14-28 Mayıs seçimlerinin hem son yüzyıllık tarihimizin kesin bilançosunu gösterdiği; hem de bu bilanço üzerinden yeni bir dönemin başlamış olduğu tespiti doğru ve esas alınıyor ise; önümüzdeki döneme ilişkin perspektifimizi aşağıda başlıcalarını sıralayacağımız “veri”leri dikkate alarak oluşturmamız da önkoşul demektir.
1- Türkiye toplumunun iki yüzyıla varan modernleşme deneyimi boyunca, bu deneyimin başatlaştıracağı sosyo-kültürel sonuçları, hukuki altyapıyı benimseme, kabullenme eğilimi daima azınlık olagelmiş, bunun en az iki katı kadar reaksiyoner, şüpheci bir çoğunluk hep varolagelmiştir. Siyasal düşünüş tarihi de bu gerçeklikle örtüşür: Modernliğe özgü –sosyalizm, liberalizm gibi– siyasal akım ve hareketlerin gelişimi kadük kalırken reaksiyoner akımların omurgası işlevini yüklenen milliyetçilik, karşıt akımları bile kısıtlayan, sınırlayan bir güç edinebilmiştir.
2- Modernleşme süreci, tebaanın din, etnisite, cinsiyet farklılıklarını/hiyerarşisini gözeten yasalara tâbi olduğu arkaik devlet düzenlemelerinden arındırılıp yasaların ve bürokratik işlemlerin herkes için aynı geçerlilikte olduğu bir devlet düzenine geçişi de başaramamıştır. Büyük çoğunluğun devlet algısı geçmişe göre fazla değişmeden kalmış ve bununla birlikte kadim devletlerin mayasında yer alan rüşvet, yolsuzluk ve kayırmacılığın her biçimi bir tür “normal” olarak yaygınlığını sürdüregelmiştir. Bu bakımdan örneğin yolsuzluk ve kayırmacılık sicili en kabarık iktidarlar sıralamasında açık ara en önde olan AKP hükümetlerinin bu nedenle kitlesel desteğinin azalışından söz edemiyoruz.
3- Bu süreçte sınıf ve çıkar çatışmalarını normal, hatta yenilenme ve yaratıcı yeteneğini geliştiren, bileyen bir dinamik sayan modern zihniyetin bu ayırt edici özelliği, bırakın karşıtlarını, modernlik yanlılarının çoğu tarafından bile benimsenmiş değildir. Çünkü bu özelliği, tasarladıkları toplumsal birliği dinamitleyen bir faktör olarak görürler. Oysa, çatışmayı meşrulaştıran modern toplumlarda çok büyük çoğunluğun ortak gurur nedeni olan birçok değer, eser ve kişilik oluşabilmiş ve bunlar o millete ait olma fikir ve duygusunun, ayrıca özgüveninin en etkin ögeleri olmuş iken; Türkiye’de ise neredeyse bunun tam tersine bir sonuç görülmektedir. Çatışmayı tehlikeli sayan ama buna mukabil tarafların birinin diğerini bağımlısı/astı konumuna itmeye koşullanmış olarak yürütülen siyasetler giderek toplumu birbirinin ötekisi olan “milletimsi”lerin toplamı haline getirmişlerdir. Son yarım yüzyılda devlet zoruyla atılmış dikişlerin de kopmasıyla çözülen bu “yapı”yı oluşturan parçaların hepsinin ortakça ve gururla sahiplendiği değer, eser ve kişilikler yok denecek kadardır ama buna mukabil her birinin –en az bir diğerinin nefret nesnesi olan– aidiyet ve gurur listeleri, sembolleri vardır. Modernleşme sürecimizin sonucunu işaretleyen 22 yıllık AKP iktidarı bu varış noktasının “kurumsallaşmış” halidir.
4- Sürecin fiziki galibi olarak çıksa da; AKP’nin güdümündeki “yerli ve milli” cenah, bu “zafer”ini ne zihinsel kapasite ve kültürel hegemonya ile ne de herhangi bir ahlakilik iddiasıyla besleyemediği gibi; bu alanlardaki kalitesi, varsayılanın bile giderek daha altına düşen bir seyir izlemiştir. Ülkenin zihni donanım ve üretkenlik düzeyi yüksek yurttaşlarının açık ara çoğunluğunu önce bu parti ve cenahtan, ardından iktidarının daha koyu hissedildiği vilayetlerden uzaklaştıran bu trende son yıllarda yurtdışına nitelikli insan göçünün sürekli artışı da eklenmiştir. İktidar cenahının artık iyice yerleşmiş diyebileceğimiz egemenliği altındaki İç ve Doğu Anadolu ile Karadeniz sahili illerinin hemen tamamında bir tür getto hayatına itilen yerli ve milliliğin “ötekiler”i, HDP’nin yüksek destek gördüğü illerde iktidarın yıllardır sürdürdüğü baskıya rağmen geriletilemedikleri gibi; Trakya ve Ege, Akdeniz sahili şehirlerdeki kısmi çoğunlukları sayesinde o şehirlerin vitrini olmayı sürdürebildiler. Ama AKP’li cenahın kendi kültürel çoraklığını, neşe yoksunluğunu daha göze batıcı kılan bu vitrini –kapatarak değilse de– puslandırarak hıncını çıkarma eğilimi de son zamanlarda daha sık depreşmekte. İktidarın yerli ve millileri ile öteki saydıklarının ortak yaşam alanlarının giderek azaldığı, “bizden olmayan”ın yabancı muamelesi gördüğü bölgelerin çoktandır teşekkül ettiği bu şehirlerde, şimdiye kadar pek sorun çıkarmamış bölgeler arası gerilim potansiyelinin patlama ihtimalinin hayli yükseldiği bir döneme girdiğimizi özellikle not etmeliyiz.
5- Muhalefetin art arda birçok seçimde çoğunluğu sağladığı bu vilayetler, ülke nüfusunun kabaca %40’nı barındırmasına mukabil, üretilen ekonomik değerin ve nitelikli insan toplamının neredeyse %70’ini temsil ettiği için; son analizde Türkiye’nin kaderinde en belirleyici faktördürler. Bu bakımdan AKP iktidarının, önümüzdeki genel seçimlere kadar tasarladığı herhangi bir “işleri yoluna koyma” planı varsa bunun ilk elzem koşulu herhalde başta İstanbul olmak üzere geçen yerel seçimlerde kaybettiği Batı Anadolu ve Akdeniz kuşağı metropol belediyelerini yeniden kazanmaktır. İşte bu noktada İYİ Parti’nin oynayacağı rol kritik önemdedir. Ve bu parti, içine girdiğimiz yeni dönemde siyasal stratejisini kurmanın ve bir “yol haritası” çıkarmanın hesaplarını yaparken; önünde sadece –gardı iyice düşmüş– bir CHP'den daha da fazla ödün kopartacağı bir ittifak imkânı değil, AKP’nin onu MHP’nin yerine ortaklığa davet etmesine kadar uzanabilecek bir fırsat yelpazesi olduğunu mutlaka kestiriyordur. Bu parti ayrıca daha derin çalkantılar yaşaması beklenen CHP’deki hayli güçlü “ulusal”cı kanadın en yakınlık duyduğu parti olarak bunları kendi bünyesine katmayı da düşünebilir.
Söz Türk milliyetçiliğinden açılmışken mutlaka değinilmesi gereken bir husus daha var: Son seçimler bir kez daha gösterdi ki; bu ülkede Türk milliyetçiliğini siyasal kimliğinin en başına koyan seçmenlerin toplamdaki oranı %25’i aşmaktadır. Buna Çin ve biraz da Rusya konsolosluğu gibi çalışmayı bu söylem altında sürdüren Vatan Partisi’nin küsuratını eklemesek bile CHP'deki güçlü “ulusalcı” damarı da ilave ettiğimizde %30’a varan, belki de aşan bir potansiyel çıkıyor ortaya. AKP’nin başlangıçta %30’un hayli altında bir “siyasal İslâmcı” destekle yola çıkıp pekâlâ ülke siyasetinin hegemonik gücü haline gelebildiği ortadayken; Türk milliyetçilerinin de benzer yolla aynı konuma erişebileceklerini örneğin Tuğrul Türkeş “milliyetçiler ligi kurulmalı” önerisiyle seçimlerin hemen ertesinde dile getirmişti. Bu ve benzeri önerilerin milliyetçi-ulusalcı çevrelerde dolaşıma sokulduğu ve en azından –resmen– dört yıl sonra bitecek “Erdoğan sonrası dönem” için düşünüldüğü herhalde şüphesizdir. Dünya ölçeğinde esen popülist, göç ve yabancı düşmanı ve elbette azgın milliyetçi dalgayla da rezonansı gayet güçlü olacak bu tür girişimlerin “başarı” şansı kesinlikle küçümsenemez.
6- Şekli bir modernleşme savunuculuğunun ötesine geçmeyen ve o nedenle de parti içinde sosyo-politik ufku örneğin sosyal demokrasiye dönüştürme amaçlı girişimleri kısırlaştıran ve nihayet 1990’lardan beri “Cumhuriyet’in kurucu partisi” olmanın –artık– hatırasına sığınarak var olabilen; ne var ki alternatifi de oluşamadığı için hâlâ “ana muhalefet” odağı konumunu sürdüren CHP, “tarihsel misyonu”nu ciddi bir yenilgi ile bitiren Mayıs 2023 dönemecinden sonra daha ne kadar o konumda ve tek parça kalabilir? Bu partiye özellikle son yirmi yıldır Sünni muhafazakârlıktan duyulan endişe nedeniyle oy vermiş metropol kentler orta ve üst burjuvazisi, zihni formasyonları ile o endişeyi daha yoğun yaşayan nitelikli meslek-emek sahipleri ve Alevileri kapsayan heterojen seçmen kitlesi için “başka bir yol?” sorusu artık ertelenemezdir. Ve yukarıda işaret edilen muhtemel gelişmeler dikkate alındığında hayati derecede önemlidir.