Bir Balyoz Romanı
Barış Özkul

Ayhan Geçgin’in son romanı Bir Dava, Balyoz davasını konu ediyor. Doğrusu bugünün koşullarında kolay ve risksiz bir seçim bu: O gün hükümetin onayıyla davayı açan Cemaat mensupları şimdi -ülkeyi terk etmedilerse- hapisteler. Üstelik CHP’den HDP’ye, AKP’den MHP’ye toplumun tüm katmanlarının nefretini kazanarak tarihe geçtiler. Kutuplaşmayı sağlı sollu aşan tek payda FETÖ nefreti. Ayhan Geçgin de, diyelim bir Ahmet Altan’ın üç yıldır yaşadıklarını anlatmak yerine, 7-8 yıl öncesinin “hukuksuzluğu”nu anlatmayı seçmiş. 

Türkiye gibi toplumlarda sağduyu adı verilen orta zekâ ve zevk bandında adalet çok zaman güç dengelerindeki değişimlerle belirlenir ve dünün mazlumları bugünün iktidar ortaklarına dönüşürken adaletle ilgili dertlerinden yeni sağduyu adına kolayca vazgeçebilirler. Balyoz da “Türk halkının” o yıllardaki sağduyusuna duyulan güvenle hukuk değerinden çok siyasi değeriyle yürütülen ve konjonktür değişince kapatılan bir hesaplaşma davasıydı. Dava görülürken gündemin iğvasına kapılıp Balyoz’u cansiperane destekleyenlerle davadan iktidarı sorumlu tutanların bir kısmı beş-altı yıl sonra yeni güç dengeleri temelinde bir araya gelebildiler. Balyoz’u yazan bir romancıdan bu geniş uzlaşı karşısında bazı önlemler alması, hiç değilse sağduyu bariyerini aşması beklenir. Sağduyu bariyeri de zor soruları göğüsleyerek aşılır: Balyoz veya başka bir davadan insanların haksız yere hapis yatması hiçbir şekilde aklanamaz ama bunun böyle olması o davadan hapis yatanların (veya onların yakınlarının) herkesin hakkını eşit biçimde gözeten evrensel bir adalet mefhumuna inanıp inanmadıklarını sorgulama hakkını da romancının elinden almaz. Geçgin bu hakkı kullanmamayı tercih etmiş. 

***

Bir Dava’da Balyoz’la ilgili jurnalistik malzeme tarih hatalarına pek dikkat edilmeden kullanıldığı gibi gazete küpürlerinin ötesine geçmeye yönelik bilinçli bir çaba da var. Ne var ki olmadık yerlerde olmadık bağlantılar kurup adalet tiratları çekmekle sonuçlanan bir çaba bu: Balyoz’dan hapsedilen babasını cezaevinde ziyaret eden Aslı bir insanı dört duvar arasına hapsetmenin ne korkunçluklar barındırdığını düşünürken birdenbire hayvanların da hayvanat bahçelerinde hapsedildiğini hatırlayıp hisleniyor. Hazır cezaevi avlusundayken adalet üstüne uzun uzun düşünelim diye romana monte edilmiş yersiz “tefekkür sahneleri” bunlar. Amiral babanın niçin hapsedildiğini anlamaya çalışırken cam kafeslerdeki sürüngenlerin, tüyleri dökülmüş, gagaları yumulmuş kuşların hapsedilmesi üstüne de düşünüyoruz. Okuru derinleştiren epifani anları… Ama karakterlerin deneyimlerinden bağımsız, okur için özel imal edilmiş epifani anları. Romanın jurnalistik malzemesi ile Geçgin’in adalet tefekkürü bir sehpanın iki ayağı gibi ayrı ayrı, birbirlerine dokunmadan duruyorlar.

Amerika bahsi de üçüncü ayak. Amiralin kızı Aslı, Amerika’da bir üniversitede hoca ve David diye bir adamla evli. David’in romanda niçin yer aldığı, nasıl bir karakter olduğu, iç ve dış dünyası hakkında fikir edinmek zor. Derken bir gazetede Balyoz’dan tutuklu subayların kızlarının Yahudiler’le evlenerek vatana ihanet ettiğini okuyoruz. Herhalde Davud çağrışımı kurulsun diye romanda David'e de bir yer açılmış ve Balyoz’un “İsrail” bağlantısının tespit edilebilmesi için Aslı’nın onunla evlenmesi gerekmiş. Bir roman karakterinden çok davanın gizli ve silik tanığı gibi… 

Aslı’nın Amerika’yla ilişkisi de silik ve aynı zamanda ansiklopedik. Yıllardır Amerika’da yaşayan birisi koskoca ülke hakkında şu kadarcık bilgi aktarıyor:

“İngiltere, Kanada ya da Almanya da olabilirdi ama Amerika oldu. Bir zamanlar Amerika, insanın önceki hayatını geride bırakıp başka bir hayata başlayacağı ufkun ötesindeki yeni kıtaydı. Herkese açık ülke, göçmenlerden oluşan bir ülke, yeni başlangıçların ülkesi. Bir bakıma benim başka bir yerde, başka bir biçimde yaşama isteğim yenilik iddiasındaki bu kıtayla çakışmış oldu" (s. 97).

Ticari tanıtım jargonunda yer etmiş bu Amerika klişelerini dile getirmek için Amerika’da oturmaya, evlenip barklanmaya gerek yok; bir Amerika sohbetine kulak kabartmak yeterli. O halde, Amerika romanda niçin yer alıyor? Sayfa doldurmak için mi? Amiralin kızının Batı’da öğrenim gördüğünü vurgulamak için mi? Kemal Tahir hiç gitmediği, hakkında uzun boylu okumadığı Şangay’ı kitaplarına almayarak iyi etmişti; Yaşar Kemal de büyülü gerçekçilik yapmak için karakterlerini Buenos Aires’e falan göndermemişti.

Aslı’nın hayatına giren öbür erkek Mehmet de aktüel-siyasal değeriyle sınırlı, silik ve kişiliksiz bir karakter. Köyleri boşaltılmış bir Kürt ailenin ferdi olarak Aslı’ya babasının öyle günahsız bir adam olmayabileceğini (Jitem vs.) hatırlatmak üzere romana sokulmuş. Bütün bu davalar, bu taktikler ilkin Kürtlerde sınandı dese de gerisini getirmiyor. Fikirleri değil kategorik yargıları var. Hayata, insanlara, ilişkilere bakışı sabun köpüğü gibi. Aslı, “Böyle bir iktidar tipini ilk kez görüyoruz; iktidarda ama gene mağdur… Ne yaparsa yapsın hiçbir sorumluluk hissetmiyor” gibi basmakalıpları sıralarken susarak, birasını yudumlayarak onaylıyor. Aslı’yla arabada bira içip sükût ederek gelip geçen insanlara bakıyorlar. 

Susmak, sessizlik her zaman bir derinlik semptomu mudur? Bazen de fiyakacılık değil midir? 

Aslı’nın etrafındaki kimsenin (babası dâhil) konuşmaya niyeti yok. Konuştuklarında da dişe dokunur bir şey söylemiyorlar; karısının ondan ayrılmak istediğini öğrenen adam (David) bunu homurdanarak geçiştiriyor. Onca yıllık karısını aldatan adam (Mehmet) da homurdanıyor. Aslı’nın annesi ve oğlu da öyle. Sonuçta Geçgin “sessizliğin erdem olduğu” bir bunalım ve adaletsizlik atmosferi yaratmak yerine Aslı’nın sürekli konuşup güncel siyaseti yorumladığı, liberallerin AKP’yi destekleme gafletine hayıflanmak gibi 2019’dan 2011’e yapıştırılmış klişelerle eleştiriler yaptığı, Türk devletinin değişimi üstüne antropolojik analizler döşendiği, yani sessizliğin erdeminden çok konuşma ve nutuk çekme hakkını tek başına kullandığı bir durum yaratıyor. Aslı bu nutukları çekmediğinde “ya kımıltısızlık içinde uzanan” denize (“kımıltısızlık içinde” olmak Türkçe yönünden ilginç) bakarak ya surları dolanarak ya “gözlerinden kendiliğinden akan yaşlarla” (bu kendiliğindenlik de ilginç) ama hep aktif bir tefekkürün içinde varlığını hissettiriyor.

Bu bir adalet mağduruna hakkını iade etme jesti ise eğer, Aslı’nın içinden ve dışından sergilediği konuşma performansı iyi bir romandan beklenmeyecek kadar indirgemeci ve güncelliğe teslim olmuş bir dava anlatısıyla taçlandığı gibi yeni sağduyunun rahatlıkla kabul edebileceği sınırlarda dolanıyor.