Türkiye, son yıllardaki dış politikasında, sorun çıkartmak için çevresindeki her masaya sataşan mahalle kabadayısına benziyor. Var olan sorunlar yetmiyor olacak ki, şimdi, yepyeni bir dış sorunumuz daha oldu: Ayasofya Meselesi.
532-37 yıllarında inşa edilmiş, dönemi için devasa kubbesiyle dünya mimari tarihini değiştirdiği söyleyen Ayasofya, başta Yunanistan olmak üzere Avrupa Birliği ülkeleri ile Türkiye arasında insani ve coğrafi miras üzerinden bir "ortaklaşma" değil, suni bir "ayrışma" vesilesine dönüşüyor.
TRT Diyanet TV, Ramazan ayı boyunca sürecek biçimde sahur saatlerinde, Ayasofya'dan "Bereket Vakti Ayasofya" adlı sahur programını ekranlara getirmeye başladı. Programın ilk konuğu Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez oldu. "Kültür ve Turizm Bakanlığı'ndan alınan izinle Ayasofya'da ilk sahuru gerçekleştireceklerini" söyleyen Görmez, "büyük heyecan duyduğunu" da ifade etti. Programların başlamasının ardından, Yunanistan'da Türkiye'ye yönelik bir siyasi kriz yaşanmaya başladı.
İç kamuoyu ve siyaset genelindeki dalgalanmalar üzerine, Yunanistan Dışişleri Bakanlığı, Türkiye'yi kınayan sert bir açıklama yaptı.
Açıklamada, "Türk devlet televizyon kanalı TRT’nin program yaparak Ramazan boyunca Ayasofya’da Kur’an okunacağı yönündeki açıklamasını, geriye dönüş olarak niteliyor ve tavrı kınıyoruz. Bu tür hareketler anlaşılamaz ve gerçekle bağını kopartmışlığı yansıtan hareketlerdir ve dünya kültürel mirasının sembolü olan dinî eserlere yönelik saygı eksikliğini göstermektedir. Dahası, bu gibi hareketler, modern, demokratik ve laik toplumlara uygun değildir” denildi.
Ana muhalefetteki Yeni Demokrasi Hareketi de, “Bu hareket kışkırtıcı, anlaşılmaz ve dünyanın dört bir yanındaki Ortodokslara karşı saygı eksikliğinin bir göstergesidir; bu durum da Türkiye’nin Avrupa süreciyle uyuşmamaktadır” ifadelerini kullandığı bir açıklama yaptı.
Bu açıklamaların ardından, Yunanistan’ın İstanbul Başkonsolosu Evangelos Sekeris, sahur vaktinde Ayasofya’yı" ziyaret etti. Yunanistan Dışişleri Bakanı Nikos Kotzias, ülkesinin “ilk açıklamalarımızda temkinli davrandığını", ancak sonuç alamayınca, Başkonsolos Sekeris'i Ayasofya'ya yolladıklarını açıkladı.
Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Tanju Bilgiç ise, Yunanistan Dışişleri Bakanlığı’nın açıklamasının ‘kabul edilemez’ olduğunu söyledi.
Bilgiç, “Başkentinde yıllardır cami yapılmasına izin vermeyen, Batı Trakya Türk azınlığının dini özgürlüklerine sürekli müdahale eden ve İslam karşıtlığını çağdaşlıkla karıştıran Yunanistan’ı üslubunda ve açıklamasında aklı selime davet ediyoruz. Bu bağlamda çağdaş, demokratik ve laik toplumların değerleri arasında başka dinlere ve ibadetlerine saygının da bulunduğunu hatırlatmak isteriz” diyerek de oldukça sert bir karşı yanıt vermiş oldu.
Öte yandan, Avrupa Parlamentosu'nun Yeni Demokrasi Hareketi'nden milletvekili Elissavet Vozemberg-Vrionidi, Ayasofya'da Kur'an okunması meselesini Avrupa Komisyonu'na taşıdı ve mekânın "insanlığın kültürel mirası adına korunması" için girişimde bulunulmasını talep etti.
Velhasıl, görünen o ki, AB ile bir de "Ayasofya Sorunu" oluverdi Türkiye'nin. Almanya Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Martin Schaefer ise "UNESCO Dünya Kültür Mirası listesinde bulunan yapının, dünya kültür mirası statüsüne dokunulmadan kullanılmasını dilediklerini" ifade etti. Ayrıca, ABD Dışişleri Bakanlığı da, Ankara'ya "Ayasofya'nın kompleks/karmaşık/çok boyutlu tarihine" saygı göstermesi çağrısında bulundu.
Son yıllarda, örgütlü biçimde "sembolikleştirilen", sembolikleştirme ötesinde "fatihan" bir savaş aracına dönüştürülen bir mesele Ayasofya konusu. Şimdi de, Eric Hobsbawm'a atıfla, "geleneğin icadı" gibi, "sorunun icadı" söz konusu. Bu sayede, çevre ülkeler ve ötesi ile Türkiye arasında yepyeni bir dış politika sorunu daha yaratılmış oluyor.
Sorun Nasıl İcat Edildi?
Bu yıl, 27 Mayıs'ı 28'ine bağlayan "Fetih Gecesi"nde, Ayasofya'nın önünde, sabah namazını "1 Milyon Müslüman'ın kılacağı" çağrısı yapıldı. Sonunda duyurulduğu gibi milyonlar katılmadı bu sabah namazına, ama en az yüzlerce, belki binlerce kişi Ayasofya'nın önünde sabah namazı kaldı. Oldukça organize biçimde İstanbul dışından gelenlerin de katıldığı şekilde, bir derneğin çalışmaları sonucu toplananlara yapılan çağrıda, Fatih Sultan Mehmet'in "vakfiyesi" olarak duyurulan şu satırlar yer aldı:
"Allah'ın yarattıklarından Allah'a ve O'nun rüyetine iman eden, ahirete ve onun heybetine inanan hiçbir kimse için, sultan olsun melik olsun, vezir olsun bey olsun, şevket ve kudret sahibi biri olsun hâkim veya mütegallib (zâlim ve diktatör) olsun, özellikle "zâlim ve diktatör idareciler" tarafından tayin olunan, fâsid bir tahakküm ve bâtıl bir nezâret ile vakıflara nâzır ve mütevelli olanlar olsun ve kısaca insanlardan hiçbir kimse için, bu vakıfları eksiltmek, bozmak, değiştirmek, tağyir ve tebdil eylemek, vakfı ihmal edip kendi haline bırakmak ve fonksiyonlarını ortadan kaldırmak asla helal değildir!"
Güya, Tapu Kadastro Müdürlüğü'nde, "Fatih Sultan Mehmet’in 1 Haziran 1453 tarihli Ayasofya Camii Vakfiyesi” bulunmuş ve bu vakfiye, millet ve ümmetimizin makûs talihine neden olan lanete sebep olmuş. İnternetin her mecrasında, haber sitelerinden bloglara, sosyal medyada Instagram'dan Twitter ve Facebook'a, her yerde bu "bilgiye" rastlamak mümkün.
Bütün bu safsataları ortaya ilk atanların kimlikleri araştırıldığında da, "tarihçi", "İslam bilimci" kisveleri altında, devlet kaynaklarını kendi çıkarlarına yontan kişilikler oldukları anlaşılıyor. Bir kere, herhangi biçimde Osmanlı kaynaklarını araştıracak ve okuyacak yetileri yok.
Ve bu kişiliklerin çarpıtmalarıyla, yalan yanlış yazımları ile bu "vakfiye", Ayasofya'nın, 1935'te "Cami'den", "müzeye" dönüştürülmesine bir nevi isyan ve ulvi-kutsal bir çağrı gibi, gaipten bir ses gibi yansıtılıyor. Sanki, Sultan 2. Mehmet, yani Fatih, böyle bir beddua etmiş; bir de Fatih Sultan Mehmet diye imzalamış.
Oysa, yansıtıldığı haliyle böyle bir vakfiye yok. Sultan 2. Mehmet'in olan "vakfiyesi", himayesinde olan tüm imarethaneler, camiler, "kamusal alanlara" nasıl bakılacağına, bu alanların nasıl korunacağına, gerekli kaynakların nasıl kullanılması gerektiğine ilişkin bir belgedir. Ve özetle, "malımı mülkümü yemeyin, çarçur etmeyin; kamusal kaynakları kendi çıkarınız için kullanmayın, hırsızlık eder, çalar çırparsanız haram olsun sizlere" ana fikrini ortaya koyar. Sultan II. Mehmet'in, "Fatih"in, bir bedduası olsa, muhatapları da en çok Ayasofya konusunda onun adını bu şekilde kullananlar olur herhalde.
Tabii, İstanbul'un fethinin kutlanırken kutsanması meselesi ve Ayasofya'nın bu konuyla ilintilendirilmesinin tarihçesi, bugüne ait bir sorun değil. Ayasofya'nın politikleştirilmesi konusunun izlerini sürerken yarım yüzyıldan fazla geriye gidebiliriz. Örneğin, İstanbul Fetih Cemiyeti, kuruluşundan üç yıl sonra, 1953 yılında, "500. Yıl kutlamaları" için, Ayasofya'nın aralarında bulunduğu "fethin hatıralarını yansıtan mekânlara" kitabeler koydurmak istemiş. O dönem, yani Adnan Menderes hükümeti iktidardayken, bu kitabelerin konulmasına izin verilmemiş.
Osmanlı'da Ayasofya
Daha geriye gidelim; Sultan 2. Mehmet'in kendisi, Ayasofya'ya ilk adım atarken, yani burası henüz bir Hıristiyan mabedi iken, yere diz çöküp, boynunu eğip yerden aldığı bir tutam toprağı sarığına serpelemiş. Bu bir "fatihanlık" değil, bir mütevazılık, tevazu gösterisi. Osmanlı İmparatorluğu dönemi boyunca, Ayasofya'daki mozaiklerden bazıları, üstelik de en sembolik olanları kapatılmaz, olduğu gibi açıkta bırakılırdı. Osmanlı mozaiklerin açıkta bulunanlarını da yok etmez, kolayca çıkabilecek boyalarla "kamufle" ederdi. 19. yüzyılın ortasında, İsviçreli İtalyan mimar kardeşler Giuseppe ve Gaspare Fossati, Ayasofya'yı restore ederken, bazı mozaikleri de onarırlar ve tüm mozaikleri kayda geçirirler; bunları da, Sultan Abdülmecid'in emriyle yaparlar. Bu restorasyon sırasında Ayasofya'ya, Sultan Abdülmecit'in mozaik olarak işlenen tuğrasının eklenmesi planlandı. Bu tuğrayı, mabedin kendi mozaiklerinin dökülen parçalarından "altın ve mavi" tonlarında yapan da, İtalyan usta Lanzoni idi. Bu mozaiğin bitirildiği dönem, Abdülmecid'in kendi saltanatının en sorunlu zamanına denk geldiğinden, bir türlü yerine asılamadı.
Osmanlı İmparatorluğu'nun Ayasofya konusunda, sürekli "sahipliğini" empoze etmek gibi bir çabası olmamış. Tersine, Ayasofya bir "İstanbul mirası" olarak sahiplenilmiş. Ufak tefek eklemeler dışında, olduğu gibi korunmuş.
Kanuni Sultan Süleyman, Macaristan seferinden zaferle döndüğünde, bugünkü Budapeşte'nin Buda'sından, Ayasofya'ya bir hediye getirmişti; Kral Matyaş Kilisesi’nden iki kandil. Bu kandiller, hâlâ Ayasofya'nın mihrabının iki yanında. Doğu Roma'nın sanat tarihinde "Rönesans'ı başlatan" tasvir olarak kabul edilen "Deisis Kompozisyonu"nun karşısına düşecek şekilde, yerde, IV. Haçlı seferini yöneten ve 1205 yılında Venedik Docu, Komutan Enrico Dandolo'nın mezar taşı da Ayasofya'da. Keza, Doğu Roma'nın Vikingli lejyonerlerinden birinin "vandallık eseri" de 9. yüzyıldan beri Ayasofya'nın bir parçası; mermer korkuluklara "Halvdan buradaydı yazan Viking, gerçekten de tarihe adını bu şekilde "kazımış". Bugün, Tokat'ın Niksar ilçesine denk gelen Neokaisáreia'da 213'te doğan ve din adamı olan Gregory Thaumaturgus'un, ölümünden sonra Ayasofya'da "belirdiği" rivayet edilir. "Mucizeler gerçekleştirdiği" öne sürülen Gregory Thaumaturgus'un belirdiği 1200'lü yıllardan itibaren, sütundan ince bir su aktığı söylenir. İşte burası da, insanların parmaklarını oyuğuna sokarak dilek dilediği, Ayasofya'nın meşhur "Dilek Sütunu"dur. Daha sayfalar boyu, Ayasofya'nın insanların, yaşamların, hatıraların, söylencelerin, kültürlerin birbirine karıştığı detaylarından bahsedebiliriz. Ama, bu mekânın tüm özelliği bu karışım, bu birikim.
Osmanlı İmparatorluğu, Ayasofya'nın bahçesini bir "kraliyet mezarlığı" gibi de kullanmıştır. Sultanlar, 2. Selim, 3. Murad, 3. Mehmet, 1. Mustafa ve İbrahim ile ailelerinin türbeleri, Ayasofya'dadır. Mabedin minareleri ise, bugünkü haliyle Mimar Sinan tarafından 2. Selim ve 3. Murad dönemlerinde inşa edilmiştir. "İstanbul'un Fatihi", 2. Mehmet, Ayasofya'ya sonradan yıkılan bir mütevazı ahşap minare eklemiştir sadece.
Ayasofya, yüzyıllarca, dokusu bozulmadan "eklemelerle", Osmanlı'nın kendi kültürünü de kattığı, geçmişine saygı gösterdiği ve "zaten kendinden sayarak" benimsediği bir eser olagelmişken, 21. yüzyılda illa fethedilmesi arzu ediliyor. Aslında, "Ayasofya'nın fethi" fantezileri, Batı'ya ve Hıristiyanlığa duyulan "yerli ve milli kompleksinin" bir dışavurumundan başka bir şey değil.
Bu zihniyetle, İstanbul'un Ayasofya'sını bekleyen Trabzon Ayasofya'sının başına gelen; Mimarlar Odası Başkanı Eyüp Muhcu, 12 Haziran 2016 tarihli, Vartan Estukyan'ın Agos’ta yer alan haberine göre, Trabzon Ayasofyası’nın, özellikle camiye dönüştürüldükten sonra ciddi oranda hasar gördüğünü ifade etmişti. Muhcu, “Tarihî Ayasofya Kilisesi, 2013’te camiye dönüştürüldükten sonra, çok büyük hasar gördü. İlk olarak kadınlar için ayrı bir bölüm oluşturulması gerekçesiyle paravanlar çekildi, bunun için de duvarlara çiviler çakıldı. Ardından namaz kılmaya giden cemaat için zemini bütünüyle halıyla kapladılar. Yakın zamanda da içeride bulunan işçilerin freskleri kazıdığı görülüyor” demişti.
Bu açıklamalar ertesinde, Trabzon'da bir "kontr-açıklama" yapıldı. Trabzon Ensar Vakfı'nın sözcülüğünü yaptığı bir grup, şöyle dedi:
"Fatih Sultan Mehmet Han’ın bizlere Trabzon’daki emaneti ve Fetih Mirası olan Ayasofya’mızın ibadethane olarak aslına döndürülmesinden sözüm ona estetik ve mimari gerekçelerle rahatsızlık duyan “İçimizdeki İrlandalılar-Yerli Oryantalistler” 2013 yılından bu yana zaman zaman bazı talihsiz ancak maksatlı açıklamalarla basında yer aldı. Aziz Trabzon halkında taban bulamayan ve bir karşılığı olmayan bu bir avuç insanın tepkilerinin yersizliğini, köksüzlüğünü ve lüzumsuzluğunu belirtmek amacıyla bu basın toplantısını düzenledik. Bugün; 1461’de fethedildikten sonra Ebu’l Feth Sultanımız 2. Mehmet tarafından bizlere cami olarak vakfedilen Ayasofya’nın 500 yılı aşkın bir süre ibadethane olarak kullanıldığını görmezden gelerek buranın camiye değil de müzeye elverişli olduğunu ileri sürenlerin göz ardı ettikleri bir meseleyi kamuoyunun bilgisine sunmak istedik. Bir Türk-İslam şehrinde herhangi bir binanın cami ya da mescit yapılmasından rahatsızlık duyulması kabul edilebilir bir şey değildir. Bunu hangi sivil toplum kuruluşu, hangi oda, hangi birim, hangi şahıs yaparsa yapsın milletimizin bu konudaki beklentisi bellidir. Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün geçtiğimiz yıllarda yapının Fatih Sultan Mehmet Vakfı’na ait olması münasebetiyle açtığı dava, 2012 yılında sonuçlanmış ve Ayasofya Vakıflar Genel Müdürlüğü’ne devredilmiştir".
Vakıflar Genel Müdürü Adnan Ertem ise, Trabzon'a giderek, "Mozaikler yerinde duruyor herhangi bir zarar görmedi. Freskler de bir milimetrekare dahi zarar görmüş değil. Burası 500 yıl önce cami oldu. 450 yılı aşkın süredir cami olarak hizmet görüyor. 50 yıl kapalı kaldığını varsayalım. Şimdi o arkadaşlara soruyorum? Burası bir camiyse minberi var değil mi? 300-400 yıllık minberini niye sormuyorsunuz? Niye mihrabı ne oldu demiyorsunuz? Çünkü bunlar art niyetli insanlar" dedi ve aşağı yukarı eş zamanlı Ensar Vakfı açıklamasına destek vermiş oldu.
Trabzon Ayasofya'da hal böyle; İstanbul Ayasofya'yı da bakalım, yaklaşık 1500 yıl, savaşlar, depremlere göğüs gerdikten sonra, nasıl bir gelecek bekliyor?