Suç Ortağı Olmamak

Ayakkabı

(15 Ocak) 1919’da, devrimci Rosa Luxemburg Berlin’de katledildi.
Katiller onu dipçik darbeleriyle öldürüp bir kanalın sularına attılar.
O esnada ayakkabısının teki suya düşmüştü.
Bir el ayakkabıyı çamurun içinden aldı.
Rosa ne özgürlük adına adaletin
ne de adalet adına özgürlüğün feda edildiği bir dünya istiyordu.
Bir el her gün, tıpkı o ayakkabı tekine yaptığı gibi,
bu bayrağı da çamurun içinden çıkarıyor.[1]

Her yeri, her ânı vicdanımızın sesiyle, yaşamla, barışla ikame etmeye çalışan, doymak bilmez bir tutkuyla huzuru, sevgiyi, paylaşmayı arzulayan kararlı bir insan topluluğuyduk. Geçen dört yılda sayımız azalmadı, aksine çoğaldık. Sesimiz kısılmadı, aksine yükseldi.

Barış Akademisyenlerinden bahsettiğimi anladınız. Kamuoyunun zihnine o unutulmuş “birimizin davası hepimizin davası” fikrini yerleştiren, büyüten, dayanışmayı yaşatan akademisyenlere, onların arkasında duran meslektaşları, meslek odaları, sendikalar gibi bileşenlere, iradelerine, katkılarına, kararlılıklarına minnet, saygı, şükran ve hayranlık duygularım var. 11 Ocak 2016 Barış Akademisyenleri için bir milat; “Bu Suça Ortak Olmayacağız” başlıklı,  aynı çağda aynı dehşetin şahidi olarak acıyı paylaşanların -biraz da başka bir şey yapamadıkları için- yazdığı metnin kamuoyu ile paylaşıldığı gün. Yıllar geçtiği halde güncel, doğru ve etkili. Bu özelliğiyle “Bu Suça Ortak Olmayacağız”ı kalıcı bir edebî metin olarak görenlerin sayısı az değil. Bu coğrafyanın barış tarihi yazılacaksa günün birinde, başlığından aldığı kuvveti sonundaki noktasına kadar eksilmeyen güçlü ifadelerle taşıyan ve yaşananlara dair şahsi itirazlarımı da harfiyen tarif eden “Bu Suça Ortak Olmayacağız” hakkında ayrı bir yer açılacağından, barış mücadelesinin yönünü ve kapsamını değiştirdiğinden bahsedilecek, eminim.

11 Ocak 2020’de, “Bu Suça Ortak Olmayacağız” sesinin ilk duyulmasından beri geçen dört yıl tamamlanmış, beşinci yıla girilmiş olacak. Balık hafızalı bir toplum için bunca yıl boyunca saygınlığını yitirmeden güncel kalabilmesi ayrıca kayda değer.

Kötülüğe Ortaklık

Bir kötülüğe tanık olursanız ne yaparsınız? Ne yapmalısınız demiyorum. Ne yaparsınız?

Bir kötülüğün ortaya çıkabilmesi için en az iki unsur gerekli kuşkusuz. Kötülüğü uygulayan, yani fail ilk unsur olmalı. İkincisi de maruz kalan. Örneğin, olay sokağınızda geçiyor olsun. Bir ergen, komşunuzun çocuğu sokağınıza nefes aldıran çınarların yapraklarını koparıp savurma veya örneğin kedilere tekme atma fiillerini yapıyor olsun... Maruz kalan da bu sefer duvar dibine bırakılan mamaya doğru hafifçe yaklaşan bir sokak kedisi olsun. Tahayyül ettiğimiz bu olayın tanığı da siz oluyorsunuz: Ne yaparsınız? İnsanoğlu olarak, ne yapmalısınız demiyorum. Ne yaparsınız?

Aklınızdan pek çok şey geçiverir, ânında. Tekme olayını sizden başka gören var mıdır? Tekmeci ergenin ailesi düşer zihninize. Babası zengin bir müteahhitse, güçlü bir siyasetçiyse, bir yayınevinde düzeltmense, tıp doktoru ya da sanayide teknisyense tavrınız farklı olacaktır muhtemelen. Bir canlıya tekme atılması hoş değildir gerçi ama önce eylemi yapanın kim olduğu ile ilgilendirir bizi. En başta da cinsiyeti. Mekân ve zaman da önemlidir belki zihniyet kadar.

Fakat aklınızdan geçiverenlere pek takılmayalım. Bu topraklarda haksızlık, keyfilik, kibir, kural tanımazlık, şiddet karşısında ezici çoğunluğun nasıl davrandığını tarif gerekmiyor elbette. Kısaca hatırlatayım yine de: Sokağa çıkma yasakları vardı, kısa zaman önce. İşte o sırada doksan yedi çocuk ölüverdi. Herhangi bir dava açıldı mı? Bildiğimiz kadarıyla hayır. Resmî rakamlara göre hamile çocuk sayısı yirmi bir bini aşmış durumda. Tutuklu çocuk sayısı üç binin üstünde. Engelli mülteci çocuk sayısı ise 400 binden fazla ve çok ama çok büyük bir çoğunluk bu sayıların korkunçluğundan habersiz gibi yaşıyor. Haberdar bile olsa, görmemiş, duymamış, kimseye anlatmamış gibi, dünkü gibi boynunu omuzlarının arasına kıstırıp yoluna devam ediyor. Çınarın yapraklarını koparmaya, sokağın kedilerini tekmelemeye devam ediyor. Yürütmenin yargısızlıkla irtibat ve iltisakına değinmedik hâlâ.

Yürütme, yargı demişken… Devlet dersine geldik istemeden de olsa. Bu dersten hep sınıfta kaldığımı burada itiraf edeyim. Devlet dersinde başarılı olamadım, çoğumuz gibi. Fakat devleti koruyup kollayanların kimliği hakkında bir fikrim oluştu, yarım asırlık yarı şuurlu ömrümde: Devletin korunması için yoğun baskı salmakla görevli bir grup var. İlki bunlar. İkinci grup, korkuyu günlük yaşama yayan, yayılma formüllerini geliştiren bir kesim. Bunların tepesinde de korkuyu oluşturacak günlük şiddet dozunu ayarlayıp dengeleyen bir birim var. Diğer devlet birimleri bu şemaya göre, teferruat. Üzerinde durmaya değmez. En azından bu yazıda.

Suçun Sahibi

Şimdi devlet suç işler mi? Bir ergen tutup koca bir çınarın yapraklarını yolup savurma, dallarına tekme atıp kırma parçalama fiilini kendine bir hak görüyorsa, onun babasının babası sayılacak olan organizma da, kendi koyduğu yazılı/yazısız kuralları, gelenek olarak kabul ettiği temayül ve davranış biçimlerini, toplumuyla yaptığı yazılı sözleşmeyi ezip geçme hakkını kendinde bulur. Bunu da suç saymaz. Çünkü gelişmesini tamamlamamıştır, evrenin merkezinde şahsen kendisi vardır ve yaptığı her şey kutsal sayılacağı için de suç kategorisine girmez. Olgunlaşmamıştır henüz, ergendir. Ortalama vatandaşı geleneklerinin gereği olduğu inancıyla evde karısını, çocuklarını; kendince gerekli gördüğünde hatta anasını, kardeşlerini dövme hakkını buluyor ise,  devleti de yurttaşlarını ortadan kaldırma hakkını kendine tanıyacaktır. Ve dönüp sorabilenlere diyecektir ki, bunu ben yapmadım, kendileri istedi ve Miki de yaptı. Evet, Uçurtmayı Vurmasınlar filminin gizli öznesi Miki. 

Hiçbir gerekçeyle ihlal edilemeyecek haklarının korunması her bireyin sorumluluğu. Var değil mi böyle hiçbir koşulda devletin veya kolluğun ya da başka bir aygıtın ihlal edemeyeceği haklarımız? Var elbet. Olmasa müstebit Kenan Evren'in yazdırdığı anayasada dahi, can güvenliğimiz devlet tarafından taahhüt altına alınmazdı. Olmasa, her TC vatandaşının mülk edinme, barınma hakkı, düşünme ve ifade özgürlüğü, beslenme, eğitim, sağlık hizmetlerinden eşit biçimde yararlanacağına dair cümleler ‘82 Anayasasının bile ilk maddelerine konmazdı.

Oturma Odasında Yargı Provası

Annem 85 yaşını geçmişti. “Bu Suça Ortak Olmayacağız” başlıklı bildiriyi imzaladığım için okuldan emekli edilivermiştim. Bunu epeyce rahat söyledim anneme. Ama Kocaeli Üniversitesi hocalarının acayip biçimlerde sabah baskınlarıyla, kapıları kırılarak gözaltına alındığını, saldırıları filan duyunca, biraz telaşa kapılmıştım. Polis gelir, kapı güm güm vurulursa, valide ölüverir kalp sektesinden diye kaygılandım. Sıcacık, sevimli, sakin bir dille yavaş yavaş anlattım Düzce’de, Kocaeli’nde olanları, bize olabilecekleri. “Ah, ahh başıma gelenler,” dedi, o kadar. Neler yapacağımızı prova ettik, kendimizi alıştırdık bu duruma. Baskın olmadı.

Sıra duruşmalara geldiğinde merakını yenemiyor, ikide bir soruyordu annem, bu mahkeme önüne çıkınca ne olacak? Ne soracaklardı bana? Akrabalarıma, eşe dosta yönelik bir şey olur muydu acaba?

Onu da prova edelim dedim.
Adın: İrfan Eroğlu
Baba adı: Devlet
Ana adı: Taybet

Şaşırdı anneciğim, aa-aaa, kafayı mı üşüttün oğlum, ananın babanın adını bilmez misin?

Ama anacığım, işlemediğim bir suçtan yargılıyorlar beni. Bir de senin adını mı vereyim, işlemediğin suça seni ortak mı edeyim?

Sonra Taybet ananın başına gelenleri hatırlattım şaşıran anneciğime. 90 yaşına yaklaşmış, ürkek, tedirgin, küçülüp perdelenmiş gözünden akan kaygının karanlığını bir sır olarak taşıyamayan, yüreğine taş basmaya mecali kalmamış anneme. Ağlaştık yeniden.

Gerçekten kararlıydım mahkeme heyetine anamın adı Taybet’tir demeye. Çocukların var mı diye sorsalar, o evinin iç odasında analarıyla kahvaltı sofrasına oturmuşken tank mermisiyle vurulan binanın duvarları üstlerine yıkılınca yaralanan, ambulans bile gelemeyince ölen bebeklerin, çocukların isimlerini sayacaktım. Belki elli, belki yüz çocuğun adını bodrumlardaki.
Ama anamın adı Taybet.

Bizim evde yaşananların aynısı ya da benzeri belki birkaç bin evde daha yaşandı. Anneler, eşler, sevgililer, babalar, dedeler. Dahası, en mühimi çocuklar.

İhlaller, Gasplar

“Bu Suça Ortak Olmayacağız!”  kamuoyuyla paylaşıldıktan sonra, çok çeşitli hak ihlalleri yaşadı Barış Akademisyenleri. (https://barisicinakademisyenler.net/node/314). Dayatılan hukuk dışı uygulamalardan sadece biri, Ağır Ceza Mahkemelerinde "terör örgütü propagandası” yakıştırmasıyla açılan davalardı. Tüm davalar, içinde yalnızca dayanaksız karalamalar, kanıtsız suçlamalar sıralanmış tek bir iddianameye dayanarak açıldı. Tek bir iddianame vardı ama farklı mahkemelerde ayrı ayrı yargılandık; bu "adil yargılanma" hakkımızın ihlali demekti.

Barış Akademisyenlerine açılan davalar Esra Mungan, Meral Camcı, Muzaffer Kaya ve Kıvanç Ersoy’un gözaltına alınması ve tutuklanmalarıyla başladı. Dört hocamızı 22 Nisan 2016’daki ilk duruşmalarına dek, hukuku hiçe sayarak bir aydan fazla süre hapishanede tuttular. Peşinden, 5 Aralık 2017’de hakkımızda açılan davalarla yeni bir aşamaya girdik. Hemen her hafta, haftanın her gününe yayılacak şekilde duruşmalarımız yoğunlaştı. 11 Kasım 2019’a kadar  yaklaşık üç buçuk yıl içinde, 2.212 imzacının 822'sine dava açıldı. Barış akademisyenleri, destekleyenleri, hak savunucuları ve meslek örgütleriyle 284 gününü adliyelerde ifade vererek, mahkemelerdeki hukuk dışı uygulamalara tanık olarak, bunun bilgisini üreterek ve kamusallaştırarak, davalarımızı takip ederek ve dayanışarak geçirdi.[2]

Bu, 2.306 duruşma demekti ve her duruşma aslında sanık kürsüsünden sadece mahkeme heyetlerine değil, aslında herkese seslenme fırsatıydı. Israrla ve kararlılıkla barış sözü yinelendi. İnsan olarak sahip olduğumuz evrensel haklar, ifade özgürlüğü üzerinden savunuldu. Aynı fiilden birbirinin kopyası iddianamelerle yargılanan, savcıların da aynı mütalaaları verdiği mahkemelerde, tutarlı ve hukuki herhangi bir gerekçe göstermeksizin, son derece keyfî bir şekilde, Barış Akademisyenleri için ayrı ayrı 15 ay ile 36 ay arasında değişen mahkûmiyet kararlarına hükmedildi. Örneğin Füsun Üstel Hocamız, hakkındaki 15 aylık mahkûmiyet kararının İstinaf Mahkemesi'nde de onanmasının ardından haksız yere hapse girdi ve 76 gününü hapiste geçirdi.

Geldik 26 Temmuz 2019’a. Anayasa Mahkemesi Genel Kurulu’nu topladı ve "Bu Suça Ortak Olmayacağız!" başlıklı bildirimizin "kamu gücünü kullananlara hukuk içinde kalmaları ve meseleleri şiddeti dışlayan yöntemlerle çözmeleri çağrısı" içerdiğini saptayan kararını açıkladı.[3] Üç buçuk yıldır ısrarla vurguladığımız gibi metnimizin "ifade özgürlüğü" kapsamında değerlendirilmesi gerektiğinin altını çizdi. Yani özetle Anayasa Mahkemesi “Bu Suça Ortak Olmayacağız” bildirisini imzalayanlara yönelik cezai işlemlerin ve her türlü müdahalenin kişilerin ifade özgürlüğünün ihlali anlamına geldiğine hükmetti. İlk beraat kararı 6 Eylül 2019’da çıktı, gerekçesinde Anayasa Mahkemesi’nin hükümlerinin bağlayıcı olduğuna atıf vardı. O günden 23 Aralık 2019 tarihine kadar beraatla kapanan dosya sayımız 562.[4] Anayasa Mahkemesi kararı öncesinde, verdikleri iki yılın üzerindeki ertelemesiz hapis cezası kararlarını büyük bir iştahla yüzümüze okuyan kimi mahkemelerin duruşma yapmaksızın, alelacele dosya kapattığına, verilen karar beraat olunca yüzümüze okumaktan imtina ettiğine tanık olduk.

Lügatlerimiz Ayrı

Bütün bu mahkeme süreci gösterdi ki, hepimizi ortaklaştıracağını varsaydığımız dil, dilimizi oluşturan sözcükler, heceler, hatta sesler biz “Bu Suça Ortak Olmayacağız” metnini imzalayanların lügatinde farklı, ülkenin sahibi imiş gibi davranmaya çalışanların lügatinde ise bambaşka. Bizim lügatte örneğin “Barış” sözcüğünün karşılığı olarak sulh, huzur, uyum, karşılıklı anlayış ortamı yazıyor. Sayın savcı lügatini açıp Barış sözcüğünün karşılığına bakınca şunu görüyor: terörist, propagandist, örgütle irtibatlı, iltisaklı suçlu, nifak sokucu, yabancı devletlerin ajanı, toplumsal huzuru bozucu, sözde akademisyen, sözde demokrat, sözde vs vs… Çünkü anlamları çıkarına göre tebdil, tağyir ve ilga etmek ceberut iktidar kurumlarının yapısal özelliği! Bu meyanda bir sözün, ortaklaşa kabul görmüş bir değerin tepe taklak edilmesi de politika sanatı sayılıyor.

Bize Barış Gerek

Tanıl Bora’nın sözlerine katılmamak mümkün mü?

“Negatif barış-pozitif barış ayrımı yapılır. Negatif barış, çatışmasızlıktır, harp-darp olmaması halidir ve muhakkak ilâçtır, bir nefes sıhhattir. Pozitif barış, barışçıl hal ve davranışın toplumsal ilişkilere nüfuz etmesi, bir değere dönüşmesidir; bağışıklık kazandırıcıdır, homeopatiktir. Evet, mangal gibi sabır ister. Evet, bugün barışın lâfı bile suç sayılırken, lüks görünüyor. Ama belki biraz, hep lüks görüldüğü için de bu haldeyiz.”[5]

Ortada bir suç olduğunu, bu suçun paydaşı olmaya rıza göstermeyeceğimizi ilan ettiğimizden bu yana dört yıl geçti. Bu süreçte barış sözünün arkasında duranlar yeni suçlara şahit oldu ama yine ortak olmadı. İnsana, tabiata, yaşama karşı işlenen suçlarda azalma olmadı. Orman, deniz, akarsu, atmosfer kıyımları insan canına kasten yapılanlardan daha az değil. Buna mukabil, barış peşindekilerin iradesi de azalmadı, çünkü onlar da sabır derslerine fevkalade çalıştılar. Suça rıza göstermeme, herhangi bir suça ortak olmama kararlılığı gibi, tıpkı.

Demem o ki bugün barış sözünün sorumluluğunu omuzlayanlar, gasp edilen haklarını geri almak için uğraşırken, katledilen Rosa Luxemburg’un çamura bulanmış ayakkabısını bulunduğu yerden almaya devam ediyorlar. Adaletin adına özgürlüğün, özgürlük adına adaletin feda edilmediği bir dünya umuduyla, her gün yineliyorlar barış çağrısını.



[1] Eduardo Galeano, Ve Günler Yürümeye Başladı, Sel Yayıncılık, İstanbul, 2013, 2. baskı, s. 25.

[2] Bu bilgiler www.barisicinakademisyenler.net adresinde sürekli güncelleniyor.

[4] Bu sayı her gün artıyor ve www.barisicinakademisyenler.net adresinde bilgiler güncelleniyor.

[5] Tanıl Bora, “Bir ‘Süreç’ Vardı”, Birikim Haftalıkhttps://www.birikimdergisi.com/haftalik/9847/bir-surec-vardi#.XgDRy0f7Tcc