Türkiye’de devlet, Batı modelinin pozitivist uygulanması olarak kendisini tesis eden ve bu nedenle toplumun yeni bir biçimde düzenlenmesi/örgütlenmesi hedefini, bu hedefi gerçekleştirecek araçlara sistemik ve merkezi bir konum veren bir devlet biçimidir. Bu devlet biçiminde, düzenleyici araçların en güçlüsü, doğal olarak denetim, kontrol ve düzenleme gücünü ayrıcalıklı olarak elinde tutan bir yapı, ordu olmuştur. Ordunun devletin tesisindeki ayrıcalıklı araç olmasına, bu ordunun kadrolarının devletin kurucu kadroları ve Cumhuriyetin “üniformasını çıkararak mebus ve bakan” olmuş kadroları olduğunu eklersek, ülkede sivilliğin, askerlikten bir geçiş olduğu da kolayca söylenebilir. Türkiye devleti, askerce kurulmuş, askerle sürdürülmüş ve askere emanet edilmiştir. Bu nedenle ordu, devletin bütünleşik öğesidir.
Türkiye’de devlet, militarist devlettir ve hatta militarizm devletin esasıdır.
Devletin yurttaş yapma hareketi, yani toplumu bir Cumhuriyet formunda birleştirme hareketine kılavuzluk eden ideoloji de bu nedenle militarist bir ideolojidir ve Türk halkı “asker millet” formunda milletleştirilmiştir. Askerliğin yanlıca erkekler için değil, asker doğuranlar için de toplumsallaşmanın en önemli ayağı olmasının nedeni budur. Böylece toplumun yüreğine işleyen asker ruhu, ordunun en güçlü siyasal aygıt olarak varlığına meşruiyet kazandırdığı gibi, ordunun devletin şiddet tekelinin çıplak güçle uygulanması anlamına gelen şiddet, zor ve tahakküm edimleri karşısında toplumun sessizliği ve hatta çoğunlukla onayı da bu asker milletlikten gelse gerek. Ancak bu sessizlik ve onayda, hatta asker millet olmada, bir savaş diyalektiği içinden yaratılan bu devletin, daha baştan korkunun yol açtığı güvenlik ve düzen ihtiyacıyla meşrulaştırılması ve devletin bu korkuyu sürekli kılıp, topluma içselleştirmesi de belirleyici etmendir.
Devletin tahakküm gücünün onun militarist karakterinden geldiği açık. Doğal olarak böyle bir tespitten, bu devletin tahakkümüne esaslı bir karşı çıkış anlamına gelen sol/sosyalist itirazın devlete ve dolayısıyla onun militarist niteliğine de bir itiraz olması gerektiği çıkar. Ancak ülke sol geleneğinin anti-kapitalist, anti-faşist ve anti-emperyalist tavrına çoğunlukla bir anti-militarizm eklenmemiş ve hatta “faşist darbeler” sloganının ardından bile bir militarizm eleştirisi yükselmemiştir. Tersine sol, mitsel bir kaynağa dayalı bir halk ordusu beklentisini hep sürdürmüştür devletin ordusundan. Beklenti bazen o kadar ileri gitmiştir ki, devletin değiştirilme talebine bu değiştirmede mevcut ordunun bir “aydınlanma” ile “halktan taraf” olarak inisiyatif alabileceğine kadar varmıştır. Bu eski, ordu “faşist darbeler” yapmadan önceki dönemlerde kalmış bir beklenti değil, bu ordunun üst düzey mensuplarından birinin, sivilleri hizaya getirmek için attırdığı bombaları büyük bir pervasızlıkla açıkladığı ve bunun toplumda değilse bile medyada “infial” yarattığı yakın zamanlarda bile süren, üstelik, Birgün gazetesinin sayfalarında bile okuyabileceğimiz bir beklenti. Orgeneral Tokat’ın bu açıklamalarının baş sayfada suç ilan edildiği gün, Birgün’ün köşe yazarlarından biri “Asker Sosyalizmi Seçer mi?” başlıklı, ordunun “hizaya getirme” görevine değil, hizasına karşı çıkan; ordunun başka hizalar seçebileceğini, geçmişte seçmiş olduğunu ve yine beklenebileceğini bildiren bir yazı yazdı. (Selçuk Candansayar,30 Temmuz 2006, Birgün) Yazar, ordunun “siyasetin asli öznesi” olduğunu, “her darbe yapışında ‘işlere ve gidişata çekidüzen’ verdikten sonra görevi sivillerle bırakmada gösterdiği özen”in onun “iyi niyet”inin göstergesi olduğunu ve dünyanın yeni bir kapitalist “paylaşım savaşına sürüklendiği” bir zamanda bulunduğumuzu belirttikten sonra soruyor: “Cumhuriyet'in ordusu şimdi böyle bir dünyanın gidişatında kendini Atatürk'ün çizdiği yol ve gösterdiği hedefe bağlı hissediyorsa nasıl bir seçim yapmalı?” … Bakalım en azından anti-kapitalizmi seçebilecek mi, yoksa son çeyrek yüzyıldır yaptığı hataları tekrarlayacak mı?”
Söz konusu yazının açığa vurduğu zihniyet, her zaman aynı biçimde olmasa da solda yaygın olan bir zihniyet; orduya değil, ona hedefini şaşırtanlara karşı olma zihniyeti. Bu zihniyetin gerisinde ülke solunun ülke tarihiyle hesaplaşmayan, tarihin kimi anlarını lanetlemekle yetinen bir geleneğe sahip olmasının yanı sıra, solun kendisinin militarizmle mesafe alamamış olması da yatıyor. Hatta ülke solunun epeyce “kuvvacı” olduğu bile söylenemez mi? Anti-emperyalizmi neredeyse anti-kapitalizme önceleyen bu sol gelenek, “bağımsızlık” kavramına yaptığı vurgu nedeniyle “milli” olanı koruma ve kurma süreciyle gerçek bir hesaplaşma yapamamıştır. Hatta bu tarihle hesaplaşma bir yana, bu tarihin bir mit aracılığıyla yeniden kurulduğu metinlerin bir kısmı, sol kültürün tarihi içinde düşündüğü metinler haline gelmiştir. Kemal Tahir’in ilk bakışta belli bir mesafe ve eleştiriyle yazdığı düşünülen ama aslında Cumhuriyetin kurucu ideolojik mitinin, kahraman askere karşı, yönünü şaşırmış politikacı mitinin yeniden kurulduğu romanları bu kültürün önemli parçasıdır. Kemal Tahir memleket soluna, halktan olan ve olmayanlar arasındaki çatışmanın halk adına eyleyenlerde yarattığı dramı anlatmış ve romanlarında bu dramın öznesi genellikle feodalizme, gericiliğe, despotizme karşı yeni bir arayışın “asker”i olmuştur. Onun hikayeleriyle başlamıştır “Cumhuriyetin ordusu aslında halk ordusu olabilirdi ama…” diskuru. Selçuk Candansayar’ın ordunun “hiza”sının yanlış olduğu inancının dayandığı mitin kurucularındandır Kemal Tahir. Bu mitin kurulumunda devlet ve politik eylemlerine karşı takınılan eleştiri ve mesafe, askere yöneltilmemiş, asker sanki nötr bir araçmış gibi düşünülmesinin dramını yaşayan kişi olarak sunulmuştur. Bu dramın, örneğin İlhan Selçuk’un “devletin çöküşünü durdurmak isteyen bir asker kuşağının fedakarlık destanı” olarak sunulan Yüzbaşı Selahattin’in Romanı’nda anlattığı dramla paralelliği açıktır. Fedakar askerin politikaya karşı verdiği savaştır anlatılan ve bu romanlarda aslında ordu politikaya karşı ya da onunla kirlenmemiş olanı temsil etmektedir. Ordunun politikanın a-politik asli öznesi olması, devletin bekası ve halkın iktidarı için olduğunun toplumsal zihniyet haline gelmesinin aracısı metinlerdir okuduğumuz ve sol bu metinlerle beslenen bir geleneğe sahiptir.
Ordunun bir şekilde a-politik politik yapıymış gibi sunulduğu bu metinlerin solu beslemesinin nedeni, bu metinlerde feodalizme, devlet(Osmanlı) zulmüne ve gericiliğe karşı modern halkçı asker motifinin işlenmesi ve Kurtuluş Savaşı’nın bir “halk savaşı” gibi sunulmasıdır. Tarihe ilişkin böylesine bir kurgunun, solun tarih kurgusu haline gelmesi, sol ve ordu arasındaki ilişkinin, yapısal ve kökten bir karşıtlık ilişkisi değil, ordunun aracı olduğu ideolojiye karşıtlık ilişkisi olmasına neden olmuştur. Memleket solu için militarizm sanki bizzat bir ideoloji değil gibidir. Oysa militarizm, bir güç ve egemenlik ideolojisidir ve doğası gereği tahakküm biçimidir.
Cumhuriyetin devleti ve ordusu arasındaki bütünleşik ilişkiyi ve devletin militarist devlet olduğunu görmezden gelerek devlete karşı çıkıldığında, sol aslında kendi sol olmaklığı bakımından tehlikeli bir zemine yerleşir. Bu zemin ordunun politika dışılığını savunma zeminidir ki, militarizmin bir yönetme biçiminin asli karakteri olduğunun bilincinde olmayan bir sol anlayışa tekabül eder. Bu anlayışın, geldiğimiz noktada giderek faşizan bir hal alan “ulusalcı” bakış açısında cisimleştiğini de biliyoruz. Şu Çılgın Türkler’de, devletin onun sahiplerinin değil bir takım “kötü niyetli”lerin elinde olduğunu göstermeye çalışan hikayeler ve tarih kurgularında cisimleşen bir politika ve ordu karşıtlığının, ülkede sol olmayı, Cumhuriyetçi reflekse indirgediğini de biliyoruz.
Militarizm, toplumsal iradenin kendisini gerçekleştirmesi anlamında politikaya karşı olan, hatta onu yıkan bir güç sistemidir gerçekten de. Militarizm temelinde özgür eylem olan politikaya karşıdır ama bir idare etkinliği olarak politikanın da kendisidir. Sol olmak, insana özgür iradesini geri verecek bir eylemlilik imkanının peşine düşmektir. Bu durumda sol olmak, zorunlu olarak militarizme karşı olmak demektir. Eğer sol, miras aldığı militarist kültürle eleştirel bir mesafe alamazsa, geleceği ordunun yapacağı seçime bırakmak zorunda kalabilir.