23 Haziran gerçekten yeni bir dönemi haber veren bir olay oldu, sanıyorum. Birçok kişi bunu söylüyor, söylemelerinde, söylememizde, bir durumun tesbitinin yanı sıra bir isteğin de payı olmalı. Ama nicelikle ilgili durum, 800.000’lik oy farkı, tesbitin nesnelliğinin temeli.
AKP 2002’den beri iktidarda. Bu da bayağı uzun bir süre. Bu kadar uzun sürmüş bir iktidarın yıpranması normaldir. Bu iktidarın son birkaç yılında ekonominin iyi gitmemesi yıpranmayı hızlandırır ve genişletir. Bunlar tamam, ama bunlar 31 Mart’taki o binlerle ifade edilen farkı açıklayacak etkenler. Fark şu kadar zaman içinde 800.000’e çıkınca açıklamanın da değişmesi gerekiyor.
“Birikim”, ilginç bir fenomen: uzun zaman alıyor, ama belirli bir kıvamı bulunca da, böyle çarpıcı, şaşırtıcı bir hız kazanıyor ve çarpıcı, şaşırtıcı sonuçlar vermeye başlıyor. Doğal fenomenlerden “çığ”ı andıran bir işleyiş biçimi var.
Önümüzde duran seçim sonuçları İstanbul sonuçları; İstanbul ise hem Türkiye, hem de Türkiye değil. Şöyle söyleyeyim: İstanbul, Türkiye’nin birkaç yıl sonra olacağı şeyi gösterir. (Kaç yıl sonrası olduğu da bilinemez), ama aynı zamandaki Türkiye’yi ya da Türkiye’nin tamamını temsil etmez.
Ancak, şu kısa süre içinde (31 Mart’tan 23 Haziran’a) şu kadar ilçenin AKP’den CHP’ye geçmesi, AKP’nin Haziran’da da birinci çıktığı ilçelerde de oy oranının anlamlı bir şekilde düşmesi, AKP’nin bu gerilemesinde şimdiye kadar bu partiyi oyla desteklemiş birçok kişinin bu sefer sandığa gitmemesinin payı var. Ama yalnız onlar değil, sandığa giden ve oyunu İmamoğlu’na verenler de olduğunu sanıyorum. AKP seçmenindeki bu tercih değişikliğinin devam edeceğini tahmin edebiliriz. Ekonominin geldiği noktanın sonuçları henüz etkisini duyurmadı. “Tam olarak duyurmadı” diyeyim. Bir yandan partinin kendi içindeki hoşnutsuzluğun büyüdüğünü görüyoruz. Bir yandan da Gül’lerin, Babacan’ların yeni parti girişimleri söz konusu.
“AKP” diyerek yazıyorum ama bütün bunlarda AKP’nin payı ne? AKP’nin payı her şeyi Reis’inin eline bırakmasında. Kararları veren ve yaptıran o. Partiden herhangi bir eleştirel, muhalif ses çıkmıyor ve çıkacak olsa da o sesin sahibinin partiyle ilişiği kalmıyor. Türkiye’nin geri kalanına zorla giydirilmeye çalışan deli gömleği parti içinde kapışılarak giyilen “libas!”
Her şeyi kendi tekelinde toplamayı seven siyasi önder Tayyip Erdoğan kendi yenilgisini de kendi eliyle hazırlıyor.
İki seçim arasındaki davranışlarıyla çeşitli kararları arasında bir insicam, bir tutarlılık kalmadığını gösterdi. 31 Mart seçiminin öncesinde “partili Cumhurbaşkanı” olarak kampanya yürütmüştü. “Beka” teraneleriyle , “görevimiz tehlike” duyarlığıyla. Seçimde bu üslubunun cevabını aldığını söyleyebiliriz. Ama Tayyip Erdoğan’ın “Ben galiba yanlış yaptım” demesinin bir imkânı yok. Özeleştiri, “kendimizi anlatamadık” klişesi olarak ortaya çıkıyor. “Kendimiz” doğruyuz da, arıza, “anlatmak” ta baş gösteriyor.
Gittikçe daha iyi anladıkları için oyların gittikçe azaldığını görmemekte ısrarlılar.
İstanbul seçimini iptal ettirme, seçimi yenileme politikası da yanlıştı. Burada fikrin Erdoğan’dan değil örgütten geldiği izlenimini edindim. Yanılıyor olabilirim, ama önemli değil, sonunda parti politikası bu oldu. Bunun bedeli de farkın on binli rakamdan 800.000’e çıkmasıydı.
Erdoğan bu ikinci seçimde birincisindeki gibi ortalarda olmamaya karar vermiş ve bu kararını açıklamıştı. Ama seçim günü yaklaşınca kararını bozdu, gene ortaya atıldı. Bu bir tutarsızlıktı elbette ya, ortaya atılış biçimi tutarsızlığı unutturdu. Evet, Apo’nun mektubu, Apo’yla görüşmeye giden doçent... Bunlar, Türkçe’de “kafası kopmuş tavuk” deyimiyle anlatılan davranışları andırıyordu. AKP’nin ve Reis’in zihninde “X politikası”, “Z politikası” değil, “ne olursa olsun iktidarda kalma politikası” olduğunu gösteriyordu. Ama bunun da bir “politika” olduğu söylenemez. Bir “içgüdü” diyebiliriz - ya da “hırs.”
Dolayısıyla bu dönemde siyasi değerlendirme yapmak üzere yola çıkanlar, siyaset meydanında yer alan varlıklara bakmak istediklerinde, dikkatlerini AKP üzerinde toplayamıyorlar, çünkü orada AKP’den çok Tayyip Erdoğan var. Önemli olan bir soru da bunun böyle devam edip etmeyeceği sorusu. Nitekim Erdoğan’ın yarattığı iki-kutuplu (“bizden olanlar/olmayanlar”) Türkiye ortamında rahat soluk alanlar, yazdıkları polemiklerde Erdoğan’ın “vazgeçilmezliğini” vurgulamaya başladılar.
En büyük, nihai düşmanımız “emperyalizm.” Emperyalizm Türkiye’nin gösterdiği (Erdoğan sayesinde gösterdiği) büyük başarıdan rahatsız. Bu soyut düşmanımızın her düzeyde, her yerde somut “ajan”ları, “emir erleri” var. Emperyalizm onları Erdoğan’a karşı harekete geçirmiş durumda. Ne yapacak, edecek, onu iktidardan uzaklaştıracak. Türkiye yeniden ikincil, boynu bükük bir ülke haline getirilecek.
Onun için yapılması gereken şey Reis’in çevresinde “yekvücut” olmaktır. Şüphesiz Tayyip Erdoğan kendisi de bu görüşte. “Kendimizi anlatamadık” söyleminin yanısıra, yapılan yanlışları tesbit etmekte de kendilerinden başkasının lakırdısını dinlemeyeceğini söylüyor. Bu, Gezi’den bu yana izlediği yolla uyumlu. Dolayısıyla Tayyip Erdoğan’ın komutasında bir AKP’den önemli bir tavır değişikliği beklenemez.
Ancak, İstanbul seçimi AKP’nin ya da Erdoğan’ın denetimi dışında dinamikleri harekete geçirdi. Önümüzdeki dönemde bu dinamikler güçlenerek işlemeye devam edecekler. Erdoğan’ın buna karşı otokratlığı artırma çabalarının da uzun vadede etkili olabileceğini düşünmüyorum.
Yeni dönemin, bütün “yeni dönemler” gibi, ne getireceği bilinmez. Ama “yeni” bir döneme girdiğimiz kesin.