Kültürel Hegemonya
Tanıl Bora

“Kültür lâfı duyduğum anda tabancamın emniyetini açarım.” Nazi ulularına –kâh Goebbels’e, kâh Göring’e– atfedilen bir sözdür bu. Aslı, Nazilere yakın bir koyu milliyetçi oyun yazarı olan Hanns Johst’a ait. Johst’un Schlageter adlı oyununda geçer. Schlageter, I. Dünya Savaşı sonrasında bir süre Fransa kontrolünde bulunan Ruhr bölgesinde gerçekleştirdiği sabotaj eylemlerinden ötürü yargılanıp ölüme mahkûm edilmiş bir milisin adıdır. Schlageter, oyunun birinci perdesinde eder bu sözü: “Kültür lâfı duyduğum anda tabancamın emniyetini açarım.” Çünkü, “kültür”, düşman-Fransızların “propagandasını” temsil ediyordur. Schlageter, Fransız Devrimi’nin “eşitlik, özgürlük, kardeşlik” ve cumhuriyet ideallerinin riyakârlığına dair bir tirat atar. Fransızlar, bu “yüksek değerler” ve onun etrafına örülü bir “kültür” adına eziyorlardır Almanlığı. 

“Kültür lâfı duyduğum anda tabancamın emniyetini açarım.” Bu söz, yüzeysel yorumuyla, Nazilerin “kültür düşmanlığının” ikrarı sayılmıştır. O kadar basit değil. Sadece Nazizmin değil I. Dünya Savaşı sonrası Alman milliyetçi-muhafazakâr ideolojisinin, “kültür”ü bir millî hayat-memat meselesi sayan zihniyet dünyasının ifadesidir. “Yabancı”, “zararlı” sayılan kültür, nahoş, uygunsuz, mahzurlu filan değil, düpedüz düşmandır. Bu sebepten, zapturapt altında tutulmalı, zor kullanmaktan sakınmadan vaziyet edilmelidir kültüre.

***

İktidar mahfilleri, epey zamandır, kültür alanında bir kudret noksanından muzdaripler. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın yazılı metinlerinde dahi, kültür alanında “arzu edilen seviyeye” ulaşılmadığı yakınmasına rastlanıyor. Siyasî, iktisadî, toplumsal alanda kazanılan iktidarın kültür alanında makes bulmadığından yakınan, çok.

Bu memnuniyetsizlik, gayzını genellikle “kültürel hegemonya” mefhumu üzerinden boşaltıyor. Ot-Kafa-Deve-Fil-Bavulgillerin mütekabili olan Cins Dergisi, çıkışında misyonunu: “Bizim en büyük kavga alanımız ve derginin başat fikirlerinden biri kültürel iktidarla, Türkiye’de Kemalist beyazların oluşturduğu bu kültürel iktidarla mücadele etmek,“ diye duyurmuştu. Levent Cantek, Birikim’in 333/334. sayısındaki yazısında, “kültürel hegemonya” cürümünün gayet manipülatif kullanımını, iktidar think-tank’lerinin mizah dergilerine dönük karalamaları vesilesiyle ele aldı.

“Kültürel hegemonya”, bir eksikliği, yetersizliği veya gayretsizliği mesele etmekten ziyade (bunu dert edenler de vardır), “karşı tarafın” hâlâ tuttuğu iddia olunan birtakım iktidar imkânlarına dayanan üstünlüğüne işaret eden bir mefhum olarak iş görüyor. Bir nevi haksız rekabet mazeretine sığınan bir mağduriyet söylemi... Baş edilemeyen bu kültürel iktidarın öznesi, “beyaz Türkler”, Kemalistler, solculardan oluşan topaktır o zihinlerde, “yerli”ye bigâne bir Batı kültürü taklitçiliğiyle geçinip gidiyor; o hegemonyayla yerli ve millî kültürü eziyor, yeşermesini önlüyor veya görünmez kılıyorlardır. 

***
El çabukluğuyla yapılan o topaklaştırmayla perdelenenleri de atlamayalım. “Eski” modernizm de tıkılıyor, onun yerli ve millîsi olan Kemalizm de tıkılıyor bu torbaya; o geleneği aşarak kendi yolunu çizen sol-sosyalist ve “hatta” post-modern tabir edilen birikim de tıkılıyor. Eski-modernizmin “kültür”ü bizatihî yüceltmiş ve kültürel üstünlüğü adeta fıtraten kendine özgülemiş seçkinci kibrini sorgulayan onca eleştirel birikim de yok sayılıyor böylece. İslâmcı-muhafazakâr “kültürel hegemonya” mazereti, solda sadece lafla değil kültürel üretimle inşa edilmiş bir anti-elitizmi bedavadan gasp etmeye kalkıyor. Varsa iktidarın bir karşı kültürel hegemonya teşebbüsü, nirengisi işte buradadır. Belki daha doğrusu: bundan ibaret... 

***

Hegemonya, Marksist literatürden apartılarak hasma doğrultulan bir kavram. Zihinlere nüfuz etmiş bir hakimiyeti anlatır; hasımlarının dahi söz ve eylemlerini kalıplamayı başarmış bir ideolojik etki kapasitesidir. “Kültürel hegemonya”ya hücum edenlerin dilinde, zaman zaman kavramın bu sahih anlamını çağrıştıran imalara da rastlayabiliyoruz. Fakat belirleyici olan, kesinlikle jeopolitik zihniyetten devralınmış bir hegemonya kavramıdır. Mustafa Aydın’ın “sosyolog” sıfatıyla –bu arada Althusser’i de zikrederek!– yaptığı tanım, mesela (Umran, Şubat 2006): hegemonyayı, “güç çevresinde kurulmuş bir şiddet, baskı ve tahakküm politikası” diye tanımlar; “ne ahlâkî ne de etik ilke tanı”yor, “kamuoyunun ve içinde bulunduğu toplumların kanaatini hiçe say”ıyor, “çevreyi kesin bir şekilde dost ve düşman kategorilerine ayır”ıyordur, “bir ülke içindeki gizli baskı yapıları” da eksik değildir, zaten “şeytanî tahakküm” diye sıfatlandırır hegemonyayı. 

Başka pek çok örnek verebilirim. Sözün özü: bu mahfillerde “hegemonya” kavramı, –gayri nizamî harp ‘üslûbunu’ da dışarıda bırakmadan–, basbayağı jeopolitik ve maddî-fizikî bir güç olayı olarak düşünülüyor.

***
Soğuk Savaş döneminin milliyetçi-muhafazakâr aydınları da öyle düşünürlerdi zaten. Yüksel Taşkın, Milliyetçi Muhafazakâr Entelijansiya kitabında (link), onların “kültür”ü, kaba Marksist şemadaki “altyapı” kavramının yerine koyduklarını anlatır. “Kültür”, toplumun ele geçirilmesi gereken kontrol kulesidir onların nazarında; yerli-yabancı, biz-düşman ekseninde mukayyet olunacak bir millî güvenlik faktörüdür.
***

Nuray Mert, iktidar muhitinin kültürel hegemonya iddiasıyla ilgili, kavramın sahih anlamına yaslanan şu basit ödev tanımını yapmıştı: “Kültürel manada iddianız varsa, bunu mevcut ve beğenmediğiniz düşünce ve kültür dünyasını bir yana ayırarak değil, onu aşacak ürünler ile yapabilirsiniz. Yoksa siz çalarsınız siz oynarsınız.” (link

Evet, sahih anlamda hegemonyaysa murat edilen, beklenen o olurdu. Hazır medya havuzuna klor basılmışken, hazır üniversitelerden “gönüllü kuruluşlar” sahasına, ödüller, tayinler-terfiler, teşrifat ve törenlerle maddî imkânlar ganiyken… “Bizim değerlerimiz” diye hep aynı efsane beşi sayıp durmak yerine; “leylî meccanî”de yetişmiş olsa altın kaşıkla doğmuş muamelesi yaptıkları “Beyaz Türkler”e kahredip durmak yerine; hasmını bile okumaya, bakmaya, düşünmeye, derununa dalmaya cezbeden “eser veya eserler” konması beklenirdi ortaya… 

Ama olmuyorsa, yoksa öyle bir takat… Hem zaten hegemonya kavramı da ilhamını jeopolitiğin güç oyunlarından alıyorsa, yol budur tabii: polis marifetiyle “kültürel hegemonya”... Kafilelerle ehil akademisyeni üniversiteden uzaklaştırarak, yazarları, çizerleri hapsederek, baskı altında tutarak… “Kültür lâfı duyduğumda…”