Bir toplumda siyasal arenanın ikiye bölünmüş olması, bu bölünmenin sol ve sağ ayrımına tekabül ettiği anlamına gelir mi? Bugün Latin Amerika dışında, sol rüzgarın siyasal planda güçlü esmediği bir dönemdeyiz. Buna karşılık, tek parti rejimi veya kişisel diktatörlüğün yürürlükte olduğu ülkeler dışında, seçimlerde çatışan tarafları genellikle sol ve sağ ayrımına tabi tutarak anlamaya devam ediyoruz. Bu, alışkanlığın sürüp gitmesinin sonucu mu? Bir çözümleme refleksi veya şablonu mu? Yoksa taraflar arasındaki gerçek bir siyasal-toplumsal içerik farkını mı ifade ediyor?
Bu sorunun yanıtını, tahayyül dünyamızdaki sahici sol tanımından hareketle aramak genellikle başvurulan yoldur. Bu yol, var olan solları, düşün dünyasındaki normdan daha geride, daha eksik olarak görmeye götürür. Çünkü bu norm, nesnel değil, özneldir. Kişilerin veya toplumsal grupların konumlarına, tarihlerine, beni ve diğerlerini algılama tarzlarına göre değişir. Aynı sosyal sınıf içinde dahi bu konuda büyük farklılıklar vardır. Ayrıca normun içeriği zamandan bağımsız değildir. Bir 19. yüzyıl muhafazakarı, bugün Batı toplumlarında merkez sağda yer alan bir dizi siyaset adamını büyük ihtimalle aşırı sol olarak değerlendirirdi.
İki yüzyıldan beri, sol değer ve ideallerin önemli bir bölümünün, kapitalist sistem tarafından dalga dalga içselleştirilmesi, hazmedilmesi ve sistemin kendini bunlara ayarlamasına şahit olduk. Sol, bu süreçte, kendini var eden bir dizi talebin takipçisi olmaktan, zaman zaman bunların uygulayıcısı olma konumuna geçti. Bazı toplumsal talepleri hayata geçirdi. Bazılarında geri adım attı veya girişimleri ters sonuç verdi. Sovyet devrimi ve ondan esinlenen devrim ve yönetimler, solun ideallerinin bir kısmını gerçekleştirirken, bir o kadar önemli başka sol idealleri bütünüyle çiğnedi. Bu rejimlerin varlığı solun sırtında bir kanburdu. Çöküşlerinin yarattığı başdöndürücü girdap solun özgüvenini daha da kaybetmesine yol açtı. Birçok kişi açısından sol ve sağ kavramları ayrıştırıcı özelliklerini, anlamlandırma kabiliyetlerini kaybetti. Bu ise, ideolojilerin sonu borazancılarını ortaya çıkardı.
Bugün sol ve sağın arasındaki farkların izini takip etmek için elimizde önemli bir gösterge var. Gösterge basit: sol ve sağ arasında bugün bir fark var mı sorusuna verilen yanıt. Birkaç istisna dışında, bu soruya “hayır, fark yok” yanıtı verenleri, sağa yerleştirebiliriz. Varolan sol ve sağ partiler arasında fark olmadığını söyleyenler bu konuda haklı olabilirler ama sol ve sağ idealleri arasında fark kalmadığını söylemek, içinde yaşadığımız düzenin, ideal değil ama mümkünler içinde en iyi, en arzulanabilir düzen olduğu inancını beyan etmektir. Bu ise sağın evrensel tavrıdır.
Sol, içinde yaşanılan düzenin ne doğal, ne evrensel, ne de ebedi olmadığı bilinci üzerine kurulur. Sınıf savaşının nesnel varlığına ve işlerliğine inanmakla solu bir ölçüde sağdan ayırabiliriz. Ama sermaye sınıfının bilinçli kesimi de toplumsal ilişkiyi bir sınıf savaşı olarak algılar. Aslında bu konuda arada mutlak bir fark yokur. Sermaye ile emek arasında uzlaşmaz bir çelişki olduğu fikri de öyle. Sermayedarların günlük yaşamlarında sürekli içinde oldukları ve bunun gayet iyi bilincinde oldukları bir gerçektir bu. Elbette bunu açıkça kabullenmezler. Sol ise bunu toplumsal-siyasal planda teşhir eder. Bu arada fark, inanç değil, söylem seviyesindedir.
Asıl ayrım, mülkiyet konusundadır. Sağ, mülkiyetin korunması ve güçlendirilmesi gerekleri etrafında harekete geçen toplumsal güçleri temsil eder. Solda olmak ise, mutlak bir mülkiyet karşıtlığı anlamına gelmez . Mülkiyet hakkının lağvedilmesini talep eden radikal kesimlerin yanında, sol genellikle bilgi ve yeteneğin ve insani varoluşun asgari gereklerinin mülkiyet mantık ve ilklerine üstün olmasını vurgular. Mülkiyetin gereklerinin toplumsal yaşamda baskın olmasına karşı direnir. Mülkiyeti gemlemek, sınırlamak, özel olanı yerine toplu mülkiyeti getirmek, solun mülkiyetin dokunulamazlığı fikrine karşı verdiği mücadelenin unsurlarıdır. Bu tavır, geçmişde birçok defa, toplumun alt sınıflarıyla, mülksüzlerle, emekçilerle eğitimli orta sınıfların sol şemsiyesi altında yan yana gelmesini sağladı. Bunun en belirgin örneklerinden biri, Türkiye’de 1960-80 aralığında, mühendislerin, doktorların, teknisyenlerin, öğretmenlerin toplumun alt kesimleriyle kurduğu siyasal ittifaktı. Bunun o dönemde başka ülkelerde de bol benzer örneği var.
Ulus-devlet yetkilerinin, demokratik yollarla bu sol ittifakın eline geçebilmesi, toplumsal yarar hedefli reformlar yapılabilmesine olanak sağladı. Mülkün paylaşılmasını belki gerçekten gündeme getirmedi ama ulusal gelirin paylaşılmasını bir ölçüde başardı. Piyasanın yıkıcılığına ve mülkiyetin bencilliğine karşı toplumsal dayanışma ve yaratıcılığı öne çıkardı. Bunun yanında, sol kökenli bir teknokrasiyi hızla geliştirdi. Neo-liberal dalganın ulus-devletin müdahale olanaklarını kıstlamasının ardında, mülkiyet cephesiyle bağlarını bütünüyle koparmamış olan bu sol teknokrasi, büyük ölçüde teslim oldu, karşı tarafa geçti. Bunların bir kısmı kendilerini sol olarak tanımlamayı, geçmişleriyle ilgili nostaljik bir anı olarak sürdürmeye devam ediyorlar. Bir kısmı, bütünüyle neo-liberal savaşın neferi olmamayı, sosyal liberal bir orta yolda mülkiyetin çıkarlarıyla sosyal adaletin gereklerinin buluşturmayı ümit ediyorlar. Ama mülkiyet güçlerinin, 20. yüzyıl sosyal tarihinden sınıfsal öçlerini alma hıncıyla bilenmiş katı ve keskin politikaları, onları çoğu zaman kontrpiyede bırakıyor. Ya da girişebildikleri iki ayaklı reformlarda, sosyal ayağın sürekli topallamasına, hatta kısa zamanda kesilip atılmasına nezaret etmek zorunda kalıyorlar.
Bu durum, kaçınılmaz olarak, bilgiye sahip olduğu için işi yapmaya yetkin olanlarla toplumun daha alt sınıfları arasındaki uzlaşmanın da sonu demek. Yeni kapitalizmin dışladığı köylüler, sanayii emekçileri, vasıfsız işçiler, büyüklere, zenginlere, köşeyi dönmüş ve suyun başını tutmuş olanlara karşı nefretle hasetin karıştığı kör bir tepkisel tavra savruldular. Yönetici sınıf olmaya kendini koşullandırmış bilgililer ise, bu tavrın seçimlerdeki yansımalarını demokrasinin zaafları, hatta zararları olarak yorumladı. Demokrasi sonrası bir rejimi, bilenlerin yönetimi arzularını yüksek sesle dile getirdiler. Yönetişim kavramını baştacı ettiler. Sol ve sağın farkının kalmadığını, bilenle bilmeyen, yetkili ile yetkisiz, ilgili ile ilgisiz olan farkının daha önemli olduğunu ve bunun belirleyici olması gerektiğini iddia etmeye başladılar. Böylece yeni mülkiyet ittifakında, onun sosyal kanadı olarak yerlerini aldılar. Mülklüler her zaman saflarında sosyal tınının da temsil edilmesine önem vermişlerdir.
Bugün sol, türlü çeşit yönetişimcilik taraftarlarından oluşan ılık su kıvamındaki sosyal liberal kutupla, varlık nedeni sadece direnmek, karşı çıkmak, neredeyse tarihi durdurmak ve dondurmak olmaya dönüşmüş olan, bütünüyle kendi içine kapanmış olanlardan oluşan gürültücü ama etkisiz bir radikallik arasında sıkışmış durumda. Birincisi, vasıfsızlara, işsizlere, mülksüzlere hitap etmiyor. İkincisi ise, milliyetçi radikalizm, dini köktencilik gibi daha otantik radikalizmler karşısında güçlü bir cezbedici olamıyor. Bu ikisi dışında kalan ama kendisinin en hakiki olduğunu iddia edecek bir safdillik veya benmerkeciliğe kendini kaptırmayan farklı bir sol, çoğumuzun ortak arayışı. Bu nedenle giderek hızlanan biçimde solla sağ arasındaki farkın öznel algılamaları, toplumsal olarak paylaşılan algılamaların önüne geçiyor. Birey çağında, solu tarif etmek de bireyleşiyor.
Solun yeniden kuruluş hamlesi içinde yapması gereken işlerden birisi, solla sağ arasındaki farkı, sürüklendiği bu mutlak öznellik eğiminden çıkarıp, toplumsal bir beklenti haline dönüşmesini başarmaktır. Örneğin Türkiye’de bunun ilk adımı, toplumdaki dışlanmış, kenarda bırakılmış, kolu kanadı kırılmış, onuru kırılmış insanların iktisat alanı kadar, başka alanlardan ve başka kıstaslarla dışlananlardan oluştuğunu, milliyetçi, laikçi ve merkeziyetçi saplantılardan kurtularak kavramaktır. Latin Amerika’daki solun göreli başarılarını bu gözle değerlendirmeye ne dersiniz?
Radikal İki, 10.12.2006