Bay Devlet Başkanı!
Bay Hükümet Başkanı!
Büyük Millet Meclisi’nin yeni üyeleri
Bir varmış, bir yokmuş, zamanın birinde bir ülke varmış…
Hukukun içindeki mantığın dışına çıkıldığı bir yer ve dönem başka nasıl anlatılır? Fakat, bugün bize masal gibi gelse de, gelecekteki insanlara büsbütün masal gibi görünecek olsa da, bu çağda, bugün burada yaşananlar masal değil. Bir masal akıldışılığında olup biten her şey gerçek. Bir Ortaçağ zorbalığında yaşanan her şey gerçek… bugün sizler kendi kesip biçtiğiniz yasalara göre suçlu kılıyorsunuz. Olmayan bir yasaya dayanarak hem suç, hem ceza biçiyorsunuz.
Yalan bir yasanın yalan Başkanı, Başbakanı, Meclis Üyeleri! Hepiniz aşağı, hepiniz aşağı!
Bu ülkenin bütün insanları!
Prof. Dr. Aysel Dereli
Bu Suça Ortak Olmayacağız bildirisini imzalayan akademisyenlerden Zübeyde Füsun Üstel, Sharo İbrahim Garip, Yasemin Gülsüm Acar, Ayda Rona Aylin Altınay Cingöz, Melda Tunçay, İzzeddin Önder, Canan Özbey, Nazlı Ökten Gülsoy ve Zübeyde Gaye Çankaya Eksen 2018 yılında, bildiriyi imzalamaları nedeniyle haklarında açılan davaların ve verilen kararların ifade özgürlüklerini ihlal ettiği gerekçesiyle Anayasa Mahkemesi’ne bireysel başvuruda bulunmuşlardı. Mahkeme, Zübeyde Füsun Üstel ve Diğerleri Başvurusu (2018/17635) başlığını verdiği dosyayı, 26 Temmuz’da karara bağladı ve Anayasa’nın 26. maddesinde güvence altına alınan ifade özgürlüğünün ihlal edildiğine karar verdi. Aslında mahkeme bir “karar” veremedi; daha doğrusu verdi ama veremedi. Şöyle ki, kararı 8 üye kabul, 8 üye de reddedince başkanın (Zühdü Arslan) oy verdiği tarafın kararı geçerli sayıldığı için ifade özgürlüğünün ihlal edildiğine de karar verilmiş oldu.
Hatırlamaya çalışalım. 2016’nın ilk ayında binlerce akademisyen Bu Suça Ortak Olmayacağız başlıklı bir metni imzaya açarak, ülkede giderek artan şiddete karşı tepkilerini dile getirmeye çalışmışlardı. Ocak ayı ortalarında açıklanan metin, üniversitelerin, akademisyenlerin 7 Haziran seçimlerinden bu yana şirazesinden çıkan/çıkartılan ülkeye yönelik endişelerini dile getiriyordu.
Rical-i devlet, akademisyenlerin dile getirdikleri bu endişelere çok sert tepki gösterdi; onları “aydın müsveddesi olmakla”, “zalimlikle”, “alçaklıkla” suçladı. Soruşturmalar, çeşitli bahanelerle imzacı akademisyenleri görevlerinden uzaklaştırmaya çalışmalar peş peşe geldi. 15 Temmuz darbe girişimi imzacı akademisyenlerden “kurtulmak!” için yeni fırsatlar doğurdu. “Kör kör parmağım gözüne” misali, 1 Eylül Dünya Barış Günü’ne denk gelecek şekilde çıkartılan bir Kanun Hükmünde Kararname ile imzacı akademisyenler FETÖ’cü olmakla, terör örgütüne destek vermekle suçlanarak işlerinden atıldılar. 2016 Ocak’ından bugüne geçen sürede Bu Suça Ortak Olmayacağız bildirisinin beş farklı evreden geçtiğini düşünebiliriz. Bildiri, her bir evresinde şekil değiştirdi, farklı ve bambaşka bir renge büründü.
1. Evre: Tepki Metni. 7 Haziran seçimlerinden sonra artan şiddete, rafa kaldırılan çözüm sürecine, sürdürülen operasyonlara yönelik bir Tepki Metni Evresi. Hazırlık evresi de diyebiliriz. Bu evre, belki de Bu Suça Ortak Olmayacağız bildirisinin en kısa evresiydi; metin açıklanır açıklanmaz sonra erdi. Çünkü artan şiddete, insan hakları ihlallerine ve iptal edilen çözüm sürecine akademisyenlerin bir tepkisi niteliğinde yayımlanan metin, yayımlandığı anda kendi bağlamından koparak akademik özgürlük-aydın müsveddeleri dikotomisinde tartışılmaya başladı. Metin hiç kuşkusuz Aslı Odman’ın da 1+1Forum’da altını çizdiği gibi, “…alışılmış ‘entelektüel manifestoların’ dışında, kendisini siyasî olarak olan bitenden yukarıda ve dışarıda değil de, taraf olarak konumlandı[ran]” bir metindi. “Vatandaş olunan devlete, ‘aslanın ininde’ hitap e[den] bir metindi”. Açıklanan metin “Mevcut hukuk sistemi içinde bile tanımlı suça suç d[iyordu.]”.
Metne, “toplumsal barışa” bir katkısı olacağını düşünerek, “suça suç diyerek” ya da sadece “ifade özgürlüğünü” kullanarak imza atanlar olduğu gibi, metinden haberdar olmadığı için, metnin dilini, ya da metinde geçen bazı ifadeleri sorun ettiği için imzadan imtina edenler de oldu. Unutmayalım ki, 2016’nın ilk günlerinde imzaya açılan metin, henüz o dönemde onlarca benzeri sosyal medya da dolaşan “herhangi bir” imza metniydi ve bu metnin akademik özgürlüklerle, insanların işlerinden edilmeleriyle, hele hele Fethullah Gülen ile alakasını kurabilmek için insanların hayal güçlerini hayli zorlamaları gerekiyordu.
2. Evre: Akademinin Onuru. Bu Suça Ortak Olmayacağız bildirisi açıklanır açıklanmaz, ilk bağlamından (1. Evre) koptu, gitti. Artan şiddet ve biten çözüm süreci ile ilgili olarak kimin ne düşündüğünün, metnin dilinin, ifade tarzının vb. hiçbir önemi kalmamıştı artık. Devlet kademelerinin metne yönelik tepkisi, neredeyse Cumhuriyetle yaşıt (ki rahatlıkla daha öncesine de götürülebilir ama konuyu dağıtmanın bir gereği yok) entelektüel olana dair nefreti hortlattı. Evet, akademisyenlerin imzaladığı metin, ikinci evresinde artık, bir “ihanet” metniydi. “Karanlık”, “alçak”, “zalim”, “aydın müsveddeleri”nin (=entelektüeller) imzaladığı bir metindi ve gerekli kurumlar mutlaka bu hainlere karşı gerekli önlemleri almalıydı. Devletin dilinde, bir yanda ülkeyi bölmeye çalışan “hain”, “karanlık” imzacı akademisyenler ve onların destekçileri, diğer yanda da “devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü” savunan “milliyetçi”, “devletperver” akademisyenler vardı -ki onlar da 2071 imza toplayarak bir karşı bildiri açıklamaya çalışacaklardı. İkinci evrede, yüzyılı aşkın tarihsel birikimiyle siyasal dilimize yerleşik entelektüelden nefret üzerinden imzacı, “hain enteller” ile imza atmayan “münevver hocalar” arasında kategorik bir fark inşa edilmeye çalışıldı. Entelektüel olandan nefret, imzacı akademisyenlerden kurtulmanın popüler dilini inşa etti. Oysa bu, hiç de doğru değildi. Çeşitli nedenlerle, imzaya açılan Bu Suça Ortak Olmayacağız metnine imza koymasak/koymasam da, metinde ifade edilen siyasi ifadelerin bazılarına katılmasak/katılmasam da akademideki geniş bir çoğunluk için, ne imzacı akademisyenler hain ve satılıktı ne de imza atmayanlar 7 Haziran’dan bu yana ülkenin içerisine sokulmaya çalışıldığı şiddet sarmalından rahatsızlık duymuyordu. Aksine imzacılar, “ötekiler”, “hainler”, “aydın müsveddeleri” vb. değil, çoğunu yıllardır tanıdığımız “arkadaşlarımız”, “hocalarımız”, “dostlarımız”dı ve en az onlar kadar bizler de hayatımızın bir parçası haline getirilen şiddete tepkiliydik.
Özetle, ocak ayı ortalarında açıklanan metne yönelik devlet ricalinin tepkisi, artık, metni kendi bağlamından çıkararak akademinin onuruna bağladı. Sorun, giderek artan şiddete ilişkin çözüm önerilerimizin ne olduğu (ki Bu Suça Ortak Olmayacağız metni bir anlamda buna ilişkin satırbaşlarıyla doluydu) konusundan çıktı; akademinin ifade özgürlüğüne bağlandı. Devlet ricalinin tepkisi, hiç de imzacıları yalnızlaştırmadı; aksine akademi içerisindeki dayanışmayı pekiştirdi, “akademik özgürlüklerin” sınırlarının tartışılmasını kolaylaştırdı.
3. Evre: Komedi. 15 Temmuz darbe girişimi sonrasında ilan edilen OHAL, devletin imzacı akademisyenlerden kurtulması için yeni bir kapı araladı (nitekim burada, daha önce açılan soruşturmaların yargı engeline takılmaya başladığını da hatırlamak gerekiyor). Gece yarısı çıkarılan Kanun Hükmünde Kararnameler ile imzacı akademisyenler, İslâmcı terör örgütü FETÖ’ye üye oldukları, terör örgütüne destek oldukları ya da onların yönlendirmeleriyle Bu Suça Ortak Olmayacağız bildirisini hazırlayıp imzaya açtıkları gerekçeleriyle işlerinden atıldılar. Artık “akademinin onuru”, “ifade özgürlüğü” vb. tartışmalarının da (2. Evre) anlamsızlaştığı bir yeni evredeydik. Bu yeni evreyi ister “komedi” diye adlandırın isterseniz “psikiyatrik evre” fark etmez, sonuçta ocak ayında başlayan tartışmaların eylül ayı başlarında, gerçekle, realiteyle alakasının kesildiğini, sürreal bir tartışmaya doğru sürüklendiğimizi söyleyebiliriz.
4. Evre Suskunluk ve Dayanışma. Barış Akademisyenleri/Bu Suça Ortak Olmayacağız bildirisi imzacıları üzerinden yaratılan ötekileştirmenin, kriminalizasyonun, yok saymanın, sivil ölüme mahkûm etme sürecinin en uzun evresi bu evreydi. Bildiriye imza atan ya da atmayan, ama yaratılan kutuplaşmada taraf olan herkesin bir sonraki KHK’da atılmayı beklediği, sustuğu, tozun dumanın dağılmasını beklediği… bir süreden, çok da uzun olmayan bir süreden sonra örgütlenmeler de başladı; dayanışma ağları genişletildi. Bu dayanışma ağlarının bazısı Ankara Dayanışma Akademisi örneğinde olduğu gibi kooperatif, bazısı Mersin örneğinde olduğu gibi kültür/ticaret limited şirketi, bazıları da dernek şeklinde olsa da Kocaeli’den İzmir’e, Ankara’ya, Eskişehir’den, Antalya’ya, Urfa’ya, İstanbul’a… kadar bu dayanışma ağı yaygınlaştı.
2017 yılı ortalarından itibaren ortak platformlar etrafında koordinasyonlar teşkil etmeye ve birlikte hareket etmeye başlayan bu dayanışma üniteleri, akademinin sokağa taşındığı yeni Özgür Üniversite formları olarak artık akademik hayatımızın bir parçası haline geldiler; Bu Suça Ortak Olmayacağız bildirisi imzacılarını çoktan aştılar, toplumsal ağlara tutunmayı başardılar.
5. Evre: Meşruiyet. Bu evrenin, Anayasa Mahkemesi Kararı’nın yayımlandığı gün, 26 Temmuz 2019’da başladığını söyleyebiliriz. Mahkeme, bildiriyi imzalayanlara yönelik yaptırımların ifade özgürlüğü önünde engel olduğunu karara bağladı. Saadet Partisi Genel Başkanı Temel Karamollaoğlu bile bildiriyi ima ederek “Orada bazı ifadeler kullanılmış, ben kullanmazdım o ifadeleri. Ancak o ifadelerin kullanılması, bir suç işlendiği manasına gelmiyor,” demeye başladıysa, kendisi de 686 sayılı KHK ile ihraç edilen akademisyenlerden biri olan CHP Milletvekili Prof. Dr. İbrahim Kaboğlu’nun da aynı günlerde dikkat çektiği gibi, “Bu iş burada kalmayacak,” demektir.
***
Gelelim şu 1071 imzaya. Aslında 1071/2071 imza polemiği de Bu Suça Ortak Olmayacağız bildirisinin yayımlanmasından sonra ortaya çıkmıştı. 2016 yılında Barış Akademisyenleri’nin bildirisinden sonra bir araya gelen dört farklı guruptaki -Türkiye için Akademisyenler İnisiyatif Grubu, Hür Akademisyenler Derneği, Üniversite Öğretim Elemanları Dayanışma Derneği ve dördüncü olarak Akademik Birlik Platformu- 2071 akademisyen 7 Haziran 2015 seçimlerinden sonra başlayan operasyonlara destek veren bir bildiri hazırlamışlardı.
Anayasa Mahkemesi’nin kararını açıklamasından sonra da 1071 akademisyen Mahkeme’nin kararını protesto eden bir metin açıklayarak “Anayasa Mahkemesi terörü meşrulaştıra[mayacağını]. Bu karar[ın] şehit ve gazilerimizin hatırasını zedele[yeceğini], maşeri vicdanı yarala[yacağını]” belirtmişler; “Terörle mücadele ettiği için devleti suçlayan açıklamalar yapma[nın] dünyanın hiçbir ülkesinde ifade özgürlüğü olarak değerlendiril[emeyeceğini]” açıklamışlardır.
2016’daki 2071 imza ya da 2019’da toplanmaya çalışılan 1071 imzanın sembolik anlamı ortada. “Keşke 1453 imza toplasalarmış!” diyecektim ama İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi'nden Mehmet Şerif Eskin ve İstanbul Aydın Üniversitesi'nden Ercan Eyüboğlu’nun, imzalarının haberleri olmadan kullanıldığını belirterek imzacı olmadıklarını açıklamaları, bir kişinin de imzasının iki defa atıldığının fark edilmesi sonrasında imzacı sayısı şu an için 1068'e düşmüş durumda; kaldı ki 1453’ü nereden bulsunlar.
Şaka ya da kinaye değil. Ankara Dayanışma Akademisi ve Bilim, Sanat, Eğitim, Araştırma ve Dayanışma Derneği’nin (bir arada) sade bir üyesi olarak, hiçbirini tanımadığım, zerre ünsiyetimin olmadığı 1068 kişinin imzaladıkları ve hiçbir şekilde içeriğini paylaşmadığım bu metni imzalayabilirim. Muhtaç olduğum kudret Voltaire’in asil sözünde ve sahip olduğum dünya görüşünde mevcuttur.