Sol siyasetin meyilli olduğu tutum eşitliği sağlama çabası ve toplumsal sorunlara eşitlikçi bir bakış açısıyla yaklaşmak olmuştur. Öte yandan Sağ siyaset ise eşitsizlikleri pozitif bir olgu olarak algılama ve toplumsal sorunlara hiyerarşik ve otoriter bağlamda yaklaşma eğilimindedir. Sol-sağ ayrımı tarihte ilk kez Fransız Devrimi esnasında ortaya çıkmış ve İtalyan siyaset kuramcısına göre geçerliliğini yitirmemiştir.
Perry Anderson, Bobbio'nun kaleme aldığı Sol ve Sağ adlı kitabın 1994 İtalya seçimlerinin hemen ertesinde yazıldığını ve o dönemde Bobbio'nun içinde bulunduğu tarih sahnesini tam olarak yansıtamadığını öne sürüyor. Neticede, 90'ların ortalarında kendini gösteren merkez siyasette sol ve sağı birbirinden ayırmak daha güçtü. İngiltere'de Tony Blair'in Yeni İşçi Partisi, ABD'de Bill Clinton'ın Yeni Demokratları ve gerek Avrupa'daki gerekse diğer ülkelerdeki sosyal demokratlar; muhafazakâr, cumhuriyetçi ve Hıristiyan demokrat “meslektaşlarıyla” uzlaşmaya vardılar.
Gerçi bu uzlaşı da daha en başından itibaren zafiyet gösteriyordu. Daha içinde bulundukları yüzyıl sona ermeden, faşist kökenli milliyetçi bir parti olan Avusturya Özgürlük Partisi oyların yaklaşık yüzde 27'sini alarak iktidar koalisyonunda yer almayı başarmıştı. Bahsi geçen seçimden beri milliyetçi partiler halen Avrupa'nın pek çok farklı ülkesinde iktidara göz kırpıyor. Üstelik bugün Hindistan'da, Brezilya'da, Macaristan'da, İsrail'de, Polonya'da, Amerika Birleşik Devletleri'nde ve daha birçok yerde sağcı hükümetler -Tanrı ve vatan gibi geleneksel muhafazakâr mantralar çerçevesinde ve etnik-kültürel bölünme, cinsiyetçilik ve siyasi tahammülsüzlük benzeri silahlarla- başa geldiler.
Gerçi İspanya, Yunanistan, İngiltere ve hatta belki ABD'de de sosyal demokrat seçeneklerin tekrar canlandığına dair bulgular eşliğinde sol kanatta da bazı hareketlenmeler yaşandığı bir gerçek. Halbuki geçmişte sağlanan uzlaşıyı yaralayan, mobilize olmuş sağ kanat milliyetçiliğinin ta kendisi olmuştu. Tam bu yaşanırken de küresel nüfusun ciddi bir bölümü giderek yükselen bir eşitliksizlik krizinin içine sürüklendi. Bobbio'nun çizdiği ayrım, solun yeğlediği iktidar konfigürasyonunda hayata geçmemiş de olsa varlığını sürdürüyor.
Böylesi bir dönemde söz konusu sağ kanat mobilizasyonun geçmişi, doğası ve dinamikleri hakkında derinlemesine düşünmek gerekiyor. Bu konuda atılabilecek bir adım, tartışmaları bir genel analiz kategorisi olarak tarih-dışı bir popülizmden arındırmak olabilir.
Gazeteciler, siyaset bilimciler ve çeşitli köşe yazarları bu terimi sağ milliyetçi politikaları ele alırken sıklıkla kullanıp istismar ediyorlar. Gelgelelim yapılan sayısız popülizm tanımı da içsel olarak tutarsız, birbiriyle uyumsuz ve tarih temelinden yoksun olma eğiliminde. Dolayısıyla bu kavramın, içinde bulunduğumuz dönemi anlamlandırmamıza ne gibi bir katkı sağlayacağını tespit etmek hayli zor.
Öte yandan belki de kavramın günümüzdeki kullanımı esas amacına ulaşıyordur: yani popülizm, sol ve sağ arasındaki ayrımı perdelemek için tercih edilen retorik bir araç haline gelmiş olabilir.
Bir Yanılgının Doğuşu
Öyle ya da böyle, genel anlamda bir analiz kategorisi işlevi gören popülizm kavramının kökleri tarihçi Richard Hofstadter ve 20. yüzyılın ortalarında yaşamış bir grup sosyal bilimciye dayanıyor. İkinci Dünya Savaşı'nın yarattığı enkaza baktıklarında sözümona akılcı ve uzlaşmacı konsensüse yönelen asli tehlikenin ideolojik tutkular olduğunu düşündüler. Bu yaklaşımlarıyla da bir çiftçi-işçi ve sosyal demokrat hareketi olan 1890'ların ABD Popülist akımının irrasyonel bir tahammülsüzlüğün habercisi olduğunu "keşfettiler". Hofstadter'in Pulitzer ödüllü eseri The Age of Reform'da [Reform Çağı] popülizm, kılık değiştirebilen bir tehditti, sağdan gelsin soldan gelsin fark etmeksizin.
The Age of Reform ilk olarak 1955 yılında yayımlandı. Aradan geçen süre boyunca, birbirinden epeyce farklı ajandalara ve metotlara bağlı üç nesil tarihçi, arşivlerin derinliklerine dalarak ortaya sağlam bir akademik birikim çıkardılar. Elde edilen bulguların neredeyse tamamı Hofstadter'in tezinin abartılı, üstünkörü bir mantığa ve yetersiz bir araştırmaya dayandığını onaylamıştır.
Yani şöyle denebilir ki tarihsel kanıtlar ABD popülizminin soldan sağa kayan sallantılı bir ideolojiyi temsil ettiği yönündeki iddiaların yanlış ve abes olduğunu gösteriyor. Bununla birlikte, bugünün siyaset bilimcileri, yazarları ve uzmanlarının teorilerinde bu iddialar hâlâ varlığını sürdürüyor ve hatta güçleniyorlar.
Günümüzde popülizm, "halk" ile " elitleri" karşı karşıya koyan politik bir söylem olarak nitelendiriliyor. Görünen o ki popülizmi siyasette bir fenomen olarak karakterize eden ve diğerlerinden ayıran şey de zaten bu. Halbuki söz konusu söylemin tarihsel popülizmle yahut analitik özgünlükle uzaktan yakından herhangi bir alakası bulunmuyor. Aksine, çeşitli suçlulara ve elitlere karşı halk namına yapılan çağrılar, en azından 19. yüzyılın ilk yarısında kapsamlı bir oy kullanma hakkının tanınmasından bu yana, yelpazenin her tarafında siyasi çatışmanın âdeta evrensel bir unsuru olmuştur.
Bu durum özellikle "halkın, halk tarafından ve halk için yönetimi" fikrinin ulusun itikadına yerleşmiş olduğu Amerika Birleşik Devletleri'nde geçerli oldu. Bununla birlikte, 1848 Devrimi ile birlikte kapsamlı bir oy kullanma hakkının yürürlüğe girmesi, Marx'ın Louis Bonaparte'ın On Sekiz Brumaire'i adlı kitabında belirttiği gibi, Fransa'da da hem demokratik partilerin hem de bir diktatörün siyasi meşruiyetlerinin temeli olarak "halkın" oyunu gösterebileceği anlamına geliyordu.
Tutarlılık meselesi ise başka bir boyut. Avrupa bağlamında popülizm çoğunlukla kökleri eski gerici elit yönetim geleneğine dayanan dışlayıcı etnokültürel politikaları ifade eder. Latin Amerika'da ise bu terim genellikle Perónizm ve halkın mobilizasyonu, karizmatik liderlik ve otoriter yönetimle ilişkilendirilen sınıfsal ve etnokültürel kapsayıcılığa yönelik diğer kent temelli politikaları fade ediyor. Amerika Birleşik Devletleri'nde ise tarihsel popülizm esas olarak eşitlikçi politikaları seçim arenasına taşıyan bir çiftçi-işçi hareketiydi.
"Popülizm" sözcüğü dışında, birbirinden çok farklı bu üç oluşumun ortak noktası Sfenks'in popülist çalışmalar içerisindeki muammasına yorulabilir. Hofstadter'in 1890'lardaki kabuk değiştiren ABD Popülistleri'nin bir varyasyonu da ister istemez çözümün temelini oluşturuyor. Neticesinde ideolojik ayrımlar analitik bir sis perdesiyle gizleniyor.
Avusturya Özgürlük Partisi belki popülist olarak tanımlanabilir olsa da Avusturya'nın sağ partilerinden biri olmuştur ve olmaya da devam ediyor. Aslında Podemos, İspanya siyasetindeki sol-sağ çıkmazından arındırılmış yeni bir popülizm anlayışını temsil ettiği iddiasının aksine, sosyal-demokrat bir diriliş hareketidir. Lakin tarihsel popülizm mirasının geniş bir sol ve eşitlikçi siyaset yelpazesini tanımladığı Amerika Birleşik Devletleri söz konusu olduğunda, analitik hata daha da göze batıyor.
ABD'nin Popülist Mirası
Amerika Birleşik Devletleri'nde popülizmin yükselişi, İç Savaş'ın akabinde eşitlikçi bir dalganın tepe noktasına ulaştığının habercisi oldu. Sermaye karşıtı politikalar hiç bu kadar popüler olmamıştı. Kolektif fikirlerin ulaşabileceği kitleler daha önce hiç bu kadar çeşitli ve kapsayıcı olmamıştı. Çiftçilerin ve işçilerin kendi kendilerine seferber olmaları daha önce hiç bu kadar umut vaat etmemişti. Kadın örgütleri hiç bu kadar çeşitliliğe sahip olmamıştı. Üstelik, Popülistlerin ırksal eşitlikçiliği çoğu araştırmacı tarafından abartılsa da Popülist ayaklanma, siyah Amerikalıların kısa bir dönem için kendi eşitlik taleplerini dile getirmelerine olanak tanıyan çatlaklar açtı.
Popülizm, 1891 yılında çiftçiler, işçiler ve bunlara bağlı örgütlerden oluşan bir koalisyon tarafından kurulan ABD Halk Partisi'nin benimsediği takma addı. Adında "halk" kelimesi geçmesine rağmen bu yeni parti söz konusu kavrama pek de önem vermiyordu. Bundan ziyade, çıkarların ön planda olduğu bir siyasete dayanan "sanayi örgütleri kongresi" olarak algılanıyordu. Kimi eyaletlerde seçmenler çoğunlukla geçim sıkıntısı çeken çiftçilerden oluşurken, diğer birçok yerde madenciler, demiryolu işçileri ve diğer emekçiler doğrudan gündemin tayininde kilit rol oynadı. Hatta Ohio, Montana ve benzeri eyaletlerde kentli ve kırsal kesimdeki maaşlı çalışanlar Popülist hareketin temel dayanak noktasını oluşturuyordu. Programında artan oranlı gelir vergisi, federal tarım kredisi, demiryolları, telgraf ve bankaların kamulaştırılması, sekiz saatlik çalışma süresi, işçi örgütleri kurma hakkı ve reformist sosyalist hareketlere özgü diğer talepler yer alıyordu.
Kuzey ve Güney Dakota’dan Teksas'a, Kuzey Carolina'dan California'ya, Popülistler oyları toplayarak İç Savaş'tan bu yana en güçlü üçüncü parti konumuna geldiler. Ne var ki on yılın sonunda Halk Partisi, birtakım baskılar ve “kazanan her şeyi alır” anlayışının hâkim olduğu seçimler sonucunda neredeyse ortadan kaybolmuştu.
Çoğu eski Popülist Eugene V. Debs'in Sosyalist Parti’sine geçti. Debs, önceki yıllarda Amerikan Demiryolları Birliği'nin Popülist başkanı olarak Popülist dostlarının kalbinde özel bir yer edinmişti. Yeni bir yüzyıla girerken Sosyalist Parti, Popülistlerin eski kaleleri sayılan Oklahoma, Kansas, Arkansas ve diğer birçok yerde taban buldu.
Diğer eski Popülistler ise Demokrat ve Cumhuriyetçi partilerin çiftçi-emekçi kanatlarına katıldılar. İlericiliğin ön plana çıktığı bir dönemde artan oranlı gelir vergisi ve düzenleyici reformları hayata geçiren ve sonrasında New Deal liberalizmini karakterize edecek olan sosyal güvenlik, sendikal haklar ve çiftlik kredileri için oy sağlayan seçmenler bunlardı.
Söz konusu popülist, emekçi ve sosyal demokrat miras, günümüz Amerikan politik ortamında da varlığını sürdüren geniş ve kararlı bir akım olmaya devam ediyor. Bugün Senato'daki ofisinin duvarında Popülist ve Sosyalist Eugene Debs'in bir tablosunu bulunduran Bernie Sanders'a verilen destek tam olarak bunu gösteriyor. Ayrıca senatörlük kariyerinin daha en başında maaş günü kredilerinin eski popülist postane bankacılığı modeliyle değiştirilmesi çağrısında bulunan Elizabeth Warren'ın politikalarında da kendini hissettiriyor.
Doğrusu, bu süreç içerisinde popülizm ve sosyalizm arasındaki sınırları tanımlamaya çalışmak da neticesiz bir iş olabilir. Mesela popülistlerin çoğunluğu, tekelci güç sorununu ele almak için en iyi yaklaşımın kamulaştırma, federal düzenleme ve kooperatif girişimciliğinin bir kombinasyonu olduğunu düşünüyordu. Ancak, hareketin rekabeti yeniden tesis etmek için tekelleri ortadan kaldırmaya çalışan bileşenleri de vardı. Bu tür Popülist "tekellere karşı mücadele edenlerin" en tanınmışı, hareketin sol kanadında yer alan ve nihayetinde Sosyalist Parti ile ittifak kuran Henry Demarest Lloyd'du.
Milyonlarca insanı içine alan kitlesel bir devrimden beklenebileceği gibi, Amerikan Popülizmi de pek çok kısıtlama ve tuhaflıklar barındırıyordu. Yine de düşüncemizi genişletilmiş bir analiz kategorisi olarak popülizm imgesinden arındırmak, popülizmin bıraktığı mirası anlamanın ilk adımı olacaktır. Aynı şekilde, eğer mevcut durumu da anlamak istiyorsak ihtiyacımız olan şey, sol ve sağ arasındaki siyasi ayrımın ne kadar önemli olduğunu kabul eden, işleri daha da karmaşıklaştırmaktansa daha da netleştirebilecek analiz kategorileridir.
Bu yazı 25 Kasım 2019'da Jacobin'de yayımlanmıştır.
Çeviren: Ömer Faruk Pak
Görsel: ABD Halk Partisi'nin Columbus'taki (Nebraska) bir toplantısından, 1890.