Cezayir: Çember Daralıyor

Cezayir’de olanları anlatmak için artık kelimeler yetersiz kalıyor. Gazete ve televizyonlarda haber olması öldürülen insanların sayısına bağlı. Refahyol hükümeti döneminde Türkiye’ye de göndermeler yaparak sizin başınıza da gelebilir mantığı ile Cezayir’den gelen katliam haberleri konusunda “duyarlı” görünen medya şimdi ölü sayısı-haber niteliği paralelliği kuruyor. Ölüm ve Cezayir gittikçe sıradanlaşıyor.

Kirli bir iktidar mücadelesinin sonucu yaşanan kirli bir iç savaşta ordunun desteğindeki -güdümünde de denebilir- iktidar ve radikal İslâmcı örgütler en iğrenç kozlarını oynuyor. Bir yıl öncesine kadar, daha çok ülkenin kuzeyindeki kırsal bölgelerde, dağ köylerinde yaşanan katliamlar gittikçe başkentte yoğunlaşıyor. Önceleri hedefin niteliği önemli iken şimdilerde nicelik ön plana çıkmış durumda. 1992 yılında demokrasiye son vereceğini açık bir şekilde ilân eden, ancak demokratik koşullarda seçimlere giren, ordu destekli yönetim tarafından anti-demokratik bir biçimde iptal edilen seçim sonrası kanlı bir savaş başlatan İslâmî Selamet Cephesi (FIS) ve onun silahlı kolu olan İslâmî Selamet Ordusu (AIS) bile bu kanın içinden çıkamayacağının farkına varmış durumda. Nitekim örgüt geçtiğimiz ay ateşkes ilân edip silahları “şimdilik” bıraktı. Ordu ve “sivil” iktidar ise şimdilik bu savaşı bırakmak niyetinde değil. Ama ordunun bu inatçı tutumu -bunda ordu içindeki sertlik yanlısı generaller kliğinin baskısı ve savaşın devamı yönünde giriştikleri, İslâmcılara malettikleri katliamların etkisi büyük- sürüyor. FIS’in de geçici olarak silah bırakması nedensiz değil tabiî. Bunun ipuçları da Haziran ayında yapılan seçimlerden sonra yaşanan süreçte yatıyor.

Haziran seçimlerinin ardından kurulan koalisyonda devlet başkanı desteğindeki Ulusal Demokratik Birlik Partisi (RND), Cezayir devletini kurup bağımsızlık sonrası bugünlere uzanan süreçte olanların sorumluluğunu taşıyan Ulusal Kurtuluş Cephesi (FLN) ile Nahnah’ın eski ismiyle Hamas’ın bir araya gelmesi dış dünyaya yeni bir oluşumun mesajını veriyordu. Özellikle Hamas’ın isim değiştirerek de olsa seçimlere girmesine izin verilmesi ve Meclis’te hatırı sayılır bir sandalyeye sahip olması ordu destekli bürokratların “ılımlı” İslâmcılara yeşil ışık yaktığı şeklinde değerlendirilmişti. Hamas meclise girecek ve FIS’in tabanını kontrol edebilecekti. Ama olmadı. FIS tabanının büyük çoğunluğu Hamas’a oy vermedi. Ve ilginçtir ki, uluslararası gözlemcilerin ülkede bulunduğu seçim süresince ortalık sakindi. Katliamlar durmuştu. Daha da ilginci Beyaz Saray sözcüsü Nicholos Burns, Amerika’dan açıklama yapıyor ve seçim döneminde Cezayir’in sakin olacağını belirtiyordu. Ve doğru çıkmıştı uzaklardan yapılan açıklama. Ancak seçimlerden hemen sonra başlatılan katliamlarla son 5-6 aylık süre içinde Cezayir 5 yıllık iç savaş boyunca en vahşi dönemini yaşadı, hâlâ da yaşıyor. Bu süre içinde resmî rakamlara göre 1500 kişi katledildi.

Haziranda sandık başına umutsuz giden Cezayir halkı artık “korku tüneli”nde çaresizlik içinde, filmin sonunun gelmesini bekliyor. Her şey birbirine karışmış, kendini kime karşı koruyacağını bilemez durumda. Haziran sonrası ordu-bürokrat iktidarı İslâmcılara karşı olan tavrını değiştirmeyeceğini açıkça deklare etti. Ancak bir süre sonra sürpriz bir kararla FIS’in en önemli ismi Abbas Medeni ile Haçani’yi hiçbir açıklama yapmadan serbest bıraktı. Bu sürpriz kararın ardındaki beklentiler farklıydı. İktidar FIS’in iki önemli ismini serbest bırakarak tabana yumuşama sinyalleri gönderiyordu. Görece bir yumuşamaydı. Liderler serbest bırakılmıştı, ama İslâmcılara karşı gerçekleşen savaşta yöntem değişmemiş en vahşi taktikler uygulanmaya devam edilmişti. Her şeye rağmen FIS liderlerinin serbest bırakılması önemli bir adımdı. Ayrıca FIS iki liderinin hapiste olmasını politik bir koz olarak kullanıyordu. Cezayirli resmî yetkililer FIS liderlerinin serbest bırakılmasında herhangi bir pazarlığın söz konusu olmadığını vurguladı. Liderler serbest bırakıldı ama siyaset yapmaları yasaklandı. Ancak bu gelişme bir süre sonra meyvalarını verdi. FIS ateşkes ilân etti. Gerçi ateşkes ilânında sadece liderlerin serbest bırakılmasının etkisi yoktu. Çünkü FIS her ne kadar 1992’de sonuçlar kabul edilene kadar savaşı sürdüreceğini açıklasa bile, kanlı bir oyunun içinde hem örgütün hem de tabanın yok olmaya başladığını fark etti. Kendi içinden kopan Silahlı İslâmî Grup’un GIA kural tanımaz davranışları ve çoluk çocuk, erkek, kadın gözetmeden boğazlarından keserek öldürmesi, bunu da “cihat” çerçevesinde mübah sayması ve hepsinden önemlisi katliamlarla inisyatifi ele alması FIS’ı bir süre silah bırakmaya zorladı. Özellikle son aylarda gerçekleşen katliamlardaki sorumluğu yüklenmemek ve belli çevrelerdeki -özellikle Müslüman ülkeler- mağdur konumu yitirmemek için faaliyetlerini durdurdu, beklemeye geçti. AIS lideri ülkeye zarar verecek fırsatçıları engellemek olarak değerlendirdi bu ateşkes kararını. Adres ordu olduğu kadar, insan zihninin alamayacağı katliamlarını sürdüren GIA idi. FIS’e göre GIA içine oldukça fazla sayıda ajan da sızmış durumdaydı.

FIS’in silah bırakma kararından sonra sürgündeki liderlikler arasında da başka bir savaş başladı. Deklarasyonlar yayımlandı. FIS’in Almanya’nın Bonn şehrindeki liderleri ateşkes kararını olumlu karşıladı. Ancak diğer bürolar bu kararın yanlış olduğunu vurguladı. FIS bir kez daha bölünmeyle yüzyüze geldi.

Peki devlet ne yaptı? Ağırlığını sertlik yanlılarının oluşturduğu ve başlarını Genelkurmay Başkanı Lamari’nin çektiği grup, İslâmcılara karşı mücadelede aynı yöntemlerin süreceğini açıkladı. Yani bir terör vardı ve kontr-terör devam edecekti. Nitekim başkent Cezayir’in banliyölerinde artık sık sık yaşanmaya başlayan saldırılar soru işaretleri oluşturuyordu. İslâmcılara göre özellikle son katliamlar generallerin karanlık oyunlarının bir parçası. Örneğin, başkentin Bentahla banliyösü yoğun olarak İslâmcıların yaşadığı bir bölge. Bir gecede 100’e yakın insan kesiliyor. Yakında bir askerî karargah var. Ancak katliam bir anda gerçekleşiyor. Yardım gelmiyor. Generallere göre geceleri genellikler asker kışladan çıkamıyor. Çünkü pusu tehlikesi var. Bu açıklamalar birbirini takip ediyor. Kimse askerlerin kendi çevrelerinde saatlerce süren katliamlara niçin müdahale etmediğini sormuyor. Üstelik 200’e yakın insanın öldürüldüğü bir saldırıdan önce askerî helikopterlerin köy üzerinde uçuş yaptığı da biliniyor. Gerçekten askerler neden müdahale etmiyor?

İnsanlar artık başkente kaçmaya başlamış durumda. Halk ölümden kaçıyor. Ölüm onları kovalıyor. Ölüm çemberi gittikçe daralıyor. Asker ve polisler olaylara müdahalede isteksiz davranıyor. Bu isteksizlik sadece korkuyla açıklanamıyor tabiî ki. Ancak yaşananlar tam bir korku filmi gibi.

Katliamlar sonrası yapılan açıklamaların hepsi, saldırıların “teröristler” yani İslâmcı militanlar tarafından yapıldığı yönünde. Bu kısmen doğru. Afganistan’da yetişmiş mücahitler çocuk ve kadınların kellelerini keserek -kadınlar önemli, çünkü katliam sonrası ziynet eşyaları önemli bir gelir kaynağı- “cihat” yolunda ülkeyi insansızlaştırmakla kararlı. Ama İslâmcılara sempati duyan tabanın yaşadığı bölgelerde bazı katliamların yaşanması şüpheleri ordunun ve devletin silahlandırdığı yerel güçlerin patriot -Güneydoğu ve son günlerde Karadeniz bölgesinde silahlandırılan köy korucularına benzer bir oluşum- üzerinde yoğunlaştırıyor.

Seçimlerin ardından diğer dikkat çekici bir gelişme ise 1992’den bu yana olanları seyreden dünya ülkelerinden bazı seslerin yükselmeye başlaması. Aslında onlar da tam olarak ne yapacaklarını bilmiyor. Cezayir hükümeti kendi iç işi olduğu gerekçesiyle her türlü müdahale ve arabuluculuğu reddediyor. Dünya ülkeleri ise Fransa ve Amerika’nın bu konuda öncü olmasını istiyor. Yıllarca Fransız sömürgesi olarak yaşamış, dolayısıyla Fransızlaşmış bir ordu-bürokrat iktidarının ancak Fransa tarafından ikna edilebileceği düşünülüyor. Fransa ekonomik ve politik olarak hâlâ çok etkili. Hükümetleri destekliyor. İslâmcılara karşı yürütülen savaşta sessiz kalıyor. Çünkü petrol yataklarının çoğunluğu Fransızların denetiminde. Fransızlar en önemli kalelerini kaybetmeyi göze alamıyorlar. Ayrıca Fransa kendi etki alanına başka bir gücün müdahale etmesini istemiyor. Amerika’nın ise hükümetlerle arası pek iyi değil. İslâmcılarla el altından görüşmeler yapıldığı saklanmıyor. Aynı petrol yatakları Amerika’nın da iştahını kabartıyor. Dünya devletleri için iştah kabartan diğer bir rezerv de Cezayir ordusunun silahlarını tümden yenileyecek olması. Daha çok eski Sovyet teknolojisi ve silahlarını kullanan Cezayir ordusunun yenilenme projesinde herkes beklemede. Gerek silah gerekse Cezayir’e “bulaşmak” için geleneksel Amerikan politikası gereği Washington şimdilik “pusu”da beklemeyi ve tarafların pat durumuna gelmesini bekliyor. Aynı örneğin Bosna’da yaşandığı unutulmamalı. Cezayir’de de Avrupa-Amerika politik güç savaşı yaşanıyor ve çözümün de bu noktada kilitlendiği görüşü gün geçtikçe ağırlık kazanıyor. Bu arada genelde “Müslüman ülkeler”in işlerine karışmasından fazlaca hoşlanmayan Batılı ülkeler ve Amerika bu kez farklı bir tablo sergiliyor ve Müslüman ülkeleri Cezayir’de yaşananlara kayıtsız kalmakla suçluyordu. Ve Suudi Arabistan’dan arabuluculuk teklifi geldi geçtiğimiz haftalarda. Bir ziyaret için Suudi Arabistan’a giden Cezayir Devlet Başkanı Zerual arabuluculuk iddialarını reddederek -başka bir açıklama da beklenemez- bunun sadece rutin bir ziyaret olduğunu vurguladı. Ancak, ortada bir pazarlık olduğu açık. Çünkü Suudi Arabistan aynı zamanda FIS’in önemli finans kaynaklarından birisi. Diğerleri ise Sudan ve Libya. Özellikle bu iki ülke savaşın devamı yönünde önemli miktarda silah aktarıyor Cezayirli İslâmcı militanlara.

Şimdi de Birleşmiş Milletler devreye girmeye çalışıyor. Ancak şu anda örgütün herhangi bir müdahaleye çok istekli olduğu söylenemez. Protesto mektuplarıyla yetiniyor. Üstelik Somali ve Bosna deneyimlerinden sonra Cezayir’de ne kadar başarılı olacağı tartışılır. BM Mülteciler Yüksek Komiserliği konuyu insan hakları boyutları ile ele alıp gündeme getirmek istiyor. Dünyanın Doktorları adlı kuruluş, doğal bir afet sonrası alınacak önlemlere benzer önlemlerin alınmasını istiyor.

Bazı İslâmcı aydınlar, Müslüman dünyasının önde gelen üniversitelerinden Mısır’daki El ezher’in İslâm’da insan öldürmenin yeri olmadığı konusunda fetva yayımlamasını istiyor. Ancak en büyük beklenti doğal olarak İslâm ülkelerine yönelik. Ama değil İslâm ülkeleri Ortadoğulu Müslüman Araplar bile sessizliğini koruyor. Gelinen son durumda Cezayir kimsenin karşılıklı gerçekleştirilen katliamlara karışmasını istemiyor. Ama beş yıldır belki de ilk kez katliam görüntüleri ile ordunun giriştiği operasyonların ayrıntıları dünyaya duyuruluyor. Evet çoğu zaman katliamları kimin yaptığı belli değil belki ama belli ki, Cezayir yönetimi dünyada kamuoyu oluşturmaya çalışıyor. Ancak Cezayir’den daha uzun bir süre kanlı görüntüler gelmeye devam edeceğe benziyor.

Her iki taraf makûl koşullarda masaya oturmadıkları veya oturtulmaya zorlanmadıkları sürece ülkede hiçbir şeyin değişmeyeceği biliniyor. Amerika-Avrupa eksenli bir güç savaşının yaşandığı Cezayir’de bu ülkelerin arabuluculuğa soyunması veya müdahale etmesi hayal gibi görünüyor. Coğrafik ve kültürel olarak kendilerine çok yakın olmasına rağmen Bosna’ya dört yıl sonra müdahalenin gerçekleşmesi bunun en taze örneği. Üstelik hükümetlerin Bosna’ya müdahalelerinde kamuoyu baskılarının da etkili olduğu yadsınamaz. Cezayir için bu da söz konusu değil şu anda.

Bizlere ve dünyanın farklı coğrafyalarında yaşayan insanlara. Yeni dünya düzeni denen, aslında ne olduğunu çok iyi bildiğimiz sistem zihnimizden öte vicdanlarımıza da dayatılıyor. Hattâ bu konuda postmodern yaklaşımlar da yok değil. Katledilmiş insan fotoğraflarının artık insanları etkilemediğini söyleyenler var. Bu fotoğraflar “iş” yapsa bile Fotoğrafçılar isyan eden anne ve baba fotoğrafını tercih ediyor. Ölüm “şey”leşiyor. Korku ancak yaşayarak hissediliyor. Cezayir’deki katliamların sorumlusu olan ordu ve İslâmcıların bu kirli savaşı bırakmaları belki de bu korkuyu kendi içlerinde hissetmelerine bağlı. Çünkü çember onlar için de giderek daralıyor.

METE ÇUBUKÇU