Daha önceki bir yazımda Kıbrıs’tan, özellikle de Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti terkibiyle anılan yerden nasıl şaşılacak ölçüde az haberin Türkiye medyasında yansıdığına işaret etmeye çalışmıştım.
Mesela iki ay kadar önce gerçekleşen ve CTP gibi sol-muhalif bir partinin üç büyük kenti (Lefkoşa, Mağusa ve Girne) kazandığı yerel seçimlerden doğru dürüst bir haberi yalnızca internet üzerindeki Kıbrıslıtürk ortamlarından edinebilirdiniz.
Üstelik yorum gibisinden bir şey de yoktu. Bu durumu Kıbrıslıtürklerin nasıl “yorumlamaları” gerektiği konusunu bir kenara bırakırsak, geriye Kıbrıs’ın kuzeyini ilhak etmeye hazırlanan -ve belki de bu sayede seçimi erteletmeye yönelecek olan- Ecevit iktidarının (tabiî MHP’yi de burada saymadan geçmiyoruz) gerçekleştirme yollarını aradığı bir darbe kalıyor: bu ilhak kararıyla hem Avrupa’nın müeyyidelerine uymaktan kurtulursunuz, hem de her zaman yapmayı düşlediğiniz gibi Kıbrıs sorununu ileriye, mutlak bir belirsizliğe ve çözümsüzlüğe yeniden kavuşturursunuz. İşte Türkiye basını belki de bu nihai Ecevit darbesini beklediği için Kıbrıslıtürkün sesine herhangi bir kulağını uzatma niyetinde değil. Oysa vaziyet son derecede açık: bir-iki yıl içinde 40 bin Kıbrıslıtürk’ün adanın kuzeyini, belki de tümünü terk ederek göç ettiğinden bahsediliyor. Denktaş, Ecevit, Sina Gürel ve o vazgeçilmez Mümtaz Soysal dörtlüsünün hamiyetleriyle artık önemli sayılabilecek bir miktara erişmiş insan nüfusu hayatını kendi doğup büyüdüğü yerde artık sürdüremeyeceğine kanaat getirmiş durumda. Tarihin muhtelif dönemleri başka yerlerde bu sayıdan fazlalarını görmüştür elbette, ama o adanın nüfusunun 800 bini geçmediğini hesaplarsak, bu nüfus hareketinin ne manaya gelebileceğini de hissedebiliriz. Bu arada Kıbrıslıtürk yönetiminin hukuku nasıl işlettiğinin bazı işaretleri de pek hayırlı değil: mesela geçenlerde HIV virüsü taşıyıcısı oldukları saptanan Türkiye asıllı bir işçi ve bir hemşire sınırdışı edilmişler. Sınırdışı edildikten sonra geldikleri yer Türkiye’den başka bir yer olamayacağına göre bu kararın ne anlama geldiğini düşünmeyi size bırakıyorum. Kuzey Kıbrıs’ta tedavi olanağı bulunmadığı böylece açık edildiğine göre, bu talihsiz emekçilerin sigortasız çalıştırılıyor oldukları da ortaya çıkıyor...
Artık iyice anlaşılması gerekiyor: Denktaş ile Klerides 10 aydır aslında herhangi bir sorunu “çözme” saikiyle masaya oturmuş değildiler ve böyle bir şeye ikisinin de asla niyetleri yok. Buna karşın Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri ve Avrupa Birliği bu görüşmeleri belli bir oranda ciddiye almış olmalılar ki en azından Kıbrıslıtürk ve Kıbrıslırum liderlerin belli bir “karşılıklı pozisyon değişikliğine” uğradıklarını söyleyebiliriz: Hiç değilse Denktaş “konfederasyon” iddiasından şimdilik “federasyon” tezine rücu etmiş görünüyor. Ancak şu anda veri olan durumda bunun herhangi bir anlamda olumlu bir adım olarak değerlendirilmesi imkânsız -ve zaten işte bu yüzden, yani çözümsüzlük yeterince garantilendiği için Ankara-Denktaş ikilisi böyle bir tezi kabul eder gibi görünüyorlar. Güney Kıbrıs’ın Avrupa Birliği’ne kabulü resmen kesinleşmiş durumda olduğuna göre görüşmelerin verilerinin herhangi bir farklı paradigmaya oturamayacağı kesin. Başka bir deyişle çözümsüzlüğü ve statükonun korunmasını bir amaç olarak kabul eden Denktaş ve Ankara ne (o esaslı önem taşıyan) vatandaşlık sorununu ortaya attılar, ne de herhangi bir harita önerisine sahiptiler... Klerides’in ise bu türden dertleri zaten hiç yoktu... Kısacası aslında Kıbrıs Sorunu diye bir şeyin meselenin tarafları için var olmadığı, ve asla var olmayacağı düşünülebilir.
Geriye Kıbrıslıtürk nüfusun adayı boşaltmak zorunda kalması, eski “örf ve adetleri”nde asla yeri olmayan bir nevi “milliyetçilik” illetine yakalanması (özellikle 1974’ten beri adanın kuzeyine yerleşen Türkiyelilere karşı), sömürge ülkelere özgü o kozmopolit yapısını yitirmesi gibi sorunlar kalıyor. Milliyetçilik Kıbrıslıtürk kültürünün içine her zaman resmi bir politika olarak işlenmeye çalışıldı. Ancak milliyetçiliğin esaslarından olan “o yer” veya “o harita” 1974 öncesi asla var olmadığı ölçüde bu bir “gölge milliyetçilik”ti... Bir tür “anavatan-yavruvatan” milliyetçiliği... Bu milliyetçilik aslında kültürel alanın dışında bu yüzden pek ciddiye alınacak bir tavır değildi. Aslında birkaç şiirden, birkaç mücahit marşından ibaret olan bu milliyetçiliğin (ya da daha doğrusu milliyetçilik sömürüsünün) bugün artık tam anlamıyla tüketildiğini söylemek gerekiyor. UHH ve Volkan gazetesi gibi oluşumların sahteliği, adada MHP uzantısı parti ve hareketlerin “konuşlandırılması” bu tükenişin ve anlamsızlığın kanıtıdır. Denktaş’ın ve Ankara’nın “haznesinde” görüşmeler için herhangi bir önerinin bulunamayışı da öyle.
Yine de Kıbrıslıtürkler arasında, özellikle Türkiye’den adaya göç etmiş hatırı sayılır nüfusa karşı tuhaf ve “şımarık” bir milliyetçiliğin başgöstermeye başladığı saptanabilir. Buna YBH gibi hareketler “yurtseverlik” filan deseler de sonuçta bir Kıbrıslıtürk “yerliliği”nin kısır bir onaylanışının ötesinde buna ne denmesi gerektiğini ben şimdilik bilemiyorum. Vurgu bazan dolaysızca bir “yabancı düşmanlığı” üzerindeymiş gibi geliyor ve Kıbrıslıtürk nüfusun kozmopoliten kültürel şanslarıyla pek uyuşmuyor. Her şeyi örten kesif dumanlar varken (özellikle İsrail-Filistin ve ABD’nin Irak politikaları bölgeyi tam anlamıyla kapsamış haldeyken) Kıbrıslıtürk solunun (ki Türkiye’dekinden daha “hakikatli”dir) bu türden bir “milliyetçiliği” işlemeye başlaması olsa olsa üzüntü verebilir. Sonuçta adadaki nüfus yapısını değiştirmek 1974 sonrası resmî Ankara-Denktaş politikasıdır ama kaçınılmaz kültürel-ekonomik-sosyal uzantıları ve sonuçları vardır.
Kıbrıslıtürk solu o kadar ilginç bir pozisyondadır ki, hukuken Türkiye’dekinden daha özgür olduğu halde, Ankara’nın ve Ordu’nun yönetimdeki o “kısadevre” ağırlığı nedeniyle hiçbir adım atamamaktadır. Kuzey Kıbrıs’ta vicdan özgürlüğünden sendikal haklara varıncaya kadar her şey sanki Türkiye’nin oldukça ilerisindedir ve mesela Avrupa Birliği’ne Güney ile birlikte dahil olmanın önünde en azından bu türden yapısal-hukuki engeller yok gibi görünmektedir. Oysa bu özgürlükler demeti bir sözde-olgu derecesine itilmiştir. Bugün UBP hükümeti ile Ankara-Denktaş politikaları arasında tuhaf bir gerilim hâla var. Ordu karşısında partilerin, hattâ parlamentonun varoluşu anlamsızlığını hâla sürdürüyor. Her şeyin “tıpkı Türkiye’deki gibi” olduğu bir Kuzey Kıbrıs epeydir tasarlanmış ama galiba “elde patlamış” bir projeydi. Kıbrıslıtürk varoluşunun demokratikleştirilmesi ancak Güney Kıbrıs’a geçerek gerçekleştirilebiliyorsa solun Türkiye’deki görevlerinden biri de en azından bu soruna dair bir iki fikre sahip olmaktır. Kuzey Kıbrıs’ta hukuken geniş olan haklar Ankara-Denktaş rejimlerinin baskısı altında bir hiçtir ancak sanki orada, öyle uzakta “duruyor” gibidirler. Sol içi tartışmalar en azından Türkiye’dekinden daha canlıdır: üstelik Avrupa Birliği, Küreselleşme, Irak, Filistin gibi konularda ÖDP, EMEP gibi Türkiye Solu’nun aksine en azından bir iki fikre sahip gibi görünüyorlar...
Buna karşın Türkiye Solunun Kıbrıs meseleleri hakkında herhangi bir fikri yok ve bu konumu Kuzey Kıbrıs’ta gerçekten ne olup bittiğinden asla haberdar olmayan resmi-gayrıresmi ve büyük Türkiye medyasıyla eş ölçüde paylaşıyor gibiler. Mesela “Türkiye partisi” olmak sloganını seçim kampanyasında kullanmaya yeltenecek HADEP-DEHAP’ın acab Kıbrıs meselesi konusunda en ufak bir fikre ya da öneriye sahip olup olmadığını şimdilik anlamamız imkânsız görünüyor. Oysa Türkiye solunun Kıbrıs vakasından öğreneceği çok şey var...