Bir toplumu toplum kılan iki temel özellik vardır. İlki, toplumun farklı gruplardan oluşması ve bu gruplar arasındaki güç ilişkileriyle belirlenmesidir. İkincisi, arasındaki yatay geçişleri, temasları mümkün kılarak bu grupların bir arada yaşamalarına olanak sağlayan bir meşrûluk zeminine ve alışveriş sahasına, yani kendisine ait bir ortak değerler, kurallar, yapılar, süreçler bütününe sahip olmasıdır.
İlk özellik toplumun motorudur; adı farklılık ve çatışmadır. İkinci özellik motorun dinamosudur; adı iletişim ve sürekliliktir. Motor ve dinamo arasındaki etkileşim ise toplumun ta kendisidir. İkisi birlikte dinamizmi, yani değişimi ve değişimin sınırlarını ifade ederler. Ve ikisi de yarattıkları değişimin sonuçlarına tâbi olurlar. İşte bu nedenle ve bu sınırlar dahilinde, bir toplum için denge hali istisna, dengesizlik hali kuraldır. Dengesizlik değişimi ifade eder; değişim ise çatışma, sancı, yani geçici krizler üzerine temellenir. Değişim dalgalarının iç yüzünü ve istikametini bu krizlerin niteliği ve derinliği tanımlar. Bir değişim dalgası, toplumsal ve siyasî yapı krizleri emdiği, yeni duruma uyum sağlayabildiği anda yerini bir yenisine bırakmak üzere son bulur.
Türk toplumu da köklü bir değişim sürecinin tam ortasındadır.
Ancak değişim sürecinin doğum sancısı, kalıcı bir niteliğe bürünmüş, motorun dinamosunda aksaklık oluşmuştur. İletişim kanalları tıkanmış, değerlerin, kuralların birleştiricilik ve hakemlik kabiliyetleri zaafiyet içine düşmüş, toplumun meşrûiyet zemininde işlev bozuklukları ortaya çıkmaya başlamış, kronik bir kriz başgöstermiştir. Krizin knonikleşmesi siyasal sistemin 1980’lerle başlayan değişim dalgasına uyum sağlamayı reddetmesiyle, merkez sağ ve sol siyasî partilerin sisteme entegre olmayı talep eden, yenilenen toplumsal, ekonomik talep ve kesimleri dışlamasıyla paralel bir seyir izlemiştir.
Kasım 2002 seçimleri de bu değişim sürecini yansıtacak seçimler olacak.
Değişim ve kronik kriz ikilisi çerçevesinde 2002 Kasım seçimlerini yöneten toplumsal iklimi nasıl değerlendirilmeli?
Bir kere toplumsal çevre-toplumsal merkez ayrımı, Türk toplumsal ve siyasal sisteminde baskın bir çatışma olma özelliğini koruyor. Nitekim seçimlere doğru gündemi belirleyen unsur ne Avrupa Birliği meselesi oldu, ne merkez sağ ve merkez sol tartışması. Tersine toplumsal çevre faktörü öne geçti; siyasî merkezi ihya tartışmaları bile bu çevre faktörüne endeksli bir biçimde, onu kontrol altına almak için yapılıyor.
Aslında bu doğal. Çevre, sayısal olarak her geçen gün büyüyen, yüzde 50’leri zorlayan bir oy miktarına dayanan bir faktör. Sadece ekonomik ve sosyal olarak dışlanan, kenarda kalan kesimleri değil, ayrı zamanda İslâmi olanı da kuşatan yerel değerleri içeriyor. Diğer deyişle bu büyüme hem sistemin devletiyle merkez siyasî partiyle yarattığı ekonomik ve etik sarsıntıdan besleniyor; hem farklılaşan toplum taleplerinin sadece ekonomik unsurlardan oluşmayıp, kültürel, sosyal, dinsel, etnik unsurları kuşatmasından ileri geliyor.
Çevre faktörünün ve onu yeniden üreten gelişmelerin üzerinde biraz durmakta yarar var.
Toplumsal çevrenin bu denli siyasallaşmasının temelinde, 1980’lerden itibaren ülkenin toplumsal tabakalaşma ve sermaye yapısının bir farklılaşma sürecine tâbi olması yatar. Bu farklılaşma süreci, toplumun tabakalaşmasında ekonomik aidiyet gruplarına kültürel aidiyet gruplarının eklenmesi, sermaye yapısında merkezin çevreden gelen rekabetle karşı karşıya kalması olarak tanımlanabilir.
Bu sürecin itici gücünü ise iki temel faktör oluşturmaktadır.
İlk faktör ülke müteşebbisinin esnek üretim ve işgücü çerçevesinde Batı pazarlarıyla yatay entegrasyon imkânlarının genişlemesi, buradan hareketle rekabet ve uyum gücü yüksek küçük ve orta ölçekli işletmeler bünyesinde çevre aktörlerinin güçlenmesi, oyuna yeni oyuncular olarak katılmasıdır.
Bu ilk faktör aslında dünyada esen rüzgârın Türkiye’ye yansımasıyla yakından ilgilidir. Bu rüzgarın temelinde bir paradigma değişikliği yatar: Standart ve geniş talep yapısına göre dizayn edilmiş kitle üretim teknolojisi; talebin parçalandığı, çeşitlendiği, hızla değiştiği bir dünyada hantal kalınca, esnek üretim teknolojisi tarafından ikâme edilmiştir. Bilgisayar temelli üretim ve enformasyon sistemlerine işaret eden bu yeni teknoloji üzerinden ise talebe göre şekillenen esnek ve küçük pazarlar devreye girmiştir.
‘’1980’lerden başlayarak esnek üretim teknolojisinin yaygınlaşması çoğu sektörde en azından ürün bazında maliyetlerin düşmesine neden olduğu için, büyük ölçeklerden kaynaklanan piyasalara giriş engellerinin azalmasına ve sonuçta boyutları bakımından küçük fakat yeni teknolojilerle donanmış birçok firmanın piyasalara akmasına yol açtı. Enformasyon teknolojileriyle küçülen dünyada artan rekabet ulusal piyasaları birbirine bağlarken, ulusal piyasalarda büyük olan firmalar artık kendilerini dünya piyasalarında küçük ve hantal bulmaya başladılar. Bu nedenle şirket birleşmeleri, devlet düzenlemelerinin azaltılması ve ticarette koruma duvarlarının kaldırılması gibi politikalar gündeme geldi. Bu politikalar ise bir yandan ulusal ölçekte büyük olanların uluslararası ölçekte büyük olmalarını teşvik ederken, diğer yandan da ulusal ekonomilerde küçük olanların önlerinin açılmasını sağladı, Büyük olmanın değil, hızlı olmanın daha etkin olduğu, bu nedenle de küçük olanların daha başarılı olduğu yeni bir süreç başladı. Globalleşmenin ürünü olan bu süreç KOBİ’lerin önemlerinin artmasının altında yatan süreçtir. KOBİ konusu 1980’lerin ortalarından itibaren Türkiye’de de önem kazandı. Son yıllarda çeşitli kentlerde, boyutları bakımından küçük, fakat neredeyse uluslararası rekabette dahi söz sahibi olabilecek bazı firmalar ortaya çıktı. Ve güçlü ama hâlâ merkezin çevrenin oyuncuları olan küçük ve orta üreticiler böylece devreye girdiler…”*
Bu gelişme Türkiye’de hem sermaye yapısında çatlamaya ya da farklılaşmaya yol açmış, ciddi bir çatışma ve kutuplaşmayı beslemiştir.
Çatışmanın kaynağı ülkenin aşırı tekelimsi ekonomik yapısıdır. Yeni aktörler kaynakların büyük bir çoğunluğunu emen hâkim sermaye dokusunun karşısına çıkmışlar, kendilerini oyun dışında bırakan aşırı tekelimsi ekonomik yapının değişmesini, rekabetçi piyasa kurallarının yerleşmesini talep etmişler ve bu oranda siyasallaşmışlardır. Bu siyasallaşma çevre siyasî partilere bünyesinde devlet olanaklarına giden yeni rant damarlarını zorlamalarıyla olmuş, kültürel nitelikli bir kutuplaşmayla üstüste oturmaya, içiçe girmeye bu çerçevede yüz tutmuştur.
İkinci faktör, yeni toplumsal dinamiklere işaret eder. Bu dinamikler; siyasî taleplerin kültürel nitelikli yeni bir birey anlayışı üzerine oturması, toplumsal aidiyet gruplarının kültür ve köken merkezli yeniden oluşumu ve bu çerçevede toplumsal taleplerde İslâmi, etnik ve kimlik duyarlılıklarını öne çıkaran ciddi bir nitelik değişimi olarak karşımıza çıkar. Toplumsal taleplerin nitelik ve yön değiştirmesi olarak özetlenebilecek bu gelişmelerin iki temel hazırlayıcısı vardır.
Birincisi gizli ve köklü bir toplumsal çatışmanın su yüzüne çıkmasıdır. Türkiye’de önemli çatışmalar her zaman inanç, yaşam biçimi, kimlikler bazında ortaya çıkan kültürel nitelikli çatışmalar olmasına rağmen, merkez sağ ve sol partiler uzun süre Kürtler ve İslâmcılar başta olmak üzere farklı grupların taleplerini genelde ekonomik talepler olarak tanımlamış, sisteme böyle yansıtmıştı. Bugün varlıkları ve talepleri itibariyle siyasal sistemin dışladığı bu toplumsal kesimler, aydını, medyası, siyasî partisi ve kurumlarıyla kaynak yaratma ve aracı kullanma açısından güçlenmişler, diğer kesimlerle açık bir rekabet ve çatışma içine girmişlerdir. Diğeri globalleşme dalgasıyla ilgilidir. Bu dalga olumsuz yönüyle zihniyetleri, kimlikleri, kişilikleri standartlaştırarak bu kesimlerden gelen bireylerin kimliklerine daha çok sarılmasına yol açmıştır. Globalleşme dalgası olumlu yanıyla da insan hak ve özgürlüklerini özel alana, kapalı dünyalara taşımış, bireylerin bireysel haklarını kimlik haklarıyla bağlantılı olarak talep etmelerini pekiştirmiştir. Birey, hak ve özgürlük kavramınının alanını genişleten, kök, kültür, inanç unsurlarıyla ilişkilendiren, toplumsal hareketlere ilişkin siyasî referanslarda atomistik birey anlayışına dayalı sosyalist ve liberal paradigmayı benzer kılarak, sarsan bir gelişmedir, bu.
Toplumdan sermaye uzanan bu değişme dalgası, en önemli sonuç olarak, hem ekonomik yapıda, hem toplumsal yapıda heterojenleşmeyi getirmiştir. Bu içinde bulunduğumuz dönemin en önemli toplumsal verilerinden birisidir.
Farklılaşan ve heterojenleşen bir toplumsal yapının kendisine uygun bir şekilde farklılaşmış ve heterojen hale gelmiş bir siyasî yapıyı ya da siyasî temsil yapısını gerektirdiği, en azından beslediği açıktır.
İçinde bulunduğumuz dönemin en siyasal verisi de, bu çerçevede, toplumun heterojenleşme eğilime karşında siyasî yapının homojen niteliğini korumakta direnmesi, direnmeden de öte, alarm düğmesine basarak onunla çatışma içine girmesidir. Nitekim değişimin verilerinin sistem tarafından patolojik bir durum olarak algılanması, tepkiyle karşılanması, kısa süre içinde toplumdan siyasete uzanan, değişimin aksi istikametinde bir kanserli hücreye dönüştüren bir krizler zincirini doğurmuştur.
Bu gelişmeler değişim ve kronik kriz boyutlarıyla ele alındığında ve resme uzak açıyla bakıldığında bugün toplumsal kutuplaşmaya yol açan, sorun olarak karşımıza çıkan toplumsal çevre-toplumsal merkez gerginliğinin iç içe geçmiş iki ana nedeninden söz edilebilir.
İlk neden “modern” bir duruma ilişkindir.
Başka bir deyişle sorun her “modern” ülkede yaşanmış bir gelişmeden, çevre ile merkez arasındaki mesafenin azalmasından kaynaklanan sosyolojik evrimle ilgilidir. Bu evrim yeni bir sentezi gerektirdiği kadar, hemen her yerde yeni gerilimleri de içermiştir. Ve yine birçok ülkede bu gerginlikler siyasî değişimle aşılmış, sentez demokrasi yoluyla sağlanmıştır. Bizde sorun modernleşme sürecinin bu evrimiyle ilgili olmaktan çok, bu evrime verilen siyasî yanıtlarla ilgilidir. Siyasî yanıt çevreyi dışarıda bırakmak konusunda ısrarcı olduğu, bunu sağlamak üzere otoriterlik de olmak üzere her tür aracı kullandığı oranda bu çatışma büyüyor, en önemlisi çevrenin merkezle bütünleşmesinin, kendi içinde dönüşüm geçilmesinin önüne geçiliyor.
İkinci neden ise “postmodern” bir duruma ilişkindir.
Toplumu, içindeki farklılıklarını birbirine benzeterek üreten, bunu demokrasi ilkeleriyle, piyasa kurallarıyla yapan modernleşme gerçeği bir başkasıyla çarpışıyor. Modernite fikrinin hilafına, farklılıkların oluştuğu, benzeyenlerin ayrıştığı bir duruma da tanık olunuyor. Teknolojik, siyasî ve kültürel girdilerle bireyin taleplerini, haklarını daha kapsamlı tanımladığı ve bunları siyasallaştırdığı bir dünyada yaşıyoruz. Bu durumda bildik demokrasi kavramları, bildik sol ya da sağ anlayışı işi toparlamaya yetmez hale geliyor. Çok-kültürlü bir toplumun inşâsı, farklılıklar üzerine oturan çoğulcu bir demokrasi kaçınılmaz hale geliyor. Bu ise merkez ile çevre arasında yeni bir çatışma vesilesi oluyor.
Tam da bu nedenle temsil ettiği değerler açısından daha evrensel nitelikler taşıyan toplumsal merkez, buna rağmen siyasetten uzaklaşıyor, ürküyor, demokrasi kavramının içini boşaltıyor. Toplumsal mühendislik, siyasete müdahale fikri bu ortamda ürüyor, depolitizasyon bu iklimde oluşuyor, panik, tepki hali de öyle. Büyük bir kısmı ciddi bir arayışta olan kentli seçmenin Kemal Derviş’in gideceği partiye göre, sol mu sağ mı demeden oy vermeye hazırlanması, aslında toplumsal merkezde siyasetin imhasını ifade eder hale geliyor. Derviş de, kendisine rağmen, misyonu bu olmasa da, böyle bir işlevi yerine getirir duruma düşüyor…
Duruşu ve talepleri açısından daha siyasî olan, salt bu nedenle toplumsal olarak daha demokratik olana işaret eden çevre partileri ise, kendilerine rağmen hâlâ çözüm partileri olmaktan çok başkaldırı partileri olmaya devam ediyorlar. Olmadı sistemin içine uzanan dayanışmacı yeni fayda damarları açma işlevine aday görünüyorlar.
Kasım 2002 seçimleri bu ana soruna hem bir yanıt verecek, hem bu ana sorunu derinleştirecek sonuçlar verecek gibi görünmektedir.
Bunun parametreleri ise şimdiden ana hatlarıyla bellidir;
Merkez sağ ve sol partilerin önemli bir kısmına yönelik bir siyasî tasfiye bu sürecin bir sonucu olarak yaşanacaktır.
Seçim sonuçları muhtemelen devlet merkezli ve AKP’ye yönelik bakıştan kaynaklanan ciddi bir siyasî krizi besleyecektir.
Aynı sonuçlar CHP ve AKP etrafında kümelenecek oylarla seçmenin siyasete geri dönüş talebinin altını çizecektir.
(*) Erol Katırcıoğlu, İstanbul Sanayi Odası Dergisi, Türkiye’nin 500 büyük sanayi kuruluşu, 1995