Sonbahara Girerken
Ömer Laçiner

Eylül ayıyla birlikte Türkiye’de siyasetin gayet şiddetli olması da muhtemel bir fırtınalı süreç yaşayacağı zaten bekleniyordu. Bu beklentiyi güçlendiren en büyük faktör bizzat AKP’nin kendisi ve Reis’i idi. İktidarının 17. yılında devraldığı bütün sorunları ağırlaştırmasının yanı sıra, daha da boyutlandırdığının artık ülke çoğunluğunca farkına varıldığının çarpıcı işaretlerini yerel seçimlerde ve özellikle de 23 Haziran hezimetinde görmesi gereken AKP yönetiminin, kendi durumunu düzeltmek adına alabileceği her türlü kararın öncelikle kendi içinde sarsıntılara hatta kopuşlara yol açması artık kaçınılmazlaşmıştı çünkü. Kaldı ki aylardır sözü edilen AKP içinden yeni bir parti kurmaya dönük kopuşlar da 23 Haziran sonrası açıkça ve parti yönetimiyle giderek sertleşen polemiklerle su yüzüne çıkmıştı zaten. Partiye ve Reis’ine sadık ama uygulanan gerilim arttırma ve kutuplaştırma siyasetinin ters tepmeye başladığını düşünüp, bu tutumun günah keçisi saydıkları Pelikancılar gibi grupların dizginlenmesini yüksek sesle dile getirenlerin rahatsızlığı da cabasıydı.

Eğer AKP yönetimi “normal” bir iktidarın sağduyusuyla davranabilecek durumda olsaydı; içerideki ve dışarıdaki sorunların ağırlaştığı, sendelediğini görmüş muhalefetin karşı atak fırsatı kolladığı bir sürece giriliyorken; ya en azından kendi içindeki rahatsızlık ve kopuşları önlemeye dönük yumuşatıcı, uzlaştırıcı bir tutum alır ya da aynı tutumla muhalefeti gevşetmeye yönelir veya her ikisini de yürürlüğe koyan bir strateji değişimi ilan ederdi.

Sonbahar fırtınasının eli kulağındayken AKP yönetiminin bunların hiçbirini kaale almadığı gibi tam tersini yapmaya gayet kararlı olduğu açıkça görüldü. Parti içi rahatsızlıkları yatıştırmak, kopuşları kısıtlamak için geri plana kaydırılmaları beklenen Berat Albayrak, Süleyman Soylu gibi bakanlar, dizginlenmesi istenen Pelikancılar, Reis tarafından ikaz bir yana adeta taltif edilerek, parti içi ve çevresine “sadece itaat etmek zorundasınız” mesajı, gözdağı verildi. Bu gözdağına itiraz edebilecek olanlara nasıl davranılacağı bahsi de ihmal edilmedi elbette. Davutoğlu’nun, Gül ve Babacan’ın girişimleri daha şimdiden ihanetle damgalandığı gibi ağır bedel ödetme tehdidini de almış vaziyette.  

Muhalefete dönük tutumun da değişmeyeceği belli oldu. Bununla aynı zamanda iktidarın 2015’ten beri dozunu arttırarak uyguladığı gerilimi yoğunlaştırma ve “kutuplaştırma” siyasetinin art arda girilen seçimleri kazanmak için başvurulan –ve ilk ikisinde istenen sonuç alınan– bir araç, bir strateji olmadığı; AKP yönetiminin asli özelliklerinin gereklerini nihayet yerine getirme “aşama”sına vardığını da görmüş olduk. Bu “aşama”nın birincil, hatta merkezî öğesi ise, AKP yönetiminin Türkiye’de iktidarın sadece kendisine mahsus bir hak olduğu inancıdır. Muhalefetin her adımını, her itiraz ve talebini öncelikle bir gayri-meşruluk ya da ihanet veya “dış güçlerin maşası” olma çerçevesinde karşılayan –ve bilhassa “Reis”te giderek kemikleşen– tutum o “inancın” göstergesi, yansımasıdır.

Bu inanç ve tutumun AKP zihniyetinin dindar yönüyle seküler, Türk milliyetçisi yönüyle “tâbi-ast” olarak tanımladığı HDP’ye karşı çok daha küstahça sergilenmesi “doğal”dır. Bu bakımdan, aday olmalarına “izin verilen” HDP’li belediye başkanlarının hükümetçe azledilmeleri; sadece HDP’nin yasal haklarının hiçe sayılması, alenen çiğnenmesi değil, onlara büyük çoğunluğuyla oy vermiş Kürt halkının onuruna hakaret etmektir. HDP’ye oy vermemiş, hatta onunla siyasal kavgası olan Kürtlerin de birçoğu, bu zorbalığı kimliklerine yapılmış bir hakaret gibi duyumsamış olmalıdırlar. 

Ancak AKP yönetiminin HDP’yi –PKK “kozu”yla dolayımlama fırsatını kullanarak– gayri-meşru ve böylece de her tür aşağılayıcı, yok sayıcı ve kötü muameleye müstahak gösterme tutumu; Türk milliyetçiliği adına yapılan açık kanunsuzluk ve haksızlıkları dahi eleştiremeyen muhalefet partilerini düşünsel ve davranışsal bir cendereye sıkıştırmak açısından da bir hayli işlevsel. Nitekim Recep Tayyip Erdoğan, HDP’nin maruz kaldığı apaçık zorbalığı bile o “milliyetçi hassasiyet”leri nedeniyle tel’in edemeyen CHP’nin bu derin zaafını da “sizin belediyelerinizi –hatta İstanbul’u da– teröre destek bahanesiyle elinizden alırım” diye tehdit edecek kadar pervasızca kullanabildi.

Recep Tayyip Erdoğan’ın tavrı, yaklaşımı önümüzdeki süreçte de aynı olacaktır. Bunu bir tahmin olarak değil, o ve partisinin başka türlü düşünüp davranabilme özelliğini tamamen kaybetmiş olmasından, bu nesnel/yapısal “veri”den ötürü söylüyoruz. “İleriye kaçış” sendromuna tutunmaktan başka çaresi kalmamış bir Erdoğan ve AKP, bu esneme, manevra yapma yeteneğini yitirmiş haliyle siyasal mücadelesini sadece karşısındakilere saldırarak vermeye mahkûm olmuştur. Onları geriletebildiğinde konumunu koruyabilecek; ama eğer kendisi gerilemeye mecbur kalırsa “kırılmak”tan, yani varlığını sona erdirecek bir parçalanma, dağılma sürecine hızla girmekten kurtulamayacaktır. 

***

HDP –ve dolayısıyla Kürt halkının çoğunluğu– ile açık ve çeşitli alanlara yayılmış bir ittifak ilişkisine girmekten fazlasıyla kaçınan CHP ve İYİ Parti’nin (İP) birbirine giderek daha fazla yakınlaşan AKP-MHP ittifakını gerilemeye mecbur edecek alternatif bir siyaset oluşturmaları pek mümkün değil. Bu iki parti, sadece iktidar blokunun Türk milliyetçiliği açısından hüsran, hezimet diye nitelenebilecek bir durumla karşılaşması halinde kendilerini daha “milli” ilan etme fırsatı bulduklarında alternatif gibi görünebileceklerini düşünüyor olabilirler ancak.

Bu, bir yanıyla AKP-MHP blokunun onları sıkıştırdığı milliyetçi cendere içinde mümkün tek yol olarak görünmekle birlikte; öte yandan iktidarın bu sıkıştırmanın aracı olarak kullandığı Suriye, “Fırat’ın doğusu” ve “Kandil”e yönelik operasyonlarının ters tepme ihtimalinin yüksekliği nedeniyle bir “fırsat” gibi de görülüyor olabilir. Her ne kadar AKP iç kamuoyunu, Kuzey Irak’a yönelik “pençe harekâtları”yla, Suriye sınırına yerleştirilen kolordu görüntüleriyle “zafer yakın” havasına sokmayı becerebiliyor ise de; dışarıdan bakan herkes hareket kabiliyetinin gayet sınırlı ve ya ABD’nin ya da Rusya’nın iznine ve hesaplarına tâbi olduğunu biliyor. Eğer şimdiye kadar AKP hükümetinin iki tarafı da idare, birbirine karşı kullanma hesabı düşe kalka da olsa işlemiş görünüyor ise de o güçlerden herhangi birinin veya ikisinin de “buraya kadar” demesi halinde, AKP hükümetinin bütün kazandıklarını kaybetmesine ek olarak “eldekini” de ağır tehlikeye atacak bir yenilgiyle karşılaşması pekâlâ mümkün, hatta kaçınılmazdır. 

Böylesi bir hezimetin rüzgârı AKP’yi silip süpürür. Ama Türkiye’yi de hükümetlerin dayanamayacağı bir girdaba, ölümcül bir kaosa sürükler. Şimdiye kadar yürütülen bastırma politikalarıyla, özellikle de AKP’nin şu son yıllarda uyguladığı şiddet ve tehdidi yoğunlaştıran tutumuyla kopma noktasına kadar gelmiş duygusal bağlar ve kaynaşma ihtimalini yok eden bir sürükleniş olur bu.

Burada, AKP yönetiminin zihniyet yapısının kısıtlayıcı özelliklerinden, kökleşmiş takıntılarından dolayı genelde Ortadoğu ve özelde Suriye sorunlarına yaklaşım ve tutumu ile şu anda içinde debelendiği çıkmazlara nasıl saplandığı, ülkeyi ve toplumu yukarıda işaret ettiğimiz vahim tehlike ve benzerleri ile karşı karşıya bıraktığı bahsine girmeyelim. Ancak, hatırlatmalıyız ki Suriye’nin bir iç savaş ortamına girişinin ilk döneminde, yüzünü Türkiye’ye dönen, iç savaş belasına karşı Türkiye’nin güvencesine umut bağlayan Suriye Kürtlerine minnetle karşılayacakları gerçek bir destek verilseydi; bugün ne ABD Kürtlerin hamisi rolüne soyunmuş olur; ne de Türkiye “sahadaki” güçlerin en şaşkın, pozisyonu en zayıf olanı durumuna düşerdi. O dönemde Türkiye’nin kapısını çalan, hükümetçe davet edilip görüşülen Suriye Kürtlerinin temsilcilerini AKP hükümetinin açıkça desteklediği –sonradan tümü de “Cihatçı” veya yağmacı gruplar toplamına “evrilen”– isyancılara katılmak, onlara tâbi olmaktan başka bir yol önerilmediği de hatırlanılmalıdır. Kürt temsilcilerin bu öneriyi kabul etmedikleri için AKP tarafından terörist diye yaftalandıklarını da önemle not etmeliyiz.

CHP-İP muhalefeti, AKP’nin Suriye –üzerinden de Kürtlere ilişkin– politikasının derme çatmalığını eleştirirken ne desteklenen Sünni Arap isyancıların en lanetlenesi teröristlere dönüşebileceklerinin işaretlerini gör(e)meme körlüğünü, bunu önleme konusundaki basiretsizliklerini gündeme taşımakta ne de Suriye Kürtlerine karşı takınılan –o unutulmaz “Kobani de düştü düşecek” deyişi ile “taçlanan”– nobran tavrı hatırlatıyor.

“Olan olmuş” deyip “şimdi ne yapılmalı bu konuda?” sorusuna CHP-İP muhalefetinden cevap beklediğimizde, AKP yönetiminden daha farklı bir öneriyle karşılaşmıyoruz. CHP-İP de güya eleştirdiği AKP’nin empoze ettiği “terör koridorunu temizleme” hedefini koyuyor önüne öncelikle. Malum, bu hedefin en önemli öğesi, orada oluşmuş Kürt özerkliğini yok etmek. Ardından da o yöredeki Kürt yoğunluklu nüfus yapısını Arap mültecilerin iskânı ile çok ciddi ölçekte değiştirmeye girişmek planlanıyor. CHP-İP’nin bu planlamaya esasta itirazı yok. Fark sadece AKP yönetiminin bunu ABD ile anlaşarak icraya çalışması; CHP-İP’nin ise ABD yerine Şam yönetimi ile uzlaşmayı öneriyor olması.

Ayrıntı sayılamayacak kadar önemli bir noktayı da belirtmeliyiz. Dünyada sadece AKP yönetiminin “terör koridoru” dediği Suriye’deki Kürt ağırlıklı yapılanmaya sadece ABD diplomatik ve askeri destek vermiyor. Sünni Arap dünyasının en sözü geçer devletleri Mısır ve Suudi Arabistan da, mali ve lojistik destek sağlıyor. O nedenle Erdoğan’ın “ABD’yi ikna edemezsek de girip temizleriz” tehdidini gerçekleştirmesi öyle kolay değil. ABD’nin tepkisi bir yana, sözünü ettiğimiz devletlerin sürükleyeceği Sünni –özellikle Arap– çoğunluğu karşısına alma ihtimalini de hesaba katmak gerek.

Konuyla dolaylı denilemeyecek ölçüde, hatta esastan ilgili bir noktaya da değinmeliyiz. Dünyanın tüm ulus-devletlerinde çoğunluk etnisitenin milliyetçiliği “resmî ideoloji”nin temel bir bileşenidir. Zihniyet yapısının odağında “öteki”ni tehlike, düşman sayma öğesi hep yer almakla birlikte, bu hâkim etnisite milliyetçilikleri, özgüven ve özsaygılarını gerçekten güçlendirdikleri ölçüde, o öğeyi yumuşatabilir, birlikte ulusu/milleti oluşturdukları diğer etnisitelere –pürüzlü de olsa– eşit haklı vatandaşlık, özerk yönetimler kurma hatta ayrılma hakkı tanıyabilecek kadar yetkin hale gelebilirler. “Gelişmiş” dediğimiz birçok ülke buna örnektir.

Ortadoğu ve genelde İslâm dünyasında –İran, o da kısmen istisna tutulursa– mevcut ulus-devletlerin ve monarşilerin tümünde ise, esasta o özgüven ve özsaygı düşüklüğünden ötürü, resmî milliyetçilikler, azınlıkların gerçekten eşit haklı yurttaşlar olarak yaşamalarını çeşitli yollarla köstekledikleri gibi, özerklik taleplerini tamamen düşmanca bir niyet, bir var olma –beka– tehdidi olarak algılamaları da adeta “kural”dır.

Özetle, Kürtlerin yüz yılı aşkındır verdikleri mücadelenin bir trajediye dönüşmesinin, her iki taraftan yüz binlerce insanın hayatına, ölçülemez maddi manevi kayıplara mal olmasının nedeni o kural ile cesaretle yüzleşmeye kalkışılmamasıdır.

CHP-İP muhalefetinden bu cesareti bizzat göstermelerini istemek “gerçekçi” olmayabilir; ama en son kırk yıldır on binlerce insanımızın canına mal olmasına rağmen hâlâ gündemimizin başköşesinde duran “Kürt sorunu”muzu, öldürülen PKK’lı sayısını böbürlenerek ilan ederken “görüyorsunuz sorunu çözüyoruz” edasıyla konuşan Recep Tayyip Erdoğan ve Süleyman Soylu’nun kan dondurucu duyarsızlığı ve aymazlığına karşı o cesareti gösterebileceklerin ifade hakkını savunabilirler.
Bu kadarı bile alkışlanmaya değerdir.

Bölge halklarına gerçek bir hak eşitliğinin, gönüllü bir birlikteliğin yolunu açabilmek için bölge ulus-milliyetçiliklerinin o karanlık “özü”nden türeyen söz konusu “kural”a aldırmamaları çağrısını yapabilecek olanlar, o çağrıya kulak verebilmek için öncelikle ve esas olarak milliyet algımıza sinmiş o özgüven, özsaygı kıtlığını, ezilmişliğini giderme şevkini uyandıracak bir yol ve yöntem de önermek zorundadırlar.

O nitelikte bir yol ve yöntemin odağında ve ekseninde ise, insanın asli özelliğini oluşturan yapıcı ve yaratıcı niteliğini, potansiyellerini harekete geçirme ihtiyaç ve şevkinin uyarılmasının yer alması kesinlikle zorunludur. Bu uyarılmanın somutlaşacağı alan ise en geniş anlamıyla “ekonomi”dir. Bütün bölge ülkelerinin yanı sıra ve onlarla birlikte kırılgan bir ekonomik düzen/yapı içinde debelenmekte olan ve her an ağır bir krizin perişan edici sonuçlarıyla karşılaşmanın endişesini şu son yıllarda daha da fazla hisseder hale gelen Türkiye’de; asli gereklilik diye vurguladığımız o uyarılmayı “yeni bir ekonomi” inşa etme perspektifine yöneltmek; özellikle genç kuşakları yapıcı ve yaratıcı enerjilerini harekete geçirmeye odaklandırmak olmayacak bir hayal midir?

Eğer öyleyse; son seçimler ile iktidar olabilme umudu depreşen CHP-İP ağırlıklı muhalefete mahkûmuz demektir. Ancak görünen odur ki; o umudunun gerçekleşebilmesi için, beklemeyi ve AKP yönetiminin ya Suriye gibi kritik dış sorunlar bağlamında bir hezimete uğramasının ardından önünün açılacağını sanan muhalefet, bir başka hezimet hali ile de ekonomi alanında karşılaşılabileceği beklentisi içinde. Fakat ne o dış politika sorunlarına ne de ekonomideki sorunlara ilişkin olarak AKP yönetiminden dişe dokunur farklı bir yol öneremeyen bu muhalefetin “önü açıldığında”, Türkiye bir ayağı uçuruma kaymış halde de olabilir.

Hepimiz ve herhalde muhalefet de söz konusu mahkûmiyetimizin bu ihtimale de azımsanmayacak ölçüde açık olduğunu mutlaka dikkate almalıdır.