Türkiye toplumu Ermeni sorununu henüz algılayabilmiş görünüyor ama Ermeni sorunundan daha da büyük sorun öncelikli olarak bu tahayyül eksikliği sorunu gibi durmaktadır. Zira benzer bir tahayyül eksikliğini Türkiye insanı Kürt meselesinde de gösterdi ve bu “eksiklik” nerdeyse onulmaz yaraların açılmasına neden oldu. Bir zamanlar bırakınız sorunun varlığının kabul edilmesini, resmî ağızlarda Ermeni kelimesinin anılması bile tedirginlik yaratıyordu. Gelgelelim gelinen noktada uluslararası bazı arenalarda devletin resmî ağızları “Söyleyin o Koçaryana...” ile başlayan cümleler sarf etmeye başlayarak sorunun diğer tarafını bir muhattap olarak gördüklerini gizli bir “ağızla” beyan etmeye başladılar. Tahayyül eksikliği yaşayan/yaşatılan “halkımızın”, sorunun yalnızca “Ermeni terörü sorunu” değil uluslararası hukuku da içerisine alan bir sorunlar yumağı haline geldiğini geç ve hâlâ rasyonallikten uzak bir tavırla algıladığını da eklemek gerekiyor.
Gelinen nokta iki ulusun da yalnızca milliyetçi aşırılarının seslerinin olabildiğince yükseldiği tarihsel bir duraktır. Konu hakkında söz söyleyen vatandaşını yerden yere vuran ama yine bu vatandaşlarının özgürce hareketinin teminatı olması gereken devletini her türlü eleştiriden muaf tutan aşırılara NTV’deki “Neden?” programında Mehmet Altan’ın söylediği şu vurucu sözleri hatırlattıktan sonra eklemeye devam edelim: “Vatandaşını sevmeyen vatanını sevemez”. Ayrıca yaklaşık dört kuşaktır kendi diaspora geleneğini oluşturan, lobilerini kuran, propagandasını yapan ve kendi tarihi mit’lerini kurgulayan bir ulus devletin söylemlerinin karşısına hangi sistematik program ve propagandayla çıkılmıştır? Kars yolu üzerinde Ermenilerin yaptıkları katliamları hatırlatmak için dikilmiş olan ancak her gözün göremeyeceği “ufaklıktaki” anıt “kendin pişir kendin ye” türünden bir şey değil de nedir? Avrupa’ya işçi göndererek bir fetih serüvenine girdiğini sanan ülke yöneticilerinin çözümsüzlüğe aday bu meselenin olgunlaşmasında pasif destekleri yok mudur? Bu toprakların dışına gönderdiği beş milyon Türkiye yurttaşının çokluğuyla övünen ama bu çokluğun çoğunluğunu “resmî geleneğin” bile içerisinde tutmayı becerememiş bir yöneticiler silsilesinin kendileri dışındakilerin ne yaptıkları konusunda en ufak fikirleri var mıydı bilmiyorum ama bugün sayılarının çokluğuyla övündüğümüz Türkiyeli yuttaşların Avrupa’daki “kof şişmanlığı da” Ermeni meselesiyle bir kez daha gözler önüne serilmiştir. Yanlış anlaşılmasını istemem, ne katliam ya da soykırım anıtlarının güçlendirilmesini öneriyorum ne de milliyetçi politikaların güçlendirilmesini. Söylemek istediğim milliyetçi aşırıların bir türlü dinmek bilmeyen tartışmaya kapalı söylemleriyle yaptıkları/eserleri arasında dahi uçurumun giderek arttığı ve söylemlerinin çözüm üretmeden, ortamı meşgul etmekten gayri bir işe yaramadığı. Türkiye’nin milliyetçi aşırılarının ellerinden gelse Türkiye’den kovacakları Türkiye Ermenilerindeki diaspora çekincesini görmemeleri bile onların ne kadar soyut çalıştıklarının bir başka sonucu.
Ama meselenin çözümü vicdanlara gelip dayandığında herkesin söyleyeceği birşeyler mutlaka oluyor. Erivan’daki “soykırım” anıtı önünde yapılan anmalara katılan yüzbinlerce insanın bu kurgulanmış mit’e olan inançlarının hiçbir tarihi belge ya da bilgiyle değiştirilemeyeceği o kadar açık ki. Elbette aynı şey evlerini kaybetmiş, öldürülmüş ve kendilerine sistematik bir katliam uygulandığını söyleyen Türkler için de geçerlidir. Artık anlatılan hiçbir katliam vakası ötekini ikna edebilecek güçte değil. Bu konuda Türkiye, moda deyimle, treni kaçırmıştır. Erzurumlu yaşlı bir kadın ölmeden aylar önce Ermenilerin köylerinde yaptıkları zulmü anlatmıştı. Ümmiydi ve ona göre Ermeniden ve Osmanlıdan korkulurdu. Köylerinin yakınlarındaki “İsrail Düzü’ne” kadar kovalamıştı Rus askerleri onları. Arkasından Ermeniler gelmiş ve zulmetmişti. Ama her şey o olaylarla silinip gitmişti aklından ta ki ben hatırlatıncaya dek. Hiç kimseye kini yoktu ve en yakın komşuları köydeki Malakan bir aileydi. Onun hikayesi gibi binlerce hikaye var acı, hüzün ve sevinçle yoğrulmuş olan. Bana öyle geliyor ki, ancak ortak kaygılar ve acılar bir toprağı değerli kılıyorsa bu topraklar yeterince değerlenmiştir çekilen ortak acılarla. Artık söz sırası kardeşliğin nasıl sağlanacağına ve kardeşlik anıtlarının nerelere inşa edileceğine ilişkin olmalıdır.
Şimdilerde bir başka moda söylem ise gelinen noktada sorunu yalnızca tarihçilerin çözebileceği üzerine yoğunlaşıyor. Son birkaç yıldır konuyla ilgili olarak neredeyse önü alınamaz bir tarihçi fetişizmi yaşanmaktadır. Tarihin objektif anlatılar alanı olduğu zannından kaynaklanıyor bu görüş ama tarihçilerin ve tarihin kendisinin ideolojik bakıştan hiçbir şekilde bağımsızlaşamayacağı gözönüne alındığında eksikleşiyor. Ulus-devlet modellerinin kurulması ve pekiştirilmesi için tarihin ne kadar maniple edildiği ve tarihsel bloğu kim inşa ettiyse tarihin onun ideolojisi tarafından şekillendiği o kadar açık ki. İdeoloji ve baskın söylemden kaçabilen tarih yazımı var mıdır? Dolayısıyla çözüm, öncelikle bu salt tarihçi fetişizmden biran önce kurtulmaktan ve sözü olan herkesin ufakta olsa bir kardeşlik mesajıyla bitecek olan sözünü söylemesi için gerekli ortamın sağlanmasından geçiyor.
Bu topraklarda Ermeniler de, Yezidiler de, Süryaniler de, Türkler de, Lazlar da, Kürtler de öldü, öldürüldü. Tıpkı dünyanın geri kalan coğrafyalarında olduğu gibi. Kah birbirlerine karşı şiddet uygulayarak kah aynı cephede ortak düşmana karşı durarak. Ölme, öldürme ve soykırım kelimeleri biraraya gelince söylenmesi gereken son sözler elbette soykırımın kendisiyle ilgili olmalı. Modern bir durumdur soykırım. “Soyu kırılanın” belirli ve tanımlanmış bir soydan gelmiş olması gereklidir. Sistematiktir. Bir bütünü olduğu gibi hedef alır. Bir kişiyi bile istisna olarak dışarıda bırak(a)maz. Tasnif kriterleri bellidir ve “bilimseldir”. Bilimsel bilgiyi yanıbaşında en önemli meşrulaştırıcı araç olarak kullanmasını bilir. Bu nedenlerden oldukça moderndir. Bütün bunlar Ermenilerin ya da Türklerin yaşadıklarıyla örtüşür mü bilemem. İşte buna oturup “herkesin” önce vicdanlarında karar vermesi gerekir. Bu meselenin ikincil müdahillerinin ise (her kimseler) Kızılderililerin, Cezayirlilerin, Kızılbaşların, Tutsilerin ve diğerlerinin kendileriyle ilişkili olanlarını bulup tarihlerini bir daha okumaları iyi olur.