Mesele elbette AKP’nin ne kadar muhafazakâr ya da ne kadar demokrat olduğunu tespit etmek, yahut muhafazakâr demokrat bir parti sayılıp sayılamayacağı değil; AKP’nin “ne olduğuna” ilişkin olarak sürdürülen tartışmaların, aynı iştiyakla “ne yaptığı” konusunda gerçekleştirilmemesi. Ayrıca AKP’nin, kendilerini böyle adlandıranların varlığını kabul ederek söylersek, muhafazakârların talep ettiği düzeyde muhafazakârlık, demokratların talep ettiği düzeyde de demokratlık yapmayacağı, yapmadığı açık.
Son tartışmalar, AKP’nin hem muhafazakâr hem de demokratik taleplerin ‘muhtevasını’ belirlemeye yönelik bütüncül bir müdahele istemine, yâni bir iktidar histerisine kapıldığını gösteriyor.
AKP’nin birdenbire kendisini muhafazakâr demokrat bir parti olarak ilân etmesinde şaşılacak ne var? Soruyu başka türlü sormayı deneyelim; aynı parti kendisini, ‘laik’, ‘milliyetçi’, ‘sosyal demokrat’ ilân etseydi şaşırmamız gerekir miydi? AKP’nin bu kavramların herhangi birisiyle kendisini tanımlamasının önünde herhangi bir engel var mı? Hükümetin bir yıllık icraatı içerisinde, AKP’ye ilişkin aşağı yukarı bütün nitelemelerin doğrulanabileceği, bütün bu nitelemelerin emilebileceği gevşek ve yaygın bir uygulamalar dizisi mevcut değil midir? TÜBİTAK Bilim Kurulu üyeliğine, Türk Ocakları Derneği Genel Başkanı Nuri Gürgür’ün atanması, mesela, nasıl anlaşılmalıdır? TÜBİTAK konusunda bütün o gerilimler, Cumhurbaşkanı’yla ‘sertleşmelerin’ amacı Nuri Gürgür’ü oraya atamak olmuştur o vakit. Bu örneğe bakarak YÖK konusunda neler yapılabileceğini tahmin edebiliriz. Aydınlar Ocağı gibi etkisi minimalize olmuş bir örgüt içerisindeki kapışma, AKP’nin bu yeni kimlik bildirimiyle birlikte geleneksel sağ siyasî tabaka ve entelijansiyayı teslim almaya yönelik hamlesinin bir ürünüdür. Bu bakımdan, AKP ve muhafazakâr demokrasi kavramı üzerinde süregelen tartışmalar, bu kavrama ilişkin bir bilgilenme sunmak yerine, AKP’nin neyi yapmaya karar verdiğini, yahut aynı düzeyde neyi yapmamaya kararlı olduğunu göstermek açısından anlamlıdır. AKP gibi esas oluşumunu siyasal değil, toplumsal dinamiklerden alan, bu toplumsal dinamikler değiştiğinde de direnecek siyasî mukavemeti bulunmayan partilerin kendilerine bir kimlik edinmeye karar vermesinde şaşılacak bir şey yok. AKP tabanını ve daha geniş seçmen kitlesini bu kimlik arayışının ilgilendirdiğini düşünmek için de herhangi bir gerekçeye sahip değiliz. Velev ki, yaklaşan mahalli seçimler dolayısıyla AKP örgütleri, “seçmene gideceğiz, giderken bir kimliğimiz olsun” talebinde bulunmuş olsunlar. Sonuçta aynı yollardan daha önce geçmiş bir tecrübenin sahibi olarak ANAP Genel Başkanı Nesrin Nas’ın dediği gibi, pek de yeni olmayan ve ANAP’ın durumuna bakarak, eninde sonunda akim kalacağı muhakkak bir teşebbüsün varlığı söz konusudur. AKP’nin bu açılımının, ‘merkeze’ ilişkin kapsayıcı bir perspektif sunduğu tezi de izah edilmeye muhtaçtır. Zayıf siyasallıkla malûl toplumlarda, ‘merkez’, ancak siyasî hegemonyaya ve taşıyıcılarına eklemlenmeyi amaçlayan ekiplerin hedefi olabilir; Türkiye’de, ‘merkez’, “mutedil siyaset”, “aşırı uçlara savrulmama” gibi tekerlemelerin siyasî iktidarların duyması amacıyla sık sık dile getirilmesi, açık ya da örtük bir “hizaya gelin” çağrısıdır. Bu sadece Türkiye için geçerli bir olgu değildir; Batı Avrupa parlamenter demokrasisi içerisinde de, ‘merkez’ benzer bir işleve sahiptir aslında. Federal Almanya’da, bütün siyaseti geçersiz kılan ve toplumun Amerikanizasyonu sürecini tamamlayan, “Büyük Koalisyonun” nereye oturduğunu hatırlayalım mesela.
Gerçekte AKP’nin görünür iki ideologu Ömer Çelik ve Yalçın Akdoğan’ın muhafazakâr demokrasi üzerine yazdıkları, bu konudaki tartışmaları gereksiz kılacak bir açıklık arz etmektedir ve anlaşıldığı kadarıyla, AKP’nin kendisini tanımlamak için uygun bulduğu bu kavram, ideolojik olmaktan çok, işlevseldir ve bu nedenle kavramın, “muhafazakârlık tarafına mı yoksa demokrasi tarafına mı ağırlık verileceği” sorusunun eklektizm olarak yaftalanması anlamlıdır. Çelik için, “Muhafazakâr demokratlık”, “bu ikilemin dışında, toplumun derinliği ile değişimi organik biçimde buluşturan bir siyasal tutumdur” (Sabah, 11 Ocak 2004). Akdoğan, parti ideolojisinin kitleler, dönüşümler tarafından yapılabileceği, böylece “masa başında oluşturulan” bir literatüre bağlı kalınmayacağı kanaatindedir ’(Yeni Şafak, 12 Ocak 2004). Her iki isim için de bu kavramın tarihsel bağlamının ne ifade ettiği önemli değildir; bu kavram işlevseldir ve işlevsel olduğu ölçüde de kullanılmasında bir mahzûr yoktur (aşağıda bu işlevselliğin içerdiği siyasî tutuma değineceğim). Doğru, ortada “akademik bir tartışma” yok; CHP, nasıl ‘sol’ bir parti olabiliyorsa, AKP de ‘muhafazakâr demokrat’ bir parti olabilir. CHP nasıl, “toplumun derinliğine ve değişime” gönderme yaparak, sol bir parti olduğunu haklılaştırabiliyorsa, AKP’ de aynı derinliğe ve değişime gönderme yaparak muhafazakâr demokratlığını haklılaştırabilir. Kavramsal sahiplenme ve tutarlılık, bunlar dolayımıyla oluşması gerekli siyasî tutumlar konusu CHP’yi ilgilendirmiyorsa, bu kavrama sahip çıktılar diye, AKP’nin ‘muhafazakâr’ ya da ‘demokrat’ taleplere kulak vermesini gerektirecek nesnel bir zorunluluk bulunmamaktadır. Sonuç olarak AKP, muhafazakâr demokrat değil, başka bir şey de olabilirdi, kendisini bu kavramla değil, başka bir kavramla da adlandırıyor olabilirdi ve o zaman bu tartışmayı başka bir zeminde gerçekleştiriyor olacaktık. ‘Liberal demokratların’ çatır çatır sürgün kararnameleri çıkarttığı, devleti küçültüyoruz diye, neredeyse iki katına çıkardıkları, savunma harcamalarını ‘sivilleşme’ dürtüsüyle maksimuma taşıyan bir ülkede yaşamadık mı? ‘Literatür’, parti ideologlarını ne kadar ilgilendirir, bunu bilemeyiz, bilebildiğimiz, “ideolojiyi kitlelerin deviniminden ve dönüşümün kendisinden devşiren” hareketlerin sicilinin pek parlak olmadığı. Il Duce, mesela, kendi hareketini hep böyle tanımlamayı seçmişti.
AKP’nin bu kimlik bildirimine yönelik İslâmcı eleştiriler, partinin muhafazakârlığı konusunda bir kuşku belirtmiyor sadece; AKP’yi iktidara taşıyan bir sürece katılan ve herhalde katkıda da bulunduğuna inanan entelijansiyanın AKP’nin savruluşundan duyulan endişeyi de gösteriyor. Muhafazakâr demokratlığa en sert eleştirilerin Yeni Şafak gazetesi yazarlarından gelmesi, AKP’nin dayandığı toplumsal tabaka içerisinde bir hoşnutsuzluğun şekillenmeye başladığının işaretidir. Buna rağmen, bu hoşnutsuzluğun yatıştırılması ya da giderilmesi yönünde adımlar atılacağını sanmak, safdillik olacaktır. YÖK, Kur’an Kursları vb. konulardaki geri çekilme, korkunun değil, ancak bir stratejiyle ilgili olabilir. Bu strateji, toplumdan, muhafazakârlıktan ve demokrasiden önce gelir. AKP’nin toplum ve toplumu şu ya da bu biçimde temsil eden kurumlarla ilişkisiyle, mesela ordu ve burjuvaziyle ilişkisi arasında sadece ‘muhabbet’ farkı yok; aynı zamanda bir ‘düzey’ farkı da var. Erdoğan’ın en samimi pozu, Aydın Doğan’la. Çoğu ‘müteşebbis’, Maliye Bakanı’nın çok iyi temsil ettiği gibi, ‘yatırımcı’ bir siyasî kadro var AKP’de. Sağda solda yayımlanan beyanlarına bakıldığında, tercihlerinin genellikle, siyaseti ortadan kaldırmaya yönelik bir teknoloji/hizmet anlayışının etrafında yoğunlaştığı görülecektir ve nitekim, iktidarının üzerinden bir yıl geçmiş olmasına rağmen, AKP’nin uyguladığı politikaların, kendisini iktidara taşıyan kitlelerin nesnel durumlarında herhangi bir iyileşmeye yol açmaması, sadece bir süreç sorunu değildir, öncelikle bu ‘tercihin’ bir sonucudur.
Gelelim kavramın işlevselliğine. AKP muhafazakârlığının geleneksel sağ muhafazakârlıktan ilke olarak ayrıldığı yerin, bu muhafazakârlığın kültürel boyutunun öncelikle dinsellik tarafından belirlenmiş olmaklığı gerekir. Ancak AKP iktidarının başından beri sürdürdüğü, “mutedil siyaset”, toplumsal talep kaynağının dinsellik boyutunun öne çıkmasına sıcak bakmamaktadır. Bu taleplerin dinlenmesi bile, AKP’yi, Ömer Laçiner’in belirttiği gibi, “henüz hazır olmadığı” (belki de hiç hazır ‘olmayacağı) bir sıcak çatışmanın tarafı yapabilir-AKP yönetiminin fikri bu. Erbakan’ın yenilgisi, bu nedenle, AKP’nin seçim başarısından bile daha önemlidir. AKP, kendisini rahatsız edecek bir ‘çıkıntıdan’ daha yolun başında kurtulmuştur. Gerisi, AKP’nin sağ merkezden devralmaya niyetlendiği ve hayatiyet taşımayan, kolaylıkla ‘idare’ edilebilen talepler olacaktır. Burada, muhafazakârlık talebi, tütün ve çay taban fiyatı talebinden daha şedid değildir ve zaten siyaset konusunda suya sabuna dokunmamaya kararlıdır.
AKP’nin demokrasi performansını belirleyen, Türkiye’de mümkün bir demokratik sürecin ve kurumların oluşması, insan hakları ve özgürlükleri konusunda radikal adımların atılması istemi değildir. AKP’nin demokrasi ufku, AB üyeliğinin kolaylaştırılması amacıyla mukayyeddir. Bu nedenle, demokrasinin çoğunlukla bir kanunlar dizgesi biçiminde algılanması rastlantı değildir. Üstelik, “uyum kanunları” yürürlüğe girer girmez, geleneksel devletçi ve bürokratik reflekse de müracaat etmekten çekinmeyen, ‘yönetmeliklerle’, ‘uygulama esasları’yla bu kanunların, alenen içinin boşaltılmasından utanmayan bir algıdır bu. Kanunların va’zettiği uyumun, Türkiye’deki bürokratik tasalludun bulmakta güçlük çekmeyeceği bir engellemeler pratiğiyle millî birlik ve beraberlikçi siyasal tahayyüle kurban edilmesi bir hükümet politikası olarak belirginlik kazanmaktadır. İçişleri Bakanlığı’nın, valilikler esasında kurduğu birimlerle, yine de toplumun ‘gözetlenilmesi’ amacından sapmayan otoritaryen tutumu, muhafazakâr demokrasinin nasıl uygulanacağı konusunda bir fikir vermektedir. AB üyeliği, elbette Türkiye’deki demokrat süreç ve kurumların işleyişine ve süreklilik kazanmasına olumlu katkılar yapacaktır ve elbette “AB üyeliği için yapılıyor” gerekçesiyle AKP’nin attığı adımları eleştirme ya da beğenmeme lüksüne sahip değiliz. Ne var ki, AB’nin bu türden bir araçsallaştırımı, ki bu demokrasinin de araçsallaştırımını içermektedir aslında; ayrıca hem Avrupa hem de demokrasinin sahici bir algılanımının bulunmadığını da gösterir. Bu konuda, toplumun bütününe yayılan sinik tutum nedeniyle sadece AKP’nin eleştirilmesi haklı bir tavır değildir; yine de bu sinik tutumla yüzleşmek yerine, onu yedeğine alan, bu sinik tutumu besleyip büyüten milliyetçi hissiyata müracaat etmeyi alışkanlık hâline getiren ve bu alışkanlığını, bir meşrûiyet güvencesi olarak sunan bir siyasî iktidarın hedefleri konusunda tetikte durmak gerekir.
BİR, İKİ, DAHA FAZLA DENKTAŞ
AKP iktidarının ilk günlerinde, Kıbrıs’ta “çözümsüzlüğün çözüm olmadığı” yolunda dile getirilen düşünceler karşısında Cumhurbaşkanı’nın neler düşündüğü sorulduğunda, sözcü, kendisine ve konumuna yaklaşan bir ciddiyeti koruma edasıyla da olsa tebessümünü gizlemeden “Kıbrıs’ın ‘millî bir mesele’ olduğunu ve bu konuda Cumhuriyet hükümetlerinin farklı davranmayacağına” inanıldığını vurgulayacak; Denktaş, Ankara’daki oluşan yeni havayı, neredeyse kendi hayat hikâyesiyle özdeşleştirdiği Kıbrıs mücadelesinin değişik aşamalarında bu tür ‘sürprizlerin’ ortaya çıkmasına alışık olduğunu, ancak hepsiyle başettiğini göğsünü gere gere ilân edecekti. Doğruydu, Denktaş’ın Türkiye’de ve hattâ dünyada altedemeyeceği bir siyasetçi bulmak zordu. Nitekim Annan Planı’nın açıklanmasıyla birlikte uzun müddet ne yapacağı konusunda açık bir tutum sergileyemeyen AKP, bir gece yarısı, yeni milletvekili olmuş Genel Başkanı’nın ağzından, “Annan tarafından kandırıldıkları” itirafıyla sözcü ve Denktaş’ı haklı çıkaracak bir pozisyona doğru geri savrulacak, dahası, seçimlerden takiben CTP-DP koalisyon hükümetinin kurulmasından sonra Denktaş ve Erdoğan “tam bir mutabakata” vardıklarını, aralarında bir görüş ayrılığı bulunmadığını deklare edeceklerdi. AKP’nin bir taraftan içerdeki “millici güçlerin” Kıbrıs üzerindeki baskısını hafifletmeyi diğer taraftan aynı konuda AB’nin isteklerini yerine getirmeyi amaçladığı, dolayısıyla mesafe almasının güç olduğu yolundaki soğukkanlı değerlendirmeye hak vermek mümkün olsa bile, AKP’nin ve Erdoğan’ın, millî çıkarlarla, bu çıkarları kuşatan şartlar arasında rasyonel bir ilişki kuramayan geleneksel milliyetçi tavra teslim olmadığını düşünmek yanıltıcı olacaktır. Üstelik, neredeyse bir referandum havasına giren 14 Aralık Seçimleri sırasında AKP, perde arkasında kanlı bıçaklı olduğu millici güçlerle, bu güçlerin kamuoyundaki temsilcisi akademisyen ve danışman topluluğuyla işbirliğine gitmekte beis görmemiştir.
AKP’nin Kıbrıs meselesini, yürürlükteki millî güvenlik pratiklerinin dışında kavradığını gösteren hiçbir somut işaret yoktur. Meselenin taşıdığı uluslararası ehemmiyetin iyi anlaşıldığı da söylenemez. Türkiye, kendisine ‘derinden’ bağlı entelijansiya, akademisyen ve hariciyeciler topluluğu aracılığıyla ve ağzından, bir devlet kurarak hukuken ve fiilen ihlâl ettiği Londra ve Zürih Antlaşmalarına herkesin uymasını talep etmektedir, oysa adanın kuzeyindeki devlet durdukça ve Türkiye’nin adadaki askerî varlığı sürdükçe bu talebin dile getirileceği meşrû hiçbir zemin bulunmamaktadır. Eski Dışişleri Bakanı Yaşar Yakış’ın çocuksu bir saflıkla belirttiği gibi, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin AB üyeliği süreci tamamlandığında, Türkiye’ye düşecek olan, AB topraklarında ‘işgâlciliktir.’
Kıbrıs’ta yaşayan insanların nasıl bir çözüm istediği ise AKP’nin umrunda değildir. Kıbrıs’ta 30 yıldır Türkiye ortaklığıyla zenginleştirilen mutlu bir azınlık dışında, aralarındaki siyasî çelişkiler ne kadar derin olursa olsun bütün toplumun yaşadığı karamsarlık ve belirsizlik duygusu, Kıbrıslıtürkleri Türkiye’ye karşı en iyimser bir söyleyişle, daha da ‘bilemektedir.’ Şimdiye kadar Türkiye’ye karşı gösterilen geleneksel, sinik ‘kurtarıcımız, anavatanımız’ tutumu bile, Lefkoşa İnönü Meydanları’nda yapılan mitinglerde mezara gömülmüştür. Altemur Kılıç ve benzeri değerli bir heyetin şenliklendirdiği bir televizyon programında, Mehmet Ali Talat ve o zaman TKP Başkanı olan Mustafa Angolemli’nin, Türklüklerinin sigaya çekilmesi sırasında, eski Ülkü Ocakları Derneği Genel Başkanı Azmi Karamahmutoğlu bile dayanamayarak, olaya müdahale etmiş, ‘bu’ tutum yüzünden, Türkiye’nin Kıbrıs’ta “sokağı kaybettiğini” itiraf etmiştir. Bütün bunların Kıbrıs konusunda bir ‘açılım’ arayışında olduklarını belirten AKP’nin ilgisini çektiği düşünmek için hiçbir neden yok. Nitekim Erdoğan, Annan Planı’yla başlayan sürecin içerisinde, Kıbrıs’ta yaşayan insanların çeşitli nedenlerle göç etmek ve Güney’de çalışmak zorunda kaldıkları yakınmasına, kendilerinin, Kıbrıs’ın “insan ve emek gücü ihtiyacını hemen karşılayabileceklerini” söyleyebilmiştir. Aralık’taki seçimler sırasında, Türk hükümetlerinin geleneksel tutumunu sürdüren AKP, seçim sonucunu bilerek ve isteyerek etkilemiş, UBP’nin kazanması için açık ve örtük desteğini esirgememiştir. Bu konuda esas belirtilmesi gereken, Kıbrıs’ın AKP’nin kendi siyasal iktidarının kurumsallaşması konusunda yegâne strateji olarak belirlediği AB üyeliği zaviyesinden ‘önemini’ korumakta oluşudur. Eğer AB üyeliği gündemde değilse, AKP için Kıbrıs gibi bir mesele olmayacaktır.
Aslına bakılırsa Kıbrıs konusunda sadece AKP’ye ait değil, bu kafa karışıklığı; devlet, burada ordu ve dışişleri bürokrasisi, Kıbrıs’ta çözüm ya da çözümsüzlüğün maliyetinin neler olabileceği konusunda kendisini rahat hissetmiyor. Türkiye, gerek bizzat kendisinin çiğnediği antlaşmalara müracaat edereek gerekse açıkça ‘efelenerek’ güneyin adanın bütünü adına Kıbrıs Cumhuriyeti olarak AB üyeliğine girişine engel olamadı. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (Louzidu ve Ahmet Cavit An örneklerinde görüldüğü üzere) verdiği kararlar hem Türkiye’nin Kıbrıs’ta olup bitenlerden sorumlu görüleceğini belgeledi hem de adadaki varlığını kendi istediği gibi sürdürmesinin önemli bir bedelinin olacağı uyarısını da yaptı. Türkiye’de Annan Planı konusunda devlet katında beliren yumuşama, bu uyarının en azından ‘işitildiğini’ gösteriyor. Öte yandan AKP iktidarı, Annan Planı dışında, uluslararası camiada kabul edilebilir tekil bir girişim şansının kalmadığını da anlamışa benziyor. AB yolundaki takvimin dayatması, önemli bir tutum değişikliğine yol açtı. Ancak, önce Abdullah Gül, Denktaş’ın görüşmecilik statüsünün sürmesi gerektiğini söyledi, sonra da Erdoğan, Denktaş’la ‘anlaştıklarını’ deklare etti. Çözüm girişimini, bu türden girişimleri baltalama üstadı Denktaş’la başlattığına inanmak -üstelik bu sefer Dışişleri Bakanı olarak oğlunu da yanına katarak-, bir AKP yanılgısı değildir; partinin Türkiye’deki bütün siyasal tutumuna da yapışık sinizminin Kıbrıs konusunda da sürdürülmesidir. Bir taraftan Denktaş’ı orada tutarak, “Kıbrıs’ı satmıyoruz”u göstermek, diğer taraftan CTP önderliğinde Mayıs’a kadar çözümü istemek..
Kıbrıslıtürklerin iradesine saygı gösterilmesi ve bu iradenin Kıbrıs’ın kaderinde etkili olması gerektiğini düşünenler açısından, vurgulanması gereken en önemli konu adanın kuzeyinde 14 Aralık seçimlerinden sonra ortaya çıkan tablodur. Tabiatıyla bu tablo öncelikle Kıbrıslıtürkleri ilgilendirmektedir ve çözüm olsun ya da olmasın adanın ve muhtemel bir barışın en önemli sorunu olarak kalacaktır. Kıbrıslıtürkler, ganimet/mülkiyet/güvenlik üçlüsüne bağlı olarak bölünmüşlerdir ve bu bölünme adadaki, Kıbrıslıtürklerin deyişiyle, ‘istatükonun’ en önemli ögesi hâline gelmiştir. Türkiye’nin adadaki varlığı ve göçmen nüfus, kuzeyde olup biten her şeyi açıklamak için yeterli değildir. Kıbrıslıtürkler açısından mülkiyetin, ganimetin ve güvenliğin sağladığı yararların nasıl bir toplumsal ve siyasal düzenle sonuçlandığı anlaşılmadan daha fazla yol alınması mümkün gözükmemektedir.
AHMET ÇİĞDEM