Dağ Fare Doğurdu, ama Kimse Şaşırmadı

Hiç kimsenin bir başkasının yaşamı üzerinde patent ya da lisans sözleşmesi yapma hakkı yoktur ve de olamaz. Dünya Sürdürülebilir Kalkınma Zirvesi’nde konuya duyarlı grupların sloganları içinde, sürdürülebilir kalkınma ruhuna en uygun ve zirveyi en iyi özetleyen cümle buydu...

26 Ağustos-4 Eylül 2002 tarihleri arasında Johannesburg’da yapılan Dünya Sürdürülebilir Kalkınma Zirvesi (Jo’burg zirvesi), ya da resmî olmayan ismiyle Rio+10 sonuçları için, “beklentiler ve umutlar bir sonraki on yıla kaldı” diyebiliriz. Üstelik, her ne kadar tahmin edilse de, hayal kırıklıkları biraz daha büyük oldu. Bunun nedenleri arasında en başta, Rio’dan bu yana dünyanın çevresel ve sosyal problemlerinin daha da ağırlaşmasından ötürü bu problemlerin çözümünde ülkelerin daha aktif olacakları beklentisi geliyor. Ayrıca, zirveden önce 12-14 Nisan 2002 tarihleri arasında Kanada’nın Banff şehrinde yapılan G-8 ve Avrupa Birliği (AB) Komisyonu’nun çevreden sorumlu birim temsilcisinin katıldığı toplantıda, iklim değişikliklerine yol açan zehirli gazların azaltılması ihtiyacı yeniden vurgulanarak, G-8 ülkeleri ve AB’nin Jo’burg zirvesinde “Kyoto protokolünün onaylanması için faaliyetlerde bulunacakları” da belirtiliyordu. Çıkan sonuçlar arasında fosil yakıt kullanımını “adeta teşvik eden” kararların olması, kelimenin tam anlamıyla ironik bir durumu işaret ederken, dünyanın büyük bir kısmında da hayal kırıklıkları yarattı.

ZİRVEYE NASIL GELİNDİ?

Aslında daha da uzun, kronolojik bir geçmiş yazmak mümkün ancak, Jo’burg Zirvesi ve sonuçlarının önemi, on yıl öncesinde Rio de Janeiro’da başlıyor. 1992 yılında Rio’da yapılan zirvede, “çevreyi korumak ve güney ülkelerinin kalkınmalarını sağlamak tüm dünya ülkelerinin ortak sorumluluğu olarak kabul edilmiş” ve yapılması gerekenler Gündem 21 ile somut hale getirilmişti. UNCED (BM Çevre ve Kalkınma Konferansı) sekreteryası, 1993-2000 yılları arasındaki her yıl Gündem 21’i yoksul ülkelere uygulamak için 600 milyar dolar gerekeceğini tahmin etti. Bunun sadece 125 milyar doları Resmî Kalkınma Yardımından verilecekti, dolayısıyla geri kalanı için zengin ülkelerin Gayri Safi Milli Hasıla’larının (GSMH) % 0.7’sinin bu tür yardımlar için ayrılması taahhüdü, Rio zirvesinin belki de en önemli kararlarından biriydi. Ancak bu yerine getirilemeyen bir taahhüt olarak kaldı. Nitekim bu yılki Jo’burg zirvesinde, katılımın [sadece] daha gönüllü olmasına karar verildi.

Dolayısıyla dünyayı Jo’burg zirvesine, Gündem 21’de yapılanlar ve yapılamayanlar getirdi diyebiliriz. 3-14 Haziran 1992 tarihleri arasında yapılan ve 178 ülkeden 17 bin kişinin katıldığı Rio Zirvesinde kabul edilen 40 maddelik Gündem 21’in 38. maddesi bir Sürdürülebilir Kalkınma Komisyonu (CSD) kurulmasını öngörüyordu, nitekim 1993 yılında bu komisyon kuruldu. Kurulan komisyonun görevleri arasında, UNCED’e yardımcı olmak; uluslararası işbirliğini sağlayarak, ülkeler arasında daha yapıcı ve akılcıl kararların alınmasını sağlamak; ve Gündem 21 uygulamalarındaki ilerlemeyi takip etmek yer alıyordu. 1997’de, Rio’dan beş yıl sonra yapılan BM özel toplantısında, Gündem 21’in attığı adımlar değerlendirilerek, 1998-2000 dönemi için CSD’nin çalışma programı saptandı. Bundan sonra sırada, yeni dünya zirvesi için ardarda yapılan hazırlık toplantıları vardı. İlki, 30 Nisan-2 Mayıs 2001 tarihleri arasında yapılan birinci Hazırlık Komitesi toplantısında, yapılacak zirvenin yerel, ulusal, bölgesel ve uluslararası düzeyde hazırlıklarının başlatılması ve başlıca grupların saptanmasına çalışılmıştır. Yapılan ikinci Hazırlık Komitesi toplantısında (28 Ocak-8 Şubat 2002) Gündem 21’in ayrıntılı bir değerlendirmesi yapılarak, yapılacak anlaşmalara zemin hazırlanmasına çalışıldı. Başarısızlıkla sonuçlanan üçüncü Hazırlık Komitesi toplantısında, komite başkanı tarafından hazırlanan raporun, revize edilmek üzere bir sonraki Hazırlık Komitesi toplantısında ele alınması kararından başka bir sonuç çıkmadı. Aslında, bu toplantılar bugün gelinen noktayı gayet iyi açıklamakta. Nitekim, Bali’de yapılan dördüncü ve son Hazırlık Komitesi toplantısında (27 Mayıs-7 Haziran 2002), Jo’burg zirvesine sunulmak üzere, yapılacak uygulamalarla ilgili bir taslak plan hazırlanması öngörülmekteydi. Hazırlanan planın özellikle enerji, ticaret, finansman ve küreselleşme ile ilgili konularda bir uzlaşma sağlayamamasına karşın, ortaya çıkarılan metnin yüzde 80’i gibi büyük bir kısmı üzerinde anlaşma sağlanması, metnin içeriğinin oldukça hafifletildiği izlenimini vermektedir. Elbette üzerinde uzlaşılan bu metinde açık hedefler ve tarihler yer almıyordu, yani zirvede üzerinde görüşmelerin yapılacağı tasarı planın ne açık taahhütleri söz konusu idi, ne de güçlü bir dil kullandığı söylenebilirdi. Özellikle Sivil Toplum Kuruluşları temsilcileri, komite toplantıları sırasında, Johannesburg’a içinde bol parantezlerin olduğu bir metin götürülmesindense, daha zayıf bir dil üzerinde anlaşmaya varılmasını yeğlediler.

ZİRVEDE NELER OLDU?

Zirveye, 100’den fazla devlet ve hükümet başkanı katılırken, BM kayıtlarına göre, 12.625 hükümet delegesi yer aldı. Ülkelerin en yüksek düzeyde temsil edildiği zirveye söz konusu bu hükümet delegeleri dışında, BM kuruluşları, Sivil Toplum Kuruluşları, finans ve iş dünyası temsilcileri de katılmıştır.

26 Ağustosta açılışı yapılan zirve, ilk gününden itibaren sayısız paralel oturum, panel ve resmî-gayriresmî toplantılarla, esas olarak 4. Hazırlık Komitesi toplantısı sonunda ortaya çıkan taslaktaki parantezleri kaldırmaya yöneldi. Bu parantezler, hükümetler arası yapılan görüşmelerde uzlaşma sağlanamayan alanlar anlamına geliyordu. Aslında bu toplantılarda yapılan konuşmaların sonu hep aynı soruya gelip dayanmaktaydı: “Kim faydalanıyor? Kim maliyetine katlanıyor?” Enerji ile ilgili yapılan toplantılarda yenilenebilir enerji ile ilgili olarak aslında geri adım atıldı. Daha önceki Hazırlık Komitesi toplantılarında telaffuz edilen rakamlar ortadan yok olurken, kendi politikası dahilinde, 2010’a kadar toplam tüketimi içinde %15’lik yenilenebilir enerji kullanımını öngören AB, pasif bir tutum sergileyerek, bu konuda bırakınız herhangi bir şey’i, hiçbir şey yapamamıştır. Dolayısıyla bu tutum, AB’nin kendi geleceği için aldığı kararların da inanırlığına gölge düşürmektedir. Zirvenin üçüncü günü ise, enerji konusunda taslakta yer alan toplam 40 parantezden 15-20’si çözüme kavuşmuş gibiydi...

Toplantılarda sıkça yer alan bir başka konu, su ve sağlık koşullarının yetersizliği problemiydi. Dünyada 1 milyardan fazla insanın temiz su içme şansının bulunmadığı ve her yıl 3.4 milyon insanın da uygun sağlık koşulları ve temiz su içme olanaklarına sahip olamadıklarından dolayı hastalanarak öldükleri tahmin edilirken, suyun dünya malı olarak kabul edilmesi, bu zirvede de hükümetler tarafından engellendi. (Bu açıdan Türkiye’nin su konusundaki tutumu da ayrı bir konu olarak incelenmeye değer.)

Zirve sonuçlarına daha iyimser yaklaşanlar, “daha da kötüsü olabilirdi, en azından Doha Ticaret ve Monterrey Kalkınmanın Finansmanı toplantılarındaki taahhütlerden geriye adımlar atılmadı” şeklinde yorumlarda bulunurken, aslında zirve ne olursa olsun söz konusu iki metni çıkartmaktan yana idi: Uygulama Planı ve Siyasî Deklarasyon; ilginçtir ki, ikincisi, birincisinde ortaya çıkmış tüm problemlerin, uyuşmazlık alanlarının yani tüm parantezlerin gönderildiği ve bir şekilde çözüldüğü yer oldu. Ortaya çıkan uygulama planı ise, beklenildiği gibi, fare doğuran dağ benzetmesine uygun bir plandı.

JO’BURG ZİRVESİ

BEKLENTİLERİ

Tek bir başlık altında toplanılsa da, zirveye katılanların aslında birbirlerinden oldukça farklı beklentileri ve bu beklentilerin ortak payda haline geldiği gruplar vardı: Sanayileşmiş ülkeler, henüz sanayileşememişler, veya yeni sanayileşmişler, Dünya Bankası tarafından artık kullanılmasa da geri kalmış ülkeler veya azgelişmiş ülkeler, kısacası biraz ’70’lerin ifadesiyle Kuzey-Güney ülkeleri, bunların hükümetleri, yerel otoriteler, sivil toplum kuruluşları (STK’lar), gençler, kadın hakları savunucuları, çeşitli ülkelerin ‘azınlık’ yerlileri ve diğer ‘azınlık’ grupları ve çiftçiler....Bu gruplar ve beklentileri beş ana grupta toplanmakta: ABD ve yandaşları, AB, G-77 ve Çin, İş Dünyası ve son olarak STK’lar...

Diğer G-8 ülkelerinin ve başka diğer ülkelerin aksine, zirvede devlet veya hükümet başkanının katılmadığı tek ülke ABD idi. Konu ile ilgili sorunların çözümünde çoktaraflı anlaşmalar ve uluslararası yönetim yerine ülkelerin kendi yönetimlerinin rolü üzerinde duran ABD, uzun bir süredir BM’in rolünün hafifletilmesini istiyor. ABD daha önceden Jo’burg zirvesi sonunda ortaya hangi plan çıkarsa çıksın özellikle malî açıdan desteklemeyeceğini açıklamıştı, bu tutumunu Dışişleri Bakanı C. Powell’in sözleriyle de zirvede sürdürmüştür. Dolayısıyla ABD, kendisinden beklenileni yerine getirmiştir diyebiliriz.

Öte yandan, özellikle 77’ler grubu ve kimi STK’lar için görüşmelerde lider olması beklenen Avrupa Birliği, ABD’nin aksine tam bir hayal kırıklığı yaratmıştır; ticaretin serbestleştirilmesi pahasına AB’nin çevre ile ilgili avantajlarını yok ettiği iddia edilmektedir. Kimi STK’ların AB ile ilgili olumlu beklentilere sahip olmasını sağlayan iki önemli rapor söz konusudur. Zirve öncesinde Mayıs 2002 tarihlerinde Avrupa Parlamentosundan çıkan bu iki raporda, dünya zirvesi için AB’nin yoksulluk-ticaret-çevre ilişkilerinde koordine edici rolde olması gerektiği vurgulanırken, parlamento AB üyesi ülkelere borcu olan en ağır borçlu ülkelerin moratoryumlarını kabul etmeleri çağrısında bulunuyordu. STK’ların ABD’den daha çok AB’yi eleştirmeleri aslında haksız (!) bir eleştiridir. Çünkü AB’nin sürdürülebilir kalkınma için başından beri varolan yaklaşımı, herşeyin serbest ticaret kuralları çerçevesinde çözümlenmesidir. Bu kurallar tıpkı ABD’de olduğu gibi “kendine göre” serbest ticaret kuralarıdır... Yani, AB serbest ticaret kurallarını savunurken, bir yandan da kendi pazarını koruyarak (özellikle dozunu gittikçe artırdığı tarife-dışı engeller yoluyla), bu pazarı gelişmekte olan ülkelere açacak adımları atmaktan kaçınıyordu.

ABD ve AB dışında kalan gruplar içerisinde STK’lar, zirve öncesinde pek çok konferans düzenlemişlerdi, Ocak 2002 Nairobi Pan-Afrika Konferansı, Şubat 2002 Porto Alegre’deki meşhur Dünya Sosyal Forumu, Yeni Delhi’deki Delhi Sürdürülebilir Kalkınma Zirvesi, Mart 2002’deki Kopenhag Global Gençlik Zirvesi ve Temmuz 2002’deki Cenevre’deki Dünya Sivil Toplum Forumu bunlardan en önemlileridir. Tüm bu konferansların ortak özelliği, sürdürülebilir kalkınma tartışmalarının tümüyle Doha ve Monterrey konferanslarının, daha doğrusu Dünya Ticaret Örgütünün (DTÖ) güdümünden çıkarılması gerektiğinin altının çizilmesidir. Bu yoruma 77’ler Grubu ve Çin pek de sıcak bakmamakta, sanayileşmiş ülkelerin sürdürülebilir kalkınma konusunda malî taahhütlerde bulunmasını istemekte, özellikle Monterrey konferansına fazlasıyla umut bağlamaktadır. 77’ler Grubu ve Çin, sanayileşmiş ülkelerin Monterrey konferansında anlaşmaya varılan ilave kalkınma yardımları ve borç ertelemeleri konusunda istekli ve niyetli olduklarının görülmesi halinde çevre ile ilgili konuları tartışmaya başlayabileceklerini belirtmektedir. Bu durum onların çevre ve kalkınma arasındaki gerçek ilişkiyi ya göremedikleri ya da görmezden geldiklerinden başka bir anlama gelmemektedir.

Zirvede ‘İyi Dünya Vatandaşlığı’ ödülü olsa idi, bunu da (satın) alabilmek için en çok uğraşanlar iş dünyası temsilcileri olurdu herhalde.... İş dünyasının bu zirvede de beklentisi, kirleten olmaktan sürdürülebilir kalkınma için uğraşanlar kategorisine çıkabilmekti. Doğrusu “imaj” olarak bunu başarmakta olduklarını söyleyebiliriz. Özellikle otomobil üreticilerinin petrol şirketleri ile ortaklaşa yürüttükleri kampanyalar, onların yukarıda bahsettiğimiz ödülü almaya ne kadar çok çaba harcadıklarının göstergesidir.

İş dünyasının çabalarına karşın, zirvenin yine de en çok çalışan ve en çok muhalefet yapan grubu STK’lardı.. Aslında homojen bir grup olarak düşünemeyeceğimiz STK’ların öncelikli hedeflerini, Rio prensiplerinden geriye gidilmemesi şeklinde özetleyebiliriz. BM’in çizdiği WEHAB (Su-Enerji-Sağlık-Tarımsal Verimlilik-Biyolojik Çeşitlilik) sınırları dışında sürdürülebilir kalkınma için ülkelerin önlerinde duran daha pek çok problem olduğunu vurgulayan STK’lar, bunu ayrı bir deklarasyonla da dile getirmişlerdir.

ZİRVE SONUÇLARI

Zirve esas olarak iki temel dokümanın hazırlanmasına kilitlenmişti: Siyasî Deklarasyon ve Uygulama Planı...

On günlük zirve sonunda hazırlanan Uygulama Planı, içinde uygulamaların pek olmadığı ve plandan ziyade temennilerin olduğu bir rapor olarak karşımıza çıkmakta. Bu temenniler arasında, olumlu sayılabilecek bir-iki unsur var, ancak yapılamayanlar ya da taslaklardakinden farklı olan ifadeler, bu olumlu unsurların üzerine de gölge düşürmekte. Alınan kararlar üzerinde değerlendirmelere geçmeden önce, Uygulama Planı’nda yer alan bazı temel kararlara bir göz atalım:

• Biyolojik çeşitlilikteki kayıplar 2010 yılına kadar azaltılacaktır

• Kimyasal ve zehirli atıkların olumsuz etkileri 2020 yılına kadar en aza indirilecektir

• Zarar gören balık bölgeleri 2015’e kadar -mümkün olduğunca- iyileştirilecektir, ayrıca denizleri korumak için 2012 yılına kadar bir network sistemi kurulacaktır

• DTÖ’nün ticaret kuralları, açıkça Çoktaraflı Çevre Anlaşmaları (MEAs)nın yerine geçemeyecektir

• Kyoto Protokolünü onaylayan ülkeler, diğer ülkelere de onaylamaları çağrısında bulunmalıdır

• Orman gibi doğal kaynakların kaybedilmesi süreci mümkün olduğunca kısa zamanda durdurulmalıdır

• Kullanılabilir temiz su ve sağlık koşullarına sahip olmayan sayısız insanın bu problemi 2015 yılında çözümlenmeli

• Ekolojik olarak zararlı desteklemeler (kamu desteklemeleri ve teşvikler) kaldırılmalıdır

Görüldüğü gibi, toplam dört madde dışında diğer maddelerde herhangi bir tarihe rastlamak mümkün değil, bunun yerine “mümkün olduğunca kısa sürede” gibi muğlak ifadeler söz konusu.. Kimi maddeler ise önceki taslak hallerinden daha farklı hale gelmişler, örneğin ilk maddede yer alan “azaltılmalı” ifadesinin, taslaklarda “tümüyle sona erdirilmeli” şeklinde olması gibi... Bu maddede böyle bir ifadenin yer alması, altı ay önce Hague’da yapılan biyolojik çeşitlilik ile ilgili BM anlaşmasından önemli bir geri adım atılması olarak nitelenebilir.

Şüphesiz burada yer alan kararlar, üzerinde en çok konuşulan, tartışılan ve onay alan kararlar. Oysa, çok tartışılan çok konuşulan ancak bir türlü gerekli onayı ya da özeni alamayan konular da oldu. Bunlar arasında en önemli konu, ABD’nin de onaylamadığı ve bir türlü yürürlüğe sokulamayan Kyoto Protokolü.. Ancak mesele sadece söz konusu protokolün yürürlüğe sokulamaması değil, Paragraf 19e’de “temiz fosil” yakıtlarının kullanılmasını teşvik eden bir ifade yer almakta.. Bu ifade, Jo’burg zirvesinin yüzkarası olarak tarih sayfalarına yazılacak ve Dünya Dostlarının ifadesi ile Kyoto Protokolüne ihanet eden bir ifade.. Söz konusu maddede, güneş veya rüzgar gibi yenilenebilir enerji hedefleri yerine “daha temiz fosil yakıtların kullanılması ve büyük hidroelektrik projelerinin desteklenmesini” önermektedir. Dolayısıyla, petrol, kömür ve gaz gibi fosil yakıtlar problemin bir parçası olmaktan çıkartılıp çözümün bir parçası olarak sunulmaktadır. Böyle bir karar alındıktan sonra, fosil yakıtların kullanılması sonucu ortaya çıkan altı zehirli gaz (Karbon Dioksit, Metan, Nitrusoksit, Hidroflorokarbon, Perflorokarbon, Sülfür Heksaflorid) için önemli sınırlamalar getiren Kyoto Protokolü anlamsızlaşmaktadır. Bu maddede yer alan büyük hidroelektrik projelerinin de su ile ilgili problemleri (en azından dünyanın bazı bölgelerinin) unutmuş olduğu açıktır. Bu da gösteriyor ki, hükümetlerin gözünde su hâlâ bir kamu malı sayılmamakta, su ile ilgili özelleştirmelere izin verilmektedir.

Öte yandan, serbest ticaret gündemi zirve görüşmelerine damgasını vururken, kararlar arasında yer almasına rağmen, Çoktaraflı Çevre Anlaşmaları metni, gerçekte bu görüşmelerin üzerine çıkamamıştır. Kimi ülkelerin çevreyi de ilgilendiren ticari anlaşma hükümlerine DTÖ’nün karışmaması gerektiği yolundaki itirazları, Faaliyet Planı içerisinde bir madde olarak ifade edilebilmişse de, ayrıntılarda Doha Zirvesi aşılamamıştır. Bunun dışında, borçların ertelenmesi ya da silinmesi veya bazı alanlarda özelleştirmelere karşı durulması ile ilgili hiçbir olumlu ifade yer almamaktadır.

Bütün bunlara karşın Faaliyet Planı içerisinde yer almayan hemen her konu az ya da çok Siyasî Deklarasyonda kendine bir yer bulmuş gibi... Örneğin, STK’ların yukarıda sözü ettiğimiz deklarasyonu çerçevesinden bakarsak, zirvenin Faaliyet Planında eksik kalan ya da yeterince vurgulanmayan pek çok konusu Siyasî Deklarasyon içinde yer almaktadır. Bunların başında, insan hakları ve insanların eşit muamele görmesi ile ilgili ifadelerin, 77’ler Grubunun karşı çıkışına rağmen, Siyasî Deklarasyonun sadece giriş kısmında (madde 2 olarak) yer alması gelmektedir. Globalleşmenin övüldüğü metinde, dünyada yoksulluğun, ekonomik gelişmemişliğin, çevresel bozulmanın, ülkelerin içlerinde ve aralarındaki sosyo-ekonomik eşitsizliğin farkında olunduğundan söz edilmektedir. Bu farkındalığın ardından gelen vaatler arasında ise, bir Siyasî Deklarasyona yakışır şekilde, Kalkınma Yardımlarının makûl seviyelerde olması için gelişmiş ülkelere çağrı yapılacağı, (ABD’ye rağmen!) çoktaraflılığın dünyanın geleceği olduğu, gezegenimizin korunup, evrensel zenginlik ve barışın sağlanmasına çalışılacağı gibi ifadeler yer almaktadır.

Kısacası, Jo’burg 2002 zirvesinin “sürdürülebilir kalkınma” için görevlendirildiğini unutup, Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) gölgesinde, Doha ve Monterrey toplantılarının onaylayıcısı konumuna düştüğünü söyleyebiliriz. Gerçek anlamda ülkelerin sürdürülebilir kalkınma çabalarının nasıl olacağı konusu ise, hâlâ fazlasıyla dumanlı..

Evet, herkes kalkınma için tek ve olumlu bir cevap veriyor ancak ne tür bir kalkınma ve kimin kalkındırılması soruları için farklı cevaplar var...

FERİDE DOĞANER GÖNEL