Bir kadının otobiyografisini okumak, o kadınla aranızda nasıl bir yakınlık kurar? Otobiyografiyi okuyunca onu gerçekten tanır mıyız mesela? Bize gerçekten kendi hakkındaki her şeyi anlatmış mıdır? Kendi hakkındaki her şeyden kendisi ne kadar haberdardır? Yazarken mi fark eder acaba kendiyle ilgili bazı şeyleri? Yoksa olmak istediği kişinin hikayesini mi anlatır? Ben “kadınlar hayatlarını nasıl yazıyorlar?” sorusuna bir süredir kafa yoruyorum. Elbette bu soruyu tartışan koca bir yazın var. Ama benim üzerine bu kadar düşünmeme neden olan bir otobiyografi var ki, onu yazan kişiyi, bu yılın ilk günü kaybettiğimizi öğrendik; sevgili Gülriz Sururi.
Çokça yazı yazıldı hakkında. Ne kadar önemli bir tiyatro oyuncusu olduğu ve Cumhuriyetin önemli sembol kadınlarından biri olduğu vurgusu çokça yapıldı. Kitaplarına dayanarak kronolojik olarak hayatına ilişkin uzun uzun bilgiler veren yazılar yayınlandı. Ne kadar çok seviliyormuş dedim ben ardından yazılanları ve sosyal medyada tekrar tekrar paylaşılanları görünce. Onun hakkında çok şey biliyoruz çünkü. Hayat hikayesini bize koca koca kitaplarla anlattı zaten. Daha televizyonun hayatlara girmediği dönemin önemli tiyatro yıldızlarından biri. Ama galiba onu tiyatrodan tanıyamayacak kuşak, yazdığı kitaplardan biliyor. Çok okundu kitapları. Korsan baskısı olan kaç kadın otobiyografisi var ki bu memlekette? Mina Urgan’ın “Bir Dinazor’un Anıları”ndan başka yani. Yazdıkça merak edildi, merak edildikçe, o da yazmaya devam etti. O bir tiyatro oyuncusuydu evet, ama bence iyi de bir yazardı. “Kıldan İnce Kılıçtan Keskince” adlı kitabında, bir dönem tiyatrodan uzaklaştığını ve ancak öykü yazmaya başlayınca yeniden tiyatroya, hikaye anlatmaya, birilerinin öykülerini canlandırmaya geri döndüğünü söylüyor. Yani büyük aşkı tiyatroyla arasına giren mesafeyi bile yazarak aşmış, kendini yazarak rehabilite etmiş bu kadın, elbette ki hayatını bizlere yüzlerce sayfa metinle anlattı.
Bu uzun girişten sonra ilk soruya tekrar geri dönmek istiyorum. Bir kadının otobiyografisini okumak o kadınla aranızda nasıl bir yakınlık kurar? Bu soruyu herhangi bir kadın diye sorduğunuzda çok uzun bir tartışma çıkabilir ortaya. Erkek kısmını hiç tartışmaya dahil etmiyorum çünkü orada tartışma daha da derinleşir. Malum otobiyografi temelde bir başarı anlatısıdır ve bu anlatıya zeval getirecek hemen her şey anlatının dışında bırakılır. Erkek otobiyografi yazarının bu şablonu kolayca ve kendiliğinden uyguladığını söylemek mümkün. Erkekler başarılarını kabullenmekte kadınlar kadar çekingen değiller malum. Hırs, öfke gibi duygularını kabullenmekte çok da başarılı olmayan ve başarılarını sürekli bir takım yan yollara saparak ve gerekçelendirerek açıklamaya meyilli kadınlar için ise, otobiyografiler o kadar da kolay yazılabilir metinler değil. Kadınlar da otobiyografilerini yazarlar evet, ama onların anlattıkları değil, anlatmadıklarında gizli hayat hikayelerini okumaya mecbur oluruz. O yüzden benim bu soruya cevabım şu; hayır! Otobiyografisini okuduğumuz bir kadını tanımamız çok zor. Ancak ne anlatmadığı üzerine düşünerek onu anlamaya çabalayabiliriz. Ben bunun bugüne kadar tek istisnasını gördüm. Gülriz Sururi’nin iki ciltlik otobiyografisi. İstisna derken, hem erkeklerin yaptığından daha da parlak bir başarı hikayesi, hem de gerçek ve samimi olmayı başarmış bir anlatıdan bahsediyorum.
Yani, okuduğum kadın otobiyografilerini düşündüğümde, içlerinden sadece Gülriz Sururi’yi tanıdığımı hissediyorum. Tanımak biraz iddialı bir ifade belki. Tanımaya yaklaştığımı diyelim. Ne onu sahnede izleyebilecek kadar şanslıydım, ne de televizyonda sunduğu “A La Luna” adlı programı izleyecek yaşta ve olgunluktaydım. Ablam hiç anlamadığım bir hayranlıkla televizyonun başında programı izlerken, ben sokakta oyun oynama peşimdeydim. Açık söyleyeyim, dönemin televizyon ünlülülerine de pek benzetemediğimden olsa gerek, biraz da yabancılardım. Garip saçı ve fazla düzgün Türkçesi ile garip gelirdi bana. Daha o yıllarda ablam otobiyografinin ilk cildini okumuş, bana yana yakıla anlatmaya çalışırdı. Ama dedim ya benim sokakta işlerim vardı.
Yıllar sonra bu kadın anlatısı, otobiyografik metinler gibi birtakım alanlara ilgimle ablamdan alıp okudum bu kitapları. Çok şaşırdığım bir şey okuyordum her sayfada. Yani hiç bilmediğim dönemleri, ortamları, hayatları anlatıyor olması zaten otobiyografi okumanın şahaneliği ama, Sururi başka bir şey yapıyordu. Gerçek bir hikâye anlatıyordu. Mutsuz çocukluk, yalnızlık, hayal kırıklıkları, öfkeler, rüyalar, hatalar, büyük hatalar, bekaret kontrolleri, kürtajlar, aldatmalar, aldatılmalar, düşmeler, kalkmalar, tekrar düşüp tekrar kalkmalar… Bunların çoğu otobiyografinin içine dahil edilen hikayeler değildir. Kolay kolay kimse pırıltılı bir hayat hikayesi anlatma amacıyla kaleme aldığı kitapta, kendine ilişkin bu kadar özel ayrıntıyı bir araya getirmez. Özel alanlarına ilişkin bu kadar konuşmayı tercih etmez, duygularından bu kadar bahsetmez örneğin. Daha da önemlisi kadınlar, otobiyografilerinde kamusal görünürlükleri üzerine konuşmak isterler. Özel hayatları çok da bu anlatıya dahil edilmez. Tiyatrocu bir aileden geliyor olmanın şahane avantajını kullanıp, kendini o ailenin doğal yetenekli bir mensubu olarak kurmaktansa, ailenin tüm üyeleriyle tek tek, başka sebeplerle hesaplaşma derdine düşmezler mesela.
Kaybından sonra herkes onu Engin Cezzar’la olan büyük aşkıyla birlikte andı. Beni okuduğum otobiyografide çok şaşırtan şeylerden biri de buydu. O kitapları okuyan herkes bunun ne kadar büyük bir aşk olduğunu anlar, ancak Sururi bu aşkı kendine kimlik edinmez. Çoğu yerde Cezzar bir sahne arkadaşıdır onun için. Her zaman en iyi anlaştığı da değil üstelik. Büyük aşkının onu aldatma hikayelerini, sonrasında yaşadığı buhranları bu kadar samimi anlatmak da herkesin harcı değil bence. Hep çok arzulanan, güzel bulunan, hep tercih edilen kadın olma derdinde biri, bu meselelerle bu kadar samimi bir şekilde hesaplaşamaz. “Tiyatrocu gösterişçi kişidir” diyor “An Gelir” adlı kitabında Sururi. Evet ama, sadece gösteriş meselesine takılmış bir oyuncu değil karşımızdaki. Eğer öyle olsaydı, bu hikayelerin çok büyük bir kısmını dinlememiş olurduk hiç şüphesiz.
Gülriz Sururi, her sayfasında güçlenen bir kadını anlatmış. Anlattıkça güçlenmiş, o yüzden de anlatmaya devam etmek istemiş bana sorarsanız. Ama sertleşerek, erkekleşerek güçlenen bir kadın değil. Tüm zarafetini koruyarak güçlenen bir kadın olmanın hikayesi bu. Kitabın ilk cildine ismi Aziz Nesin vermiş; “Kıldan İnce Kılıçtan Keskince”. Daha iyi ifade edilemezdi. Bir kadının kendini nasıl sıfırdan yarattığı, sadece başarılı bir tiyatro oyuncusu olarak değil üstelik, hayatı renkli, estetik ve özenle yaşamayı dert edinmiş bir kadın olmayı nasıl başardığını anlattığı için önemli. Onun hayatını okuyup ilham almamak, aklının bir yerine ideal olarak kaydetmemek herhangi bir kadın için mümkün değil. O bir tiyatrocunun anılarından fazlasını anlattığı için, sahnedeki Sururi’den çok daha fazlasını samimiyetle gösterdiği için çok sevildi bence. Bu yüzden bu kitapları okumuş insanlar bir ayrı üzüldüler bu kayba. Bir yakınlarını kaybetmiş gibi hissettiler. Ben de çok yakınımı kaybetmiş kadar üzüldüm. Çünkü öyle oldu.