Annan Planı ve Medya

Eğer üşenmez de aylardan beri tartışılan, hakkında birbirinden bu kadar farklı yorumlar yapılan Annan Planı acaba nedir diye bir çabaya girişir ve son aylarda Türkiye basınında bu konuda çıkan yazıları tararsanız, karşınıza yanıtlanması zor bir soru olarak ilk çıkacak olan şu: Bu planı gerçekten görüp okuyan gazeteci-yazar sayısı kaçtır?

Bunu düşünmenize ilk sebep olacak köşe yazarlarının Annan Planı’nın kaç sayfa olduğu hakkında verdikleri rakamlar. Bu planı okuyup, anlayarak bizleri plan lehinde ya da aleyhinde ikna etmeye çalışan köşe yazarlarına bakılırsa, plan 100 sayfadan başlayarak 140, 190, 200, 200 küsur gibi sayfa sayılarına ulaşıyor. Hattâ planın 100 bin sayfa olduğunu yazanlara rastlamak da mümkün. Demek ki ilk önce şunu çözmeliyiz: Ortada birden fazla Annan Planı dolaşıyor olabilir mi?

Bize bunu tek düşündürten aynı metin üzerine çıkarım ve iddialarda bulunan insanların okudukları metin sayfa sayısı konusunda anlaşamamış olmaları değil sadece. Örneğin, planın en çok tartışılan konularının başında, anladığımız kadarıyla olası bir anlaşma sonrası göç etmek zorunda kalacak olan Türkler geliyor. Burada da kesin olan sadece şu: Bir miktar Kıbrıslı Türk göç etmek zorunda kalacak. Doğal olarak sorulacak soru da şu: Kaç kişi? Diyelim ki Aralık ayı içinde bulabildiğimiz kadar gazeteye şöyle bir göz attık: 2 Ocak günü Hasan Pulur Milliyet’teki köşesinde bize bu bilgiyi veriyor; 100 bini aşkın kişi göç edecekmiş... Ancak, 4 Aralık’ta Yalçın Doğan, Hürriyet’teki köşesinde bu sayının 70 bin olduğunu yazmış. Bir gün sonra aklımız iyice karışmaya başlıyor, çünkü aynı gazetenin bir diğer yazarı Sedat Ergin’e göre göç edeceklerin sayısı 40 bin... 9 Aralık gününün Cumhuriyet gazetesinde Özgen Acar, Sedat Ergin’le aynı fikirde, en azından iki kişi aynı sayı üzerinde uzlaşmış oldu. Ama, aynı günkü Ortadoğu gazetesi meseleyi çok vahim bir noktaya çekmiş. Gazetenin yazarı Taylan Sorgun, 200 bin kişi göç edecek diyor. Ama bu galiba Kuzey Kıbrıs’ın tüm nüfusu. (Niye “galiba” olduğuna ileride değinilecektir.) Geldik 13 Aralık gününe ve bakıyoruz Dünden Bugüne Tercüman gazetesine. Yalım Eralp, 60 bin kişi göçmen olacak demiş. 22 Aralık tarihli Radikal gazetesinde Gündüz Aktan’dan aldığımız bir diğer rakamsa; 100 bin civarı... Aynı gazetenin bir diğer yazarı Yiğit Bulut’un 30 Aralık tarihli yazısına inanırsak şayet, bu kez göç edecek insanların sayısı 55 bin...

Buradan çıkarılabilecek sonuçlar ne olabilir:

1. Annan Planı denilen metin okuyan herkesin kendi içdünyası uyarınca yorumlayabileceği soyut bir edebi metin gibidir.

2 . Bu konuda yazı kaleme alanların hiçbiri bu metni tam olarak okumamıştır...

3. Okumadıkları için doğruyu bildiğine inandıkları bir başka kişinin verdiği rakamlara inanmaktadırlar...

4 . Eğer öyleyse bu bilgileri verenler kimlerdir?

“BİR GAZETEYİ BATIRMAK İSTERSEN...”

Aslına bakılırsa, Türkiye basını için Kıbrıs’ın AB süreci vesilesiyle bu kadar gündeme gelmesi, ardından son Kıbrıs seçimlerinin bir nevi referanduma dönüşerek ilgilenilmesi zorunlu bir hal alması hem alışılmadık hem de pek de arzulanmayan bir durumdu. Çünkü nereden bakarsanız bakın 1974’teki harekatı izleyen yıllarda gazetelerin üst üste üç Kıbrıs manşetiyle çıktığı pek vaki değildi. Hattâ bazen köşelerde de yer alan bir kuralı vardı Türkiye basınının: Bir gazeteyi batırmak istersen, üç gün üst üste Kıbrıs manşeti at! Ancak tarih farklı aktı ve Türkiye gazeteleri kendilerine şiar edindiklerini yasaları mecburen çiğnemek zorunda kaldılar. Arzulanmama sebebi de şu olabilir; Kıbrıs bunca yıl sonra ilk defa ülkenin birinci gündem maddesiydi ve gazete köşelerinde ciddi bir saflaşma/kamplaşma vesilesi olmuştu. Dolayısıyla, uzak durmak mümkün değildi. Ancak bu kadar zaman gözardı edilmiş, üzerine okunmamış, düşünülmemiş bir konu olduğundan -sonuçta müşterisi olmayan bir konuyu öğrenmeye çalışmak bir vakit kaybıydı- aradaki açığı kısa bir sürede kapatmak da pek mümkün değildi.

Buraya almaya sayfalar yetmeyecek kadar çok sayıda yazar Güney Kıbrıs’ın Garanti Anlaşmaları uyarınca Türkiye’nin ve Yunanistan’ın aynı anda üye olmadığı bir uluslararası kuruma aslında katılamayacağından başlayarak, KKTC’nin uluslararası hukuka göre konumunun ne olduğu hususunda görüşlerini belirttiler. Atıfta bulundukları; Kıbrıs hakkında yazılmış birçok kitabın sonuna ek olarak alınmış olan, ayrıca internette herhangi bir arama motoru sayesinde şıp diye bulunup çıkışı alınabilen Garanti Anlaşması’nı da okumadıkları konusunda çeşitli şüpheler yarattılar.

Yine de haksızlık etmemek lazım. Öyle ya da böyle Türkiye basını kendisini aşıyordu aynı zamanda. 90’ların başından itibaren Rauf Denktaş ve Kıbrıs’taki Türk yönetimi hakkında tersten bakan yazılar az sayıda köşe yazarı tarafından tek tük dile getirilmiş olsa da ilk defa bu yoğun bir şekilde “milli dava” ve onun kahramanı Denktaş sorgulanır olmuştu.

Ve birden ülkenin en büyük çelişkisi bu küçük ada oluverdi...

Seçimler vesilesiyle Ada’da kamp kuran basın mensupları çoğu zaman Mars’a gidip her gördüğüne şaşıran astronotlar edasındaydılar. “Burada futbol ligleri var” diye şaşırdıkları da oldu, Kuzey’de yaşayan bir İngiliz’in Annan Planı’na karşı olduğunu göstererek çözüm karşıtlığı yaptıkları da... Sokaktan herhangi birini çevirseler, Kuzeyde yaşayan yabancıların neden Denktaş’ı desteklediklerini hemen öğrenebilirlerdi oysa: Çözüm olursa Kuzey’de pound karşısında çok değersiz olan Türk lirası değil, euro kullanılmaya başlanacaktı. (Bu aynı zamanda, Kıbrıs gazetelerine çok yansımış bir konu.)

İlk başlarda, siyasî partilerin isimleri ve hangi siyasî anlayışı temsil ettikleri bilinmediğinden ufak tefek hatalar da olmadı değil. 30 Kasım günü Milliyet’te bir başlık şöyleydi: “Denktaş’ın partisi UDP önde...” Seçim haberleri sırasında seçim bölgeleri için “il” tanımlaması kullanıldı bol bol. Bunların bölge isimleri olduğunun farkında değillerdi, çünkü Kuzey Kıbrıs’ta il olmadığını da bilmiyorlardı.

“AKDENİZ’İN CASTRO’SUDUR O...”

Çelişki Kıbrıs olunca, basın da iki kampa ayrılıverdi. Bir tarafta sol ve sağ liberaller ile muhafazakâr ve İslâmi kesimin bir kısmı birleşti. Karşı taraf ise daha şenlikliydi. Kendilerine “ulusal sol” adını veren Kemalistler, İşçi Partililer, CHP’liler, milliyetçi - muhafazakârlar ve İslamî kesimin -özellikle de kalbi AKP’den ziyade Saadet’ten yana olanları yandaş oluverdiler. Önümüze iki seçenek sunuldu böylece: “Annancı olmak ya da Denktaşçı olmak...” Bu iki kesimden “Annancı” olanlara göre, AB yolunda tek şansımız Kıbrıs’ta bir çözüme ulaşmamız gerektiğiydi. Kimileri kırmadan, kimileri yekten cephe alarak Rauf Denktaş’ın artık miyadının dolduğunu dile getirdiler. Hattâ bu işin bu noktaya kadar gelip tıkanmasının en büyük müsebbibi de Denktaş’tı ve sadece kendi toplumunun değil, koskoca Türkiye toplumunun da geleceğiyle oynuyordu.

Türkiye toplumu gerçekten hafızası güçlü olmayan bir insanlar topluluğu olduğundan mıdır nedir, kimse bu liberal kalemlerin çok değil daha iki yıl öncesine dek yazdıkları Denktaş güzellemelerini çıkarıp ortaya koymadı.

Karşı cenahın ‘sol’ olan kesimine bakılırsa, ortada emperyalizme karşı bir savaş vardı, hattâ Attila İlhan gibi yazarların dediğine bakılırsa, Denktaş adeta Akdeniz’in Castro’suydu. Denktaşçı cephenin aslında en tutarlı kesimi milliyetçi - muhafazakâr olanları, zira yıllardır ne söylüyorlarsa yine onu söylediler: Servet Kabaklı’nın Tercüman’da sık sık dile getirdiği gibi “Türklüğün kahramanı bir bayrak adam”dı Denktaş... İki kesimin tartışmasında mesele de aslında Kıbrıs’ın ne olacağı değil, Türkiye’nin ne olacağıydı.

Denilebilir ki; peki bir de Kıbrıslılar var, onlar ne karar verecek, kendi ülkeleri ve gelecekleri hakkında? Elbette ki, 70 milyonluk Türkiye’nin ve hattâ koskoca Türk dünyasının olduğu yerde, yazarlarımızın sayısı konusunda yine çelişik rakamlar verdiği bir avuç Kıbrıslı seçmenin karar veremeyeceği kadar önemli bir meseleyle karşı karşıyaydık:

Kıbrıs dediğin nedir ki, bir avuç toprakla bir avuç insan; oldu olacak 120 bin seçmen var, bir kasaba bile değil, bir mahalle... (İlhan Selçuk, Cumhuriyet, 9 Aralık)

Kıbrıs’ı verirsek AB bize gelecek yılın aralık ayında müzakere tarihi verecek mi? Hayır hiçbir garantisi yok. Verdiğimizle, hibe ettiğimizle kalacağız. (...) Son kararı Türkiye Cumhuriyeti mi yoksa yaklaşık 140 bin seçmen mi verecek? (...) Bir stadyum dolusu insandır. Bir ulusal davada son kararı onlar mı verecek, Türkiye mi? (Emin Çölaşan, Hürriyet, 26 Aralık.)

Elbette ki demokratik bir ‘meşgale’ olarak Kıbrıslılar oylarını kullanacak ama son sözü biz söyleyecektik. Sayısını tam bilemediğimiz bir avuç seçmen buradaki milyonlar yanında söz hakkına sahip olamazdı:

Yarınki seçim sonuçları ne olursa olsun hiç kimse ve hiçbir hükümet Kıbrıs’ı satamayacak. ‘Ver kurtul’ tezi AKP’de bile iflas etti. Birileri ceplerine AB pasaportu koyacak diye ulusal çıkarlarımızdan vazgeçecek değiliz. Medya bülbülleri istediklerini söylesin, yazsın, çizsin hiç fark etmez. Burada milyonlarca Türk insanı aslanlar gibi duruyor. (Emin Çölaşan, Hürriyet, 13 Aralık.)

Seçim sonuçlarının açıklanmasının ardından “neden böyle oldu?” hayıflanmaları ve “hasarın tamiri” için yol göstermeler ön plandaydı.

Anlamakta güçlük çektiğim hususların başında oraya 1974 sonrasında Türkiye’den giden, sayıları 60-70 bin olduğu sanılan Türklerin neden örgütlenememiş oldukları geliyor. Bugüne kadar belli temellere dayandıkları, Türklük değerlerini paylaştıkları farz edilen bu kesim ile ilgili bir çalışma yapıldığını da sanmam. Acaba bunlar millî görüşler etrafında toparlanamaz mıydı? Bu şimdiden sonra da olsa gerçekleştirilemeyecek bir düş müdür? Türkiye’den KKTC’ye gidenlerin, orada maddi olanaklardan yoksun olarak yeni bir yaşama başladıklarını düşünüyorum. Acaba hiç olmazsa yeni dönemde, onlara göreceli maddi destekler sağlanarak toparlanmalarına, böylece güvenilecek bir çekirdek oluşturmalarına yardım edilemez mi? Bu topluluk, doğma büyüme Kıbrıs Türklerinin, temiz ve hatasız bir siyasî geçmişi yanlarına alarak birleşebilecekleri ve yeni bir siyasî ağırlık oluşturacakları Kıbrıs gücü haline gelemez mi? (Mehmet Ali Kışlalı, Radikal, 16 Aralık.)

Kışlalı’nın yazısının başlığı bile çok şeyi anlatıyor aslında: “Kıbrıs’taki Türkler”! Yazar gayet net ifade ediyor, Kıbrıs’ta bir kendilerine güvenemeyeceğimiz, ayrıca yeteri kadar da “Türk” olmayan yerliler vardı, bir de bizim sonradan yerleştirdiklerimiz.

Bazı gazeteler hakaretamiz ifadelerde bulunmaktan da kaçınmayacaklardı:

“YAVRUM VATAN

Meğer yıllardır Yavru Vatan olarak bildiğimiz Kıbrıs’ın yarısı Rum meraklısıymış. Başlarına Rum yönetici istiyorlarmış. Biz de bu acı gerçeği seçim sonuçları açıklanınca gördük.” (Star, 16 Aralık.)

Star’ın aynı günkü sayısında Rauf Tamer sorumluluğunun bilincinde olarak bir tehlikeye işaret ediyordu: Başabaş biten seçim asla tekrarlanmamalıydı, çünkü;

...seçim tekrarlanırsa, böyle durumlarda düzen karşıtlarının hep kârlı çıktığı görülmüştür. Seçim değildi sanki bu. Adeta bir temayül yoklamasıydı. Orada topu topu 140 bin seçmen var. 3-4 ay sonra bir seçim yapılırsa gün farkıyla seçmenlik hakkını kazanacak 5 bin genç daha geliyor, dikkat. Rauf Denktaş; ‘Gençleri kandırdılar’ dediğine göre, bu 5 bin ‘taze genç’in siyasî yelpazeye nasıl dağılacağını hesaplamak zor değil. (Rauf Tamer, Star, 16 Aralık.)

Kuzey Kıbrıs’ın nüfusu ve seçmen sayısı hakkındaki farklı rakamlara değineceğimizi söylemiştik, şimdi sırası gelmiş olabilir. Kuzey Kıbrıs’ta kaç kişinin yaşadığı ve seçmen sayısının kaç olduğu tam olarak bilinemeyen ve gününe göre değişen bir “realitedir”:

“1990 yılında yapılan nüfus sayımının sonuçları hâlâ açıklanmış değil. Nüfusumuzu tam olarak bilmiyoruz. Nüfusun demografik yapısını da bilmiyoruz. CTP olarak ısrarla hükümetten özellikle 1990 seçimlerinden sonra kaç kişiye vatandaşlık verildiğini öğrenmek istiyoruz.” (O zamanki) CTP lideri Özker Özgür. (Nokta dergisi, 18-24 Temmuz 1993)

Seçimleri yerinde izleyerek gazetesi Cumhuriyet’e -içinde mutlak surette Kıbrıs’ta o anki hava durumu ve bunun kendisinde yarattığı ruh halini belirterek- yazılarını geçen Hikmet Çetinkaya şöyle diyordu:

Kış güneşi Girne’yi ısıtıyor. (...) Dün sabah Kuzey Kıbrıs’ta yayımlanan gazetelere bakıyordum... (...) Özker Özgür yazısında Türkiye’den asker-sivil bürokratların Kuzey Kıbrıs Türk toplumunun içişlerine sürekli karıştıklarını, kendilerine uygun politikacılara destek verdiklerini öne sürüyor... Elbette bu bir tartışma konusu olabilir! Şimdi bir soru: ‘Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti toplumu tek başına ayakta kalabilir mi?’ Ben dün yapılan seçimlerde Türkiye’den seçmene baskı yapıldığına tanık olmadım... (...) Lefkoşa’da soğuk bir gece başlıyor ... Gündüz güneş içimi ısıtıyor, gece ise üşütüyor... (Hikmet Çetinkaya, Cumhuriyet, 15 Aralık 2003.)

Ta Kıbrıs’a kadar gidip yerel basındaki yorumları aktarırken, iddia sahibi kişilerle konuşmamayı tercih eden sıradan bir muhabir olsaydı, muhtemelen ilk olarak Çetinkaya kendisini işten kovardı! İşin bu tarafı bir yana, bu bölümde alıntı yaptığımız yazarlarımızın Kıbrıs’ın nüfusu, seçmen yapısı ve de Kuzey Kıbrıs’ta seçimlerin demokratik bir şekilde yapıldığı konusundaki ‘iddialarına’ karşılık, kendilerine bir “çıkan kısmın özeti” yapmak da galiba farz olmuş durumda:

ÇIKAN KISMIN ÖZETİ

Çok geriye gitmeyip 1981’den başlarsak, o yıl yapılan Kıbrıs Türk Federe Devleti seçimlerine Rauf Denktaş’a muhalefet eden üç parti, Cumhuriyetçi Türk Partisi, Toplumcu Kurtuluş Partisi ve Demokratik Halk Partisi seçim sonrası koalisyon yapacaklarını açıklayarak girmişlerdi. Çoğunluğu da bu üç parti aldı. Ancak DHP lideri önce Türkiye Büyükelçiliği’ne çağrıldı, ardından da partisinden istifa ettiğini açıkladı. TKP’nin içindeki bazı “ayrık otları” da ayıklanınca, Denktaş’ın partisi Ulusal Birlik Partisi ile TKP azınlık hükümetine kapı aralanmış oldu. 5 Mayıs 1985’te yeni devlet KKTC’nin Anayasası oylandı. Seçmen sayısı 91 bin 810’du. Bir ay sonra cumhurbaşkanlığı seçimi yapıldığında seçmenlerin sayısı 94 bin 277’ye yükselmişti. 14 gün sonra milletvekilliği seçimleri yapıldı, bu kez seçmen sayısı 95 bin 124’tü. 1990 seçimlerinde seçim yasasını değiştiren iktidar, yüzde 34’ü geçen partiye her yüzde 1 için bir milletvekili fazladan verilmesi kuralını koydu. Muhalefet birleşerek Demokratik Mücadele Partisi adıyla seçimlere girdi. UBP yüzde 54, DMP yüzde 45 oy aldı. 50 sandalyeden 34’ü UBP’nin 16’sı muhalefetin oldu. Muhalefet protesto için milletvekili yeminini etmedi ve miletvekillikleri düşürüldü. 2000’deki cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Rauf Denktaş ve Derviş Eroğlu ikinci tura kaldılar. Başbakan Eroğlu’nun evinin olduğu sokakta bomba patladı, ardından Eroğlu seçimden çekildiğini açıkladı. İkinci tur yapılmadan Denktaş bir kez daha cumhurbaşkanı oldu.

“DÜNYANIN NERESİNDE BÖYLE GAZETECİLER VAR?”

Köşe yazarları arasındaki şiddetli söz düellosunda “çözüm yanlısı” görünenler, ağır hakaretlere uğradılar. İlk kez Emin Çölaşan’ın kullanmasının ardından birçok gazeteciye sirayet eden tanımla “Karren Fogg çocukları” kesinlikle, “satılmış”, “AB ya da ABD’den para alan” kişilerdi.

Ayrıca, dünyanın hiçbir yerinde gazeteciler kendi ülkelerinin menfaatine aykırı yazılar da kaleme almazlardı:

“Annan öncesindeki planların özünde ‘iki ulus, iki dil, iki din, iki bölge’ temel ilkeydi. Ancak Annan Planı’nda ‘iki bölge’ kavramının delinerek 1974 öncesindeki sahiplerinin evlerine dönüş kapısını aralaması Kıbrıslı Türk seçmen için bir ‘referandum’ olacak.

(...) Bugün dünyanın çeşitli yörelerinde komşu ülkeler arasında, örneğin Hindistan ile Pakistan, İsrail - Filistin sorunu gibi yıllardır süren anlaşmazlıklar, silahlı çatışmalar var. Hindistan’da acaba kaç Hintli gazeteci Pakistan lehine yazı yazdı. (...) Güney Kıbrıs’ta ya da Yunanistan’da kaç Rum ya da Yunan, kendi görüşmecilerini ‘uzlaşmaz’ diye suçladı?” (Özgen Acar, Cumhuriyet, 9 Aralık.)

Laiklik ilkesinin en büyük savunucusu olan bir gazetenin yazarlarının Kıbrıs’ta iki toplumun bir araya gelemeyeceği iddiasına dayanak ararken sık sık “iki farklı din” vurgusu yapmasının tuhaflığı bir yana, “Yunan - Rum olup kendi görüşmecilerine uzlaşmaz diyen” yazılara tek bir örnek vermek gerekirse Yunan Elefterotipia gazetesinin 15 Şubat 2004 tarihli başyazısında Denktaş da Papadopulos da Kıbrıs’ın bugünkü duruma gelmesinde hem tarihsel sorumluluğa sahip hem de uzlaşmaz tutumlu iki lider olarak tanımlanıyor, Rum lider geçmişte yaptıkları ve bugünkü tutumu sebebiyle ağır eleştiriye uğruyordu.

Türkiye basınının geleneksel “resmî görüş” çizgisini neden bıraktığını en iyi açıklayan satırlar da şunlar olmalı:

Kabûl etmek gerekir ki, dünyanın hiçbir ülkesinde bir ‘milli’ konunun diplomatik müzakerelerine başlanmak üzereyken Türkiye’deki gibi müzakerecilerin elini zayıflatan tartışmalar olmaz. Evet, özgür basına rağmen olmaz! Ama yine kabûl etmek gerekir ki dünyanın hiçbir yerinde bir ‘milli’ davanın savunulmasında bu denli çok sayıda hata üst üste yapılıp, bu denli çelişkili pozisyonlara girilip o davanın kendisinin tartışma konusu olmasına da izin verilmez. Açın bakın ’80’li yıllara... Türkiye’de bir Kıbrıs tartışması bulamayacaksınız, herkesin üç aşağı beş yukarı aynı şeyleri düşünüp yazdığını göreceksiniz. Açın bakın gazeteleri, 92-93 yıllarında Kıbrıs için Gali Planı tartışılırken Kıbrıs’taki çözüm konusunda Türkiye bu denli ikiye bölünmüş müydü? Hayır bölünmemişti, ‘milli dava’ o zamanlar ‘milli’ olmaya devam ediyordu. Ama bugün durum farklı. İki sebeple farklı. Birincisi, Kıbrıs’taki ve Ankara’daki Kıbrıs görüşmecilerinin Kıbrıs Türk toplumunun çıkarlarını gerçekten temsil edip etmediklerine ilişkin doğan yaygın kuşku. (...) ‘Milli’ davanın artık tartışılır olmasının ikinci sebebi ise Kıbrıs Adası’nda izlenmek istenen ilhak politikalarının Türkiye’nin AB üyeliğini engellediğinin artık açıkça ortaya çıkması. Oysa Türkiye’de halkın ezici çoğunluğu AB’ye girmek istiyor. Evet, maalesef müzakerecilerimizin elini zayıflatıyoruz bu tartışmalarla. Bunu istemeye istemeye yapıyoruz aslında. (...)İstiyoruz ki müzakereci masaya oturduğunda bizim için en iyiyi elde etmeye uğraşsın ve bu ‘en iyi’yi de biz ona söyleyelim, o kendi kendine bizim için iyi olanın ne olduğuna karar vermesin. (İsmet Berkan, Radikal, 19 Aralık.)

Liberal cenah açıkça söylemekten imtina etmiyordu dolayısıyla: Eğer AB süreci olmasa, bu konuya eğilmek gerekmeyecekti. Türkiye basınının Kıbrıs konusundaki tarihi rollerini, değişen koşullara göre değişen tavırlarını anlamak için biraz daha geriye giderek, Ertuğrul Özkök’e başvurmamız yerinde olabilir. Aynı zamanda, tam anlamıyla tarihin garip bir cilvesiyle karşı karşıyayız...

“Hayatımda ilk toplum önündeki konuşmamı Kıbrıs için yaptım. Şimdi tarihini tam hatırlamıyorum ama, 1950’li yılların ikinci yarısıydı. Yani bütün Türkiye’de ‘ya taksim ya ölüm’ sloganlarının atıldığı yıllar. Demek ki dokuz - on yaşlarındaymışım. Kahramanlar semtindeki evimizin arka avlusu, dört evin ortak kullandığı genişçe bir bahçeydi. İşte orada bir taş parçasının üzerine çıkarak ateşli bir nutuk atmıştım. (...) Aynı hafta, rahmetli babamla birlikte Bornova’da yapılan büyük Kıbrıs mitingine gitmiştik. Bornova treninin üzerine asılmış yüzlerce insan hâlâ gözümün önünde. Bir de marangozların yaptığı idam sehpalarına asılan Makarios kuklaları. (...) Evet, ben BM Genel Sekreteri’nin hazırladığı bu planı destekliyorum. Ben, yani o Girit hüsranlarını deri gibi sırtına geçirmiş, Makarios kuklalarını yakan kalabalıklara karışmış, çember çevirip bilye oynayacağı yaşta, erkenden büyüyüp Kıbrıs nutukları atmış o çocuk, ben bu planı destekliyorum.” (Hürriyet, 13 Kasım 2002.)

“ÜZMEYİN SEDAT’I...”

İşin tarihin garip cilvesi olarak görülebilecek kısmı, Kıbrıs’ın bir sorun olarak Türkiye kamuoyuna maledilmesinin başlangıcı olan ’50’li yıllarda Hürriyet gazetesinin tavrında ve Özkök’ün bir zamanlar Kıbrıs hakkında “ateşli nutuklar atan bir çocuk” olarak şimdi o gazetenin genel yayın yönetmenliği koltuğunda oturarak bunları söylemesinde. Özkök’ten epey zaman önce çocukluk yıllarını yaşayan Hakkı Devrim’in söyledikleri, Hürriyet’in 50’li yıllarda Kıbrıs meselesini nasıl gündeme getirdiğini, böylece Kıbrıs’ı Türkiye gündemine sokarken, gazete olarak da nasıl yükseldiğini anlamak için yararlı olabilir: “Biz çocukken Kıbrıs’ta bir Türk nüfusu bulunduğundan habersizdik. 1955’te meydanlar ‘Kıbrıs Türktür Türk kalacak!’ avazeleriyle inlemeye başlamıştı bile. İngilizlerin Kıbrıs’ı bir biçimde getirip Yunanlılara devretmesinden korkuluyordu.

Kıbrıs Türktür Cemiyeti kurulmuştu. Başkan gazeteci Hikmet Bil’di; Ahmet Emin Yalman, Orhan Birgit gibi yönetim kurulu üyeleri vardı. Bu davayı sahiplenen gazetecilerin başında yer alan da Sedat Simavi’ydi. Hürriyet öylesine heyecanlıydı ki, Doğan Nadi Cumhuriyet’te ‘Yahu üzmeyelim Sedat’ı bu kadar, versinler şu adayı çocuğa, ondan değerli mi?’ mealinde işi şakaya alan yazılar yazıyordu.”

Hürriyet, elemanı Hikmet Bil’i Kıbrıs konusunda hassasiyet yaratmakla görevlendirmiş, heyecanlı mitingler ve Kıbrıs’tan geçilen asparagas haberler ardından olaylar, o çok bilinen 6 - 7 Eylül gününe kadar gelmişti böylece.

Kıbrıs’ın “milli şair”i konumundaki Özker Yaşın, Nevzat ve Ben adlı kitabında o günleri gayet net anlatıyor: “Kıbrıslı Rumlarla Kıbrıslı Türkler arasındaki yıllardan beri süregelen dostluk ilişkileri, henüz bozulup zedelenmemişti. Milliyetçi Rumlar bu dostluğu bozmamak için gayret gösterirken, solcu Rumlar, tek partileri olan AKEL aracılığıyla, Kıbrıs’taki Türk - Rum dostluğunu daha da güçlendirmeye çalışıyorlardı. EOKA’nın dağıttığı bildirilerde Kıbrıslı Türkleri tehdit eden tek bir sözcük yoktu. EOKA’nın tehditleri İngilizleri ve kendi içlerindeki İngiliz sömürgecileriyle işbirliği yapan vatan hainlerine (!) idi.

Oysa 1955 yılının yaz aylarında Türkiye basınının bütün derdi Kıbrıslı Rumlarla Kıbrıslı Türkler arasında bir kavga çıkartmaktı! Örneğin Nihat Pınarlı, Hürriyet gazetesine Kıbrıslı Rumların Türklere saldırdığına dair asparagas haberler göndermeye başlamıştı. Asparagas haberler diğer Türkiye gazetelerinde de yayımlanıyordu. Bu uyduruk haberlerde EOKA’nın Türkleri tehdit ettiğinden, Rumlarla Türklerin kavga ettiklerinden bahsediliyordu. Artık peşpeşe açtığı şubelerle Türkiye’nin her tarafına yayılmış bulunan Kıbrıs Türktür Cemiyeti de ‘Kıbrıs’ta bir katliam olacağını’, ‘Kıbrıslı Rumların Kıbrıslı Türkleri kesmek için hazırlık yaptıklarını’ ortalığa yayıp duruyordu. Hattâ bu katliam için bir tarih de uydurmuşlardı: 28 Ağustos 1955 pazar günü. Bu haberin, bu tarihin gerçekle hiçbir ilgisi yoktu. 28 Ağustos pazar günü Kıbrıs’ta Rum sendikaları Ledra Caddesi’nde bir barda toplanarak Kıbrıs meselesinde nasıl bir tutum sergileyeceklerini saptayacaklardı. Bu toplantının Kıbrıslı Türklerle hiçbir bağlantısı yoktu. Gel gör ki, Türkiye basını ön sayfalarda yayımladıkları büyük puntolu haberlerinde, ’28 Ağustos’ta Kıbrıslı Türklere katliam yapılacağını’ etrafa yayarak Türkiye halkını öylesine tahrik etmişlerdi ki , 17 Ağustos günü Türk Hava Yolları uçağı Lefkoşa havaalanına Türkiye’den birçok gazeteciyle foto-muhabirini getirdi. Bunlar katliamı izleyecek, görüntüleyecek ve gazetelerine bildireceklerdi. Türk basınının durumu tam bir komedi idi. Tabii sendikacıların toplantısında Kıbrıslı Türklere yönelik bir olay olmadı. 28 Ağustos gününün tek olayı Karaolis adındaki bir EOKA’cının Mihail Bullis adındaki bir Rum polisini tabancayla vurup öldürmesi oldu. (...) Yıllar sonra, Yassıada Mahkemeleri sırasında 6-7 Eylül olayları davası görülürken, ‘28 Ağustos 1955’te Kıbrıslı Rumların katliam yapacağı haberinin yalan olduğunu’, Kıbrıs Türktür Cemiyeti üyelerinden Aydın Konuralp ‘bu haberi Türk halkını tahrik etmek için biz uydurup etrafa yaydık’ cümlesi ile itiraf etmiştir.” (Nevzat ve Ben, s. 807 - 808)

KİM’İN KİMLİĞİ

İsmet Berkan, ’80’li yıllarda basında bir sözbirliği olduğunda bir parça haklı. (Aslında özellikle ’90’larda Mehmet Altan, Hadi Uluengin, Engin Ardıç gibi isimlerin eleştirel yazılarına rastlamak da mümkün.) Ancak Kıbrıs’ın bir “sorun” olarak, Hürriyet gazetesinin de teşvikiyle Türkiye gündemine girdiği ’50’lerin sonlarında, Kim dergisi gibi çok ilginç bir örnek var.

Üstelik derginin künyesinde yer alan “yayın kurulu” durumu daha da ilginç kılıyor bugün.

23 Ağustos 2001 tarihindeki başka bir yazısında Ertuğrul Özkök’ün “Kıbrıs’ın Kuvayi Milliyesi” diyerek destansı bir havada anlattığı Türk Mukavemet Teşkilatı’na (TMT), 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti kurulmadan önce sayfalarında çok detaylı yer veren Kim dergisi 8 Ağustos 1959 tarihli sayısında dönemin Kıbrıs Türk toplumu liderliği hakkında aleyhte bir tutum izlerken, Dr. Fazıl Küçük ve Rauf Denktaş’ın ve TMT’nin “anavatana bağlılık adına estirdiği terörden” bahsediyor: “Güya ‘milli şuur’u uyandırmak maksadıyla çok komik şeyler yapılıyordu. Geçenlerde sokakta karşılaştığı bir komşusuna ‘palanda puliye gidiyorum’ diyen bir yaşlı kadının yanına bir delikanlı yanaştı ve ‘bize iki şilin vereceksin’ dedi. Kıbrıslı Türkler kendilerini bildik bileli sebze-meyve hali için aslı Rumca olan bu kelimeyi kullanırdı. ‘Palanda puliye’ Kıbrıslı Türkün ağzına yerleşmiş, artık onun malı olmuştu. Şimdi o kelimeyi söyleyen herkesten iki şilin toplanıyordu. Luricina köyünün ismi Akıncılar olmuştu. Luricina diyenlerden iki şilin alınıyordu. Köfinye Bakraçlı olmuştu. Öyle bir karışıklık yaratıyordu ki bu, Kıbrıslı Türke asap namına, huzur namına bir şey bırakmıyordu. Rumlar Zürih - Londra anlaşmalarının neticelerini kendileri için bir saadet ve kâr mevzuu haline getirmek için açık-gizli tam bir faaliyet içinde iken; Türk liderler cemaati dilsiz, hissiz bir kalabalık haline sokmak niyetindeydiler. Halka bu yaz meyve yedirmemişlerdi. İktisadi boyut Türk kesimini bir mahrumiyet bölgesi haline getirmişti. Türk çarşısında bulunmayan her ihtiyaç ve gıda maddesi için ‘yeme, kullanma’ propagandası yapılıyordu. Lefkoşa’nın Rumlarla meskun bölgesinde ucuzluğu ve bolluğu görenler kendi katlandıkları mahrumiyetlerin ‘ne için’ olduğunu gizli gizli sormaya başlamışlardı. Gerçi liderler bu sualin cevabını gayet şatafatlı ve teatral bir eda içinde veriyorlardı. ‘Milli varlığın kurtulması için’, ‘daha iyi günlere kavuşmamız için’ diyorlardı. Sonra da Rumlardan aldıkları malı, son model buzdolaplarını gece vakti evlerine taşıtıyorlardı. Otomobillerini Rum tüccarlar vasıtasıyla en son modele tedbil ediyorlardı. Ama bir genç kız, Türk çarşısında bulamadığı küçük tüp bir ruju Rum çarşısında aramaya kalksa karşısına derhal eli cebinde olan karanlık bakışlı bir adam çıkıyor ve ‘görmeyeyim seni bir daha buralarda’ diyordu.

Türkler için asıl şimdi tam manası ile bir tedhiş havası yaratılmıştı. Bir taraftan ‘anlaşma yaptık, sulh yaptık, kardeşiz’ deniliyor, öbür taraftan genç çocukların ceplerine tabancalar konup ‘Gizli Mukavemet Teşkilatı’ adı altında olmadık şeyler yapılıyordu. Dr. Küçük’ün ve Rauf Denktaş’ın bütün masraflarını zorla cemaate ödettirdikleri gizli bir milis ordusu vardı. Bunlar ‘milli şuur’ yaratma vasıtası olarak kullanılıyordu. Adam dövüyorlar, adam tehdit ediyorlar ve kolayca beslenmenin yolunu ‘liderler sayesinde’ keşfettikleri için; alışılmamış taşkınlıklar yapıyorlardı. Kıbrıslı Türk aileleri genç oğullarının milli bir vazife yapıyormuş bahanesi altında böyle insafsızca istismar edilmelerini endişe ile seyrediyorlardı. Liderler, aslında kendilerini korumakla vazifelendirdikleri bu orduyu, Kıbrıslı Türklerden aldıkları haraçlarla besliyorlardı.

Allahın günü federasyonun kadınlı erkekleri ianecileri evlerden ve dükkanlardan çıkmıyorlardı. Türk çarşısında Rum çarşısına nazaran her şeyin kötüsü ve üç misli pahalısı satılıyordu. On şiline alabileceği bir mala bir buçuk sterline yakın para ödemek mecburiyeti Türkleri isyan ettiriyordu. Bu garip bir oyundu, büyük tüccar malını Rum tüccardan alıyor, fakat vatandaş aynı dükkanların semtine bile uğrayamıyordu. Pahalı satılan mallar sayesinde, bir sene içinde ensesi kalınlaşan ve federasyona yaptığı yardımlarla liderler nezdinde itibar kazanan tüccarlar vardı. Bunlar ne getirirlerse kaça satarlarsa Türkler onu almaya mecbur bırakılıyordu. Liderlere yakın bu ‘muvaffak işadamları’nın dışında çarşı esnafı da durumdan memnun değildi. Küçük esnaf ve küçük tüccar Rum toptancılarla temas ettirilmediği için Türk patronların pahalı ve fena kalite mallarına doğru itiliyordu. (...) Dr. Küçük ve Rauf Denktaş’ın sürdüğü hayatla kendilerininkini mukayese edenler liderlere karşı saygılarını kaybediyorlardı. Bilhassa Rauf Denktaş’a bağlanan ümitler de artık erimeye yüz tutmuştu. Bundan takriben bir buçuk yıl evvel vazifesinden istifa ettiği zaman dostlarına borç harç içinde bulunduğunu samimiyetle ifade eden Rauf Denktaş’ın bir ev, iki otomobil, bir arsa ve bir yat sahibi olması (yatı bir Ermeniden 4300 İngiliz’e almıştı) herkese ‘maşallah’ dedirtiyordu.”

Bu uzun alıntınının yer aldığı sayı Rauf Denktaş tarafından mahkemeye verildi. Ancak Denktaş, o sırada Kıbrıs’ta egemen olan İngilizlerin mahkemesine başvurmuş bu da Kim dergisinin 78’inci sayısında bunu eleştirmesine yol açmıştı: Kim, Denktaş’ı ya da başkasını niçin tenkit ediyordu? Şahıslardan hiçbir alıp vereceği yoktu. Sadece birer Kıbrıslı Türk olarak belki iyi insanlardı da. Ama lider olmak yetkisi vasfına sahip olmadıklarını, Ada’daki muhaliflerine karşı hazımsızlıklarını, birleştirici olmamaları ve diğer icraatleriyle göstermişlerdi. Kim; bunun için kendilerini tenkit ediyordu.

Kim’in hükmünün isabeti bütün çıplaklığıyla ortadaydı. Adayı anavatana ilhak için çalıştığını söyleyenler kanun ve mahkeme denildi mi, Kraliçelerinin kanunlarını, mahkemelerini hatırlarına getiriyorlardı.”

Kim’in künyesine gelince karşımıza çıkan isimler bugünün kayıtsız şartsız Denktaş destekçileri çıkıyor: Bülent Ecevit, Orhan Birgit, Coşkun Kırca...

YAĞMURDAN ÖNCE...

Derginin bu yayımından bir yıl kadar önce de Bülent Ecevit genç bir gazeteci olarak Ulus gazetesinde çok ilginç bir makale kaleme almıştı:

“Binlerce Kıbrıslı Türk ve Rum dün siyasal ayrılıklarını unutup bu yılın ekinini kurtarabilmek için beraberce yağmur duasına çıktılar. Tören, Doğu Kıbrıs’ın Karpas bölgesinde Galinopomi adlı Türk köyünde yapıldı. Yılbaşından beri bu bölgeye yağmur yağmamıştı. Çiftçiler, bu hafta da yağmur yağmazsa mahvolacaklarını söylüyorlardı. Binlerce Türkle Rumun toplandıkları yerde bir hoca Kur’an’dan, bir Rum papaz da İncil’den parçalar okudular. Türk köylüleri beraberce dua etmek için köylerine gelen 2000’i aşkın Rumu ağırladılar ve dualar akşama kadar sürdü. Gün sona ererken henüz havada bir değişiklik yoktu.

Bu bir masaldan parça değil, bir düş değildir. Associated Press ajansının çarşamba günkü bülteninde okuduğumuz Lefkoşa kaynaklı bir haberdir bu. Tanrının rahmetinden de, kullarından da umut kesilemeyeceğini gösteren bir haber. (...) Ama ne var ki, milletlerin kaderlerine hükmetmeğe kalkışan insanların, devlet adamlarının, siyaset adamlarının pek çoğu böyle basit ve açık örneklerden ders almazlar. Onlar ya bir ters mantığın, ya bir takım vehimlerle önyargıların ya da kendi toplumlarında türlü maksatlarla, bazen son derece küçük ve bencil hesaplarla körükledikleri düşmanlık ve ihtirasların kölesi olmuşlardır. Kapıldıkları bu akıntıda milletlerini de beraberce sürüklerler. (...) Ama kuraklık tehlikesi Kıbrıs’ın bir köyünde Türklerle Rumları beraberce yağmur duasına çıkarırken, Müslüman Türk köylüler, beraberce dua edebilmek için Hıristiyan Rum komşularını kendi köylerinde ağırlarken, siyaset adamları Kıbrıs meselesinin Ege ve Akdeniz’de müşterek Türk - Yunan manevralarına engel olduğunu veya Türklerle Rumların artık asla dostça yaşayamayacaklarını ileri sürerler.

Evet, Kıbrıs meselesi görünüşte bir çıkmaza girmiştir. Dünyada çıkmaza girmiş gibi görünen daha birçok siyasal meseleler olmuştur, vardır ve olacaktır. Ama bu siyasî çıkmazlar insan münasebetlerindeki çıkmazların bir sonucu değil, sebebidir.

İki düşman toplum arasındaki siyasal meseleler halledilince, o zamana kadar asla geçinemeyecekleri sanılan insanların aralarındaki din, dil, soy ayrılıkları ne kadar derin olursa olsun, pekâlâ dostça, birbirlerini anlayarak yaşayıp geçindikleri görülür. İki düşman milletin birer ferdini, içinde bulunduğu siyasal atmosferden çıkarırsanız, o an dost olmakta hiçbir zorluk çekmezler. (...) Ama ne yazık ki ajans haberinin dediği gibi henüz havada bir değişiklikten iz yoktur.” (Ulus, 4 Nisan 1958)

“FALKLAND ADALARI MİSALİ...”

Genç gazeteci Bülent Ecevit’in bu yazıyı kaleme aldığı günlerin üzerinden epey zaman geçecek ve Ecevit bu kez Başbakan sıfatıyla ve “sadece Türklere değil Rumlara da barış götürmeye gidiyoruz” diyerek Kıbrıs’a müdahale etme kararını açıklayacaktı. Uzun yıllar boyunca, “Kıbrıslı Türkleri soykırımdan kurtardık” söylemi Türkiye’nin Kıbrıs politikasının açıklayıcı cümlesi olarak kullanılırken, 2000’lerde Ada’nın stratejik önemi daha çok vurgulanmaya başladı: Eğer Kıbrıs’ı verirsek sıra Ege’ye gelecek, etrafı zaten Yunan Adalarıyla çevrili Türkiye’nin nefes alması bile engellenecekti. Bu yüzden Kıbrıs’ta aranan çözümün kabûl edilmesi imkânsızdı.

Ege haritasını gözünüzün önüne getirin. Yunan Adaları Çanakkale Boğazı’nın hemen üzerinden başlıyor. Sadece Boğaz’ın ağzına denk gelen Gökçeada ve Bozcaada bizim. Sonra Midilli ile başlıyor ve aşağıya doğru pek çok ada sıralanıyor. Sakız, İstanköy, Sisam ve ötekiler... Ve bu kuşatma zinciri Kaş’ın karşısındaki Meis adasıyla son buluyor. Yani Türkiye, burnumuzun dibindeki adalarla kuzeyden güneye tam bir Yunanistan kuşatması altında. (...) 1974 yılına kadar bu kuşatmaya Kıbrıs’ı da eklemek gerekiyordu. Ancak barış harekatıyla kuşatmanın o bölümü kaldırıldı. Kıbrıs’ta yaşayan Türkler, onların toprağı ve Anadolu’nun güneyi güvence altına alındı. Kıbrıs’ı verirsek AB bize gelecek yılın aralık ayında müzakere tarihi verecek mi? Hayır hiçbir garantisi yok. Verdiğimizle, hibe ettiğimizle kalacağız. (...) (Emin Çölaşan, Hürriyet, 26 Aralık 2003.)

Bülent Ecevit’in Başbakanlık yaptığı kabinenin son Dışişleri Bakanı Şükrü Sina Gürel’e göre meselenin bundan da öte bir anlamı vardı:

“Ayrıca ‘stratejik çıkar’ kavramını geniş yorumlarsak, Türkiye’nin Kıbrıs’la ilgili güvenlik kaygılarını da aşan bir duyarlılık içinde olması gerektiği bellidir. Bazı ulusal konular ilk bakışta görüldüğünden bile önemlidir. Yoksa örneğin İngiltere, bir okyanus ötedeki Malvinas (Falkland) Adaları’nı Arjantin’e bırakmamak için oraya nükleer silah da taşıyan gemiler yollayıp savaşı göze alır mıydı? Bazı konular, devletlerin genel konumları içinde yaşamsal yer tutar.” (Şükrü Sina Gürel, Cumhuriyet, 13 Aralık 2003.)

Seçimlerin yapılmasının ve sonuçların ortaya çıkmasının ardından “kafa kafaya” gelen sonuçlardan herkes kendine göre bir yorum çıkarmaktan geri durmadı. Sonuçlar hem “Denktaşçılar” hem de “Annancılar” için bir “zafer” olarak algılandı, öyle olduğu da ispatlanmaya çalışıldı. Rauf Denktaş’ın kimliği belirsiz akademisyenler tarafından yapıldığını söylediği bir araştırmaya göre, aslında bu bir referandum olsa “hayır” oyları daha fazla çıkacaktı. Bu akademik olduğu iddia edilen araştırmaya göre, seçim sonunda ortaya çıkan yüzdeler (Kıbrıs’ta Türkiye’den farklı bir seçim sistemi böyle bir tartışmayı yarattı. Seçmenler, ‘karma oy’ tabir edilen bir sistemle, oy kullandıkları bölgeden çıkacak milletvekilliklerini oy pusulasında farklı farklı partilerden adaylara mühür basarak kullanabiliyorlar.) yeniden hesaplandığında “red cephesi” öne geçiyordu. Birçok köşe yazarı doğruluğunu hesaplamadan büyük bir memnuniyetle yeni rakamları ulaştırdılar okuyucularına. İşi en ileriye götürense DB Tercüman’dan Emin Pazarcı oldu. Pazarcı, Denktaş’ın verdiği “yeni rakamları” hiçbir açıklayıcı not vermeden seçimin resmî sonucuymuş gibi duyurdu. (DB Tercüman 17 Aralık, 2003)

Büyük bir yazar grubu içinse açıklanması gereken şuydu: Neden böyle oldu? Neden Kıbrıslı Türkler anavatana ve Denktaş’a yüz çevirmeye başlamışlardı. Genelde söylenen 1974’ten beri adada yaşam standardının yükseltilemediği, işadamlarımızın bugüne dek adaya yatırım yapmadığıydı.

Bugüne kadar bir lokmacık Kıbrıs’ı kalkındıramadık. Adaya akıtılan paralar iyi kullanılamadı, çarçur edildi. 30 yılda bir tek Türk işadamı bile gidip adada yatırım yapmadı. (Tufan Türenç, Hürriyet, 17 Aralık 2003.)

İşadamlarının niye Kıbrıs’a yatırım yapmadığını Sakıp Sabancı’dan iyi kim açıklayabilir:

... Sakıp Sabancı gelsin, Kıbrıs’ta yatırım yapsın diyorlar. Ekonomik yatırım hesaba kitaba dayanır, kâr esastır. Yatırım yapan, yatırımın konusunu büyüklüğünü ve özellikle yerini seçerken en çok nasıl kâr sağlarım diye düşünür. Aksi halde bu yatırım sakat doğar, yaşamaz. (Ortam, 15 Ağustos 1991 - Aktaran: Ahmet An, Kıbrıs Nereye Gidiyor, Everest Yayınları, 2002.)

İşadamlarının Kıbrıs’ı nasıl gördüklerine dair en çarpıcı açıklama ise 1986’da Turgut Özal’la birlikte KKTC’yi ziyaret eden Ali Koçman’dan gelmiş bir zamanlar:

Türkiye’ye döner dönmez Yeniköy’de veya Büyükada’da 150 bin kişinin yaşadığı bölgelerde Cumhuriyet ilan edeceğim ve hükümet kuracağım! (Aktaran: a.g.y.)

Seçim sonuçlarında en dikkat çeken bölgeyse Güzelyurt’tu. Eğer Annan Planı kabûl edilir de bir çözüme gidilirse, Güzelyurt halkı göçmen olacak ve yaşadıkları bölgeyi terk edecekti. Buna karşın bu bölgede oylar muhalefetten yanaydı. Bu nasıl açıklanacaktı?

Rauf Denktaş kestirip attı: ‘Oradaki memurları kandırmışlar...’ Nasıl Yani? ‘AB’ye girince maaşlarınız iki üç misli artacak diye...’ Üzerinde durulması gereken bir konuydu bu... (Hikmet Çetinkaya, Cumhuriyet, 16 Aralık 2003.)

Gerçekten üzerinde durulması gereken bir konuydu. Zira aylardan beri, plan kabûl edilirse Güzelyurt halkının göçmen olacağı, en verimli, en sulak bölge olan Güzelyurt’un Rumlara geçeceği yazılıp durmuştu. Ama bölge halkı göçmen olmaya razıydı. Ancak meselenin üzerinde bu kadar duruldu. Ada’ya çıkartma yapmış medya ordusu içinden gidip de Güzelyurt sokaklarında birkaç kişiye bu işin sırrını soran da çıkmadı nedense...

Seçim sonuçlarının “Kıbrıs halkını kaybetmek üzere olduğumuzu” göstermesinin suçluları daha derinlerdeydi:

Bir önceki CTP- DP koalisyonu devrinde, şimdiki CTP Lideri Mehmet Ali Talat’ın Milli Eğitim Bakanlığı sırasında, KKTC’de milli eğitim politikası çökertilmiş, öğretmenler solcu ve Rum yanlısı bir örgütlenmeye zorlanmıştı. Daha sonra göreve gelen UBP- DP Koalisyonu, bu yaraya neşter vurmayı akıl bile etmeyince; KKTC’den, ‘turizm ve kültür gezileri’ adı altında, 40’ar kişilik gruplar halinde ABD’ye götürülen ve toplam sayıları 3 bin civarında olan gençler, CİA’yla bağlantılı psikoloji enstitülerinde beyin yıkama operasyonuna tabi tutuldular. (Servet Kabaklı, HO Tercüman, 16 Aralık 2003.)

Ele alınması gereken konu, çalışma saatleri. Uzun tatiller çalışma disiplinini bozduğu gibi, tembelliği de teşvik edecek düzeyde. Yan gelip yatma, boş vermişlik çağdaşlık gibi sunuluyor! Eğitim sistemi tamamen bitmiş. Bir ülke yönetimi düşünün ki, eğitimin içeriği ve planlanmasında, öğretmenin kim olacağı, nereye atanacağı konusunda hiçbir yetkisi yok. Grev nedeniyle eğitim yılı boyunca okullar tatilde. Tek yetkili, dış yönlendirmelerin etkisinde olan sendika. Öğretmenlerin birçoğu Türkiye karşıtı. Derslerde ‘Barış Harekatı’nın önemsizliği’ ve ‘Türkiye’nin işgâlciliği’ işleniyor. Yeni kuşaklar böyle yetiştiriliyor. (Y. Gökalp Yıldız, Akşam, 17 Aralık 2003)

Bir yandan da bu durumda mümkün olabilecek en uygun hükümeti bulma yarışına girdi köşe yazarlarımız. Meclis’e giren dört partinin oluşturacağı mutabakat hükümeti en iyisiydi. Denktaş’ın CTP lideri Mehmet Ali Talat’a görevi vermemesi, verirse de Talat’ın hükümeti kuramaması beklentisi de açıktan dillendirilen temenniydi:

En büyük oyu, AB’nin ve Rumların desteklediği, Anavatan Türkiye aleyhtarı, solcu CTP-BG aldı. Bizim liberal geçinen eski tüfekler ve Denktaş düşmanlığını ‘çözüm’ sanan kalemşorlar kına yaksınlar. Hele Kıbrıs konusunda seyirci kalarak alttan alta sinsice Denktaş aleyhtarlığı yapan hükümet çevrelerine ne demeli? (...) Burnunun dibindeki Bilecik’ten küçük bir avuçluk yerde kendi dış politikasını hâkim kılamayan bir iktidarı nasıl tanımlayalım, bilmem ki? (...) Denktaş’ın yapması gereken en fazla oyu almış CTP Genel Başkanı’na Hükümet kurma görevi vermesidir. Böylece hem demokrasinin icabı yerine getirilmiş olacak, hem de ‘Türk solu’nun tarihi beceriksizliğinin Kıbrıs’ta nasıl tecelli edeceği görülecektir. (...) milletvekili transferinin hukuken mümkün olmadığı Kıbrıs’ta kısa zamanda seçimlerin yenilenmesi en büyük ihtimal olarak ortaya çıkmaktadır. Bu arada UBP-DP ikilisine BDH’nin katılmasıyla ‘üçlü koalisyon’ ihtimalinin denenmesi gerektiğini düşünüyoruz. (Hasan Celal Güzel, DB Tercüman, 16 Aralık 2003.)

Güzel belli ki Türkiye basınının büyük bir kısmı gibi Kuzey Kıbrıs’ta Denktaş dışındaki politik aktörler konusunda pek bir bilgi sahibi olmadığı için BDH’yi CTP’den daha ‘sempatik’ bulmuş. Seçimler öncesi medyada kendisine en fazla yüklenilmesinden, Talat’ın “Türkiye karşıtı” eski açıklamalarının sık sık gündeme getirilmesinden çok fazla etkilenmiş olmalı ki seçimlerde yer alan en soldaki partinin CTP olduğunu zannediyor. Koalisyonda yer almasını temenni ettiği BDH’nin içinde “en uçtaki” solcuların, hattâ Stalinist olarak görülebilecek adayların yer aldığının da farkında değil dolayısıyla. Ayrıca milletvekili transferinin hukuken mümkün olmadığı da kendisine verilmiş yanlış bir bilgi olabilir mi acaba?

Dört partinin liderinin Ankara’ya davet edilmelerinin ardından, Star televizyonundaki Objektif programında gidişatı yorumlamak için toplanan yorumcular, Mehmet Ali Talat’la “Eskisi gibi sert açıklamalar yapmıyor, Ankara havası yaramış galiba” gibi ağızları kulaklarında konuşacaklardı.

Seçim öncesi ve sonrası Talat’a bazen hakaretamiz ifadelerle saldıran Cüneyt Arcayürek, sol olduğu söylenen bir gazetenin köşesinden Anavatan’ın demokrasi anlayışını çok güzel özetleyecekti:

AB’nin ve ABD’nin baskılarına, akıttıkları paralarla, sürekli demeçlerle Talat cephesi hesabına çabalamalarına karşın; Eroğlu, halkoylarıyla başa oynamayı yine başardı. (...) Demirel’in ‘Seçim Anadolu’da kazanılır, ama Ankara’da iktidar olunmaz’ sözü, KKTC’deki sonuçla örtüşüyor. Türkiye’yi anavatan saymayan Talat, Demirel’in söylemini ne kadarıyla bilir, kestirmek zor. Seçimden sonra ‘belirsiz bir ortam çıktı’ demesi biraz olsun bu gerçeğin farkına vardığını gösteriyor. (...) Talat, Annan Planı’nı Ankara imzalamadıkça elinin kolunun bağlı olduğunun bilincinde. Ne ki, ayrı bir dünya sanki. Hükümet olursa Türkiye ile istişari görüşmelere başlayacakmış! (Cüneyt Arcayürek, Cumhuriyet, 16 Aralık 2003.)

KIBRIS’IN EŞEKLERİ...

Rauf Denktaş’ın sık sık kullandığı bir söz var Kıbrıs’ın kuzeyinde. “Kıbrıs’ta Kıbrıslı olan bir tek Kıbrıs eşekleridir” şeklinde. Denktaş hem adada iki farklı millet olduğunu dile getirmiş oluyor hem de Kıbrıslılıktan dem vuranları alaya almış oluyordu.

Seçimlerin ardından Ertuğrul Özkök, Annan Planı ilk açıklandığında miting alanlarında görülen ve büyük tartışma yaratan bir pankarta beklenmedik bir empatiyle yaklaşacaktı köşesinde:

“Eğer KKTC’de doğup büyümüş bir genç olsaydım, geçen Pazar günü yapılan seçimde muhalefet partilerinden birine oy verirdim. ‘Ver kurtulculuk’, ‘hainlik’, ‘Annancılık’ hakaretleri bir kulağımdan girer, ötekinden çıkardı. (...) 13 Aralık 2002 günü KKTC’de yapılan mitingde, bir gencin elinde şöyle bir pankart vardı: ‘Ben Türk değilim. Yunanlı da değilim. Ben Kıbrıslıyım.’

Bu pankart benim içimi gerçekten çok acıtmıştı. Ama kendimi o gencin yerine koyup düşünmüştüm.

Onun yerinde olsaydım, aynı pankartı ben de taşırdım. (...) Rauf Denktaş’ın tarihi kişiliğini, büyük siyasî dehasını, kahramanca mücadelesini ve direnişini içimde bayrak gibi taşıya taşıya gidip oyumu muhalefet yanlısı bir partiye verirdim. Onları beğendiğimden mi? Hayır asla.” (...) (Ertuğrul Özkök, Hürriyet, 17 Aralık 2003.)

Özkök’e yanıt Ali Sirmen’den geldi: “Gerçekten de Türk asıllı bir gencin böyle bir pankart taşıması, böyle bir düşünceyi ileri sürmesi herkesin tüylerini diken diken edebilir. (...) 1976 yılında, Rum kesiminde yapılan uluslararası bir toplantıda Kıbrıs sorununun çözümü için, ön şartın, güneydeki mavi Yunan, kuzeydeki kırmızı Türk bayrakları altında kümelenmiş iki kesimin, kendi köklerini, adanın zenginliğini oluşturacak olan kültürel bağlarını yadsımadan, bu bağlılıklarını koruyarak, yeni bağımsız Kıbrıs kimliği kazanmaları olduğunu, bunun için tarihlerini bile yeniden bu gözle yazmaları gerektiğini dile getirmiştim. (...) Ne yazık ki Kıbrıs’ta çözümün önkoşulu olarak gördüğüm Kıbrıslı kimliğine ulaşmanın pek de mümkün olmadığını aradan geçen çeyrek yüzyıldan fazla zaman içinde anlamış bulunuyorum. Çünkü Kıbrıs’ta Kıbrıslı kimliğine sahip olmak, ya da adada eşit olarak bir arada Adalı kimliğiyle yaşamak isteyenler azınlıktadır.

Rum kesiminin büyük bir çoğunluğunun böyle bir istemi yoktur. Tam tersine Kıbrıs’ı Yunanistan’ın uzantısı olarak görmek istemektedirler. Bu yazıyı, belki de benim 27 yıl önce savunduğum görüşü bir pankartta dile getiren Kıbrıslı olmak isteyen azınlığa mensup arkadaş ya da onun gibiler okur diye yazıyorum.” (Ali Sirmen, Cumhuriyet, 19 Aralık 2003.)

Görüşmeler tekrar başladığında Çin Seddi’nde bile Denktaş’a destek nöbeti tutmaya kadar işi abartan İşçi Partisi’nin lideri Doğu Perinçek de Denktaş’la “Kıbrıs eşekleri konusunda” aynı fikirdeydi: “Birleşik Kıbrıs dedikleri, uydurma bir devlettir. Çağımızda devletin insan unsuru millettir. Kıbrıs Rum ve Türk toplumunu kucaklayan bir Kıbrıs milleti var mıdır? Kıbrıs’lı diye bir millet var mıdır? Bu soruya en özlü cevabı Sayın Cumhurbaşkanı Denktaş vermektedir: “Kıbrıs’lı olan bir tek Kıbrıs eşeği vardır.” Kıbrıs’ın ne Rumları ne de Türkleri, kendisini “Kıbrıs milleti”nin bir parçası olarak görmüyorlar. Hattâ bir Kıbrıs Rum ve Kıbrıs Türk milletinden de söz edilemez. Kıbrıs Türkleri, kendilerini Türk milletinin bir parçası olarak görmektedirler; Kıbrıs Rumları da bildiğimiz kadarıyla Elen milletindeniz diyorlar.
Peki Kofi Annan, 1 Mayısa kadar bir Kıbrıs milleti yaratmayı becerebilecek midir?
Kıbrıs eşeğinin sıpalaması için bile 12 aylık bir süre gerekiyor. O sıpanın büyüyüp eşek olması için ise, en az iki yıl gerekiyor. Demek ki toplam üç veya üç buçuk yıl. Kaldı ki, Kıbrıs eşeğinin bir eşek türü olarak oluşması için, yüz milyonlarca yıl gerekir.
Kıbrıs milletinin oluşması için ise, koskoca bir tarih gerekir. Yüzyıllar, çoğu zaman binyıllar! Ve o binyıllar, bir ortak yaşama kültürü ve bilinci oluşturacak. Mr. Kofi Annan’a bir soru: 1 Mayıs 2004’e kaç binyıl var?
Annan ve Desoto efendiler, mekik diplomasisi yaparak, Birleşik Kıbrıs devletini kuracaklarmış. Buna Kıbrıs eşekleri bile gülüyor.”
(Aydınlık, 15 Şubat 2004, sayı 865)

Perinçek’e Kıbrıs’tan yanıt 23 Şubat’ta geldi. Afrika gazetesinde yazan yılların sendikacı ve gazetecisi Arif Hasan Tahsin cevapladı Doğu Perinçek’i: “Bilmeyenler için söyleyelim. Kıbrıs’ın eşekleri asil yaratıklardır. Özgürlüklerine, bağımsızlıklarına tutkun... 1974’ten sonra özgürlüklerini ilan etmiş ve o gün bugün özgür, sentebaş yaşayan yaratıklardırlar. Özgürlüklerini kazanamayan, esaret zincirlerini saadet zinciri sanan Doğu Perinçek gibi solculara benzemezler. Doğu Perinçek bize hakaret ettiğini sanır. Oysa bana sorarsanız, bu önerinin üzerinde ciddiyetle durmalıyız. Kıbrıslılara önerimdir. Kıbrıs bayrağına bir Kıbrıs eşeği alalım. Mersin, yasemin, zeytin dallarıyla da kuşatabiliriz. Marşımız da eşek anırması olsun... Eşeklerimiz anırdıktan sonra özgürlüğün ne olduğunu bilmeyen ve bizimle alaya kalkışan Türkiye’nin solcuları da, öğrenirler belki o zaman...”

Perinçek’in Arif Hasan Tahsin’i ‘kızdıran’ yazısının yer aldığı Aydınlık dergisinin logosunun üzerinde yer verdiği başlık da şöyleydi: “İşçiler: Kıbrıs’ı da TÜPRAŞ’ı da sattırmayız!”.

Aydınlık’ın bu kapakla çıkmasından üç gün önce Ertuğrul Özkök’se şöyle yazmıştı:

“Bu bir tesadüf olabilir mi? Kıbrıs’ta çözümü engellemeye çalışanlardan oluşan koalisyona bakıyorum, bunların çoğu, aynı zamanda özelleştirmeye de şiddetle karşı çıkan kişi ve kurumlar.” (Hürriyet, 11 Şubat 2004)

Elmalar ve armutlar artık iyiden iyiye birbirine karışmaya başlıyordu böylece...

“HER ŞEY LAİKLİK YÜZÜNDEN...”

Bütün bu tartışmalar sürüp giderken İslamî basının durumu da biraz karışıktı. Gönlü AKP’den yana olanlar hükümetin politikasını eleştirmek istemiyordu, ancak özellikle SP’nin yayın organı Milli Gazete yazarları siyasal İslam’ın geleneksel fetihçi çizgisini sürdürmekteydiler. Birçok İslamcı köşe yazarına göre Kıbrıs halkının “kaybedilmiş” olması, dinî duygularının zayıflığı yüzündendi. Üstelik Anavatan kendi çarpık laikliğini yavrusuna da empoze ederek işi çığrından çıkarmış, bir canavar yaratmıştı adeta:

“Kıbrıs’ı içim kahrolarak ve ciğerlerim yanarak seyrediyorum. Ana, yavrusunu atar mı hiç? Bugün ağzını açan hemen her yetkilinin ve her şeyi bilen yazarların ‘büyük yük’ olarak baktığı Kıbrıs’ın Edirne’den, Sinop’tan, Bitlis’ten farkı var mı da yük olsun? (...) ‘Çok istiyorlarsa Anadolu’ya giderler’ diye bağırıyor hınçla kameralara, CTP bayrakları taşıyan bir genç kız... Çok değil annesi, halası, teyzesi, büyükannesi yakılmak üzere kilitlendikleri camilerden, o hiç beğenmedikleri Anadolu Mehmetleri tarafından kurtarılmamışlar mıydı? Gözü dönmüş Rum tecavüzcülerin elinden Mehmetçik tarafından kurtarılan annesine de kızıyordur bu kız... (...) Bu cümlelerle Ada’daki Denktaş idaresini desteklediğimiz de sanılmasın. Denktaş ve yandaşları tarafından kumar, fuhuş ve kara para aklama otomatına dönüştürülen Ada, otuz yıldan beri adım adım Enosis’in kucağına adeta itelenmiştir. (...) Yavru vatana üniversite okumaya giden kızlarımızın başörtü takipçiliğini yapan din yasakçısı YÖK’ün ‘hadi Anadolu’ya geri dönün’ diye bağıran genç Ada’lıya söyleyeceği ne kalmıştır? Yazıklar olsun bu sonu hazırlayanlara...” (Sibel Eraslan, 17 Aralık 2003, Vakit.)

“Rauf Denktaş’ın yapmaya çalıştığını anlıyor ve destek olmayı vazife biliyoruz. Şu anda pek anlamı yokmuş gibi gözükse de geçmişte, özelde İngilizleri ve genel olarak batılıları memnun etmek uğruna, Kuzey Kıbrıs’ta dini hayatın anlaşılması güç bir şekilde baskı altına alınmış olmasının, bugün yaşananlarda ne kadar önemli olduğunu da hayıflanarak seyrediyoruz...” (Ekrem Kızıltaş, Milli Gazete, 22 Aralık 2003.)

Kıbrıs elimizden çoktan gitmişti zaten! Kıbrıs’ta -İslâm’dan yana- taraf olamadığımız için, Kıbrıs’ta çoktan bertaraf edilmiştik!

Şunu demek istiyorum: 1974’te gerçekleştirdiğimiz askerî harekât’tan bu yana Kıbrıs’ta biz kültürel olarak bir taraf olamadık. Otoriter ve absürd laikliğimizi, laik kültürü, Kıbrıs’a da ihraç ettik. Ve Kıbrıs’ta kültürel olarak kendimizi çoktan bertaraf ettik, hem de kendi ellerimizle!

Oysa Kıbrıs’taki Türk toplumunun Müslümanlıkla ilişkisini pekiştirerek varlıklarını korumalarını sağlayabilirdik ancak. Müslüman kimliği onlara bir âidiyet, bir güven ve özgüven duygusu verebilirdi. (Şimdi bana, “Kıbrıs Türk toplumu, Müslüman değil demek mi istiyorsun?” gibi gerzekçe sorular sormayacağınızı umuyorum.) (Yusuf Kaplan, Yeni Şafak, 22 Aralık 2003.)

Üstelik İslamî yazarlar bir süre öncesinden, Kıbrıslı Türklerin güçlü mitingler yaptığı günlerden itibaren Kıbrıs’ta kaybedilen İslâmî kimlik konusunda çok hassastılar.

“Rakı yerine uzo içmek, zaten bilmedikleri zeybek yerine sirtaki oynamak veya hora tepmek onları fazla rahatsız etmiyor. Cami gibi bir dertleri olmadığı için Rumların gittiği kiliselere de gitmeyiverirler olur biter.” (Asım Yenihaber, Vakit, 31 Ocak 2003.)

“Bırakın Kıbrıs halkını, Kıbrıs’ı yönetenler ve onların emri altındaki ‘memurlar’ , maalesef ‘dinî ve millî duygulardan’ uzak yaşamışlardır yıllar boyu. Öyle uzak ki; ‘Kur’an-ı Kerim’in yazarını soracak kadar!...Öyle uzak ki; ‘Oruç ayı ramazanda göstere göstere yiyecek’ kadar!.. Bunun sebebi sorulduğunda, ‘ilaç alıyorum da’ bahanesine sığınacak kadar!.. Öyle uzak ki; Ramazan ayının akşamında ‘içkili sofra’ kurdurup ‘haydi arkadaşlar’ diye kadeh kaldıracak kadar!... Hayır abartmıyorum, bunları gözlerimle gördüm, kulaklarımla duydum!..” (Hasan karakaya, Vakit, 31 Ocak 2003.)

İslamî basının “ortaya çıkardığı bir gerçek” de Kıbrıs’ta bütün bu yaşananların müsebbibinin İsrail, yani Yahudi lobisi olduğuydu. Kofi Annan da eşi vasıtasıyla bu lobinin bir oyuncağıydı adeta:

Bizim Kofi, hani şu BM Genel Sekreteri var ya, öyle büyük başarılara imza atmış bir diplomat falan değil.. Adı-sanı duyulmadık bir adam nasıl oluyor da BM Genel Sekreteri oluyor derseniz, oluyor işte..
Kofi, Ganalı.. Daha önce Somali ve Ruanda’da görev yapmış ve başarısız olmuş.. Gana’nın iki önemli kabilesinden Fanteler ve Ashanteler’le akrabalık bağları var. Anne Fante, baba Ashante.. O bir kabile şefi. Yani anlayacağınız derebeyi. İşgâlde İngiliz işgâl komiseri ile işbirliği yapmış ve mason örgütüne katılmış.. İngilizler de onu Lever’in müdürü yapmışlar. Kofi aile ilişkilerini kullanarak Ford bursu ile Amerika’ya gitmiş. İlk evliliğini de burada bir diğer soylu ailenin kızı olan Ganalı bir bayanla yapmış.. Bu eşinden boşandıktan sonra da “Özel bir bayan”la evlenmiş. Annan’ın ikinci eşi sarışın bir İsveçli olan Nanne Lagergren’dir. O bir ressam ve başarılı bir avukat. Asıl büyük sır şu ayrıntıda gizli: Bayan Lagergren’in amcası da Yahudiler gözünde bir kahraman haline gelmiş olan Raoul Wallenberg.

Bugün Kudüs’te “Yahudi Soykırımında” ölenlerin anısına 1953’de yapılan Yad Vashem anıtı çevresinde “Doğruların Caddesi” adında bir sokak vardır. Bu sokağın her iki yanında Yahudilerin soykırımdan kurtulmasına yardım eden 600 kişinin anısına dikilmiş ve her birinin üzerinde adları yazılı 600 ağaç sıralanmaktadır. Bu ağaçların birisi ise Kofi Annan’ın karısının amcasının ismini taşır. (...) Kofi Annan’ın karısının da bir üyesi olduğu Wallenberg ailesi pek de sıradan bir aile sayılmaz. Yahudi kökenli bir aile olan Wallenbergler Avrupa’nın en zengin ve güçlü ailelerinden. (...) Kofi Annan’ın karısının da bu milyarlarca dolarlık servetin ortaklarından biri olduğunu söylersem sayın Annan’ın ne kadar şanslı bir adam olduğunu da çıkarabilirsiniz. (Abdurrahman Dilipak, 12 Şubat 2003, Vakit.)

Kofi Annan’ın İsveçli eşi konusu Dilipak’ın ilgi alanına ‘Araştırmacı - yazar’ Serdar Kuru’nun yazıları sayesinde girmişti. “Annan’ı yükselten Yahudi sermayesi” başlığıyla Aydınlık dergisindeki yazısında Kuru, Annan’ın “siyah rengine” bolca vurgu yaparken, sayfada yer alan Annan’ın eşinin fotoğraf altı yazısı da manidar: “Annan’ın ikinci eşi, güzel sarışın bir İsveçli olan Nane Lagergren’dir”

Görünen o ki, daha uzun bir süre Kıbrıs’la yatıp kalkacağız. Bir yandan da Türkiye basınını okumaya devam edeceğiz haliyle. Kıbrıslıların Türkiye’nin kendi içinde ve dışındaki hesaplaşmalarında rehine olmaktan kurtulup kurtulamayacaklarını hep birlikte göreceğiz. Ancak şu ana dek yazılanlar ilerisi için de bir fikir verebiliyor. Türkiye belki de tarihinde ilk defa, kangren haline gelmiş bu konuyu tartışmaya devam edecek etmesine ama, bunca yılın verili şablonunun dışına çıkmak da pek olası olamayacak gibi görünüyor. Tarihi farklı bir şekilde okuyan, meseleyi ahlakî bir açıdan yorumlayan yaklaşımlar yine yok denecek kadar az olacak. Kıbrıslılar Kemalist - ulusal sol çevreler için yeterince solcu ve anti emperyalist olmamakla, İslamî kesim için yeteri kadar dindar, milliyetçiler içinse yeteri kadar milliyetçi olmamakla suçlanmaya devam edecekler ve kimseye “yaranamayacaklar”. (Olası bir çözümün ardından Rumlar ve diğer AB ülkeleri için yeteri kadar Avrupalı bulunmamaları da olası!) Kıbrıs, meseleyi tamamen “kişi başına düşen gelir” penceresinden değerlendiren, çok kısa bir süre önce “para kazanmak için” Irak’a girmeyi savunacak kadar gözü dönmüş milliyetçi liberallerle, “sağlı-sollu” milliyetçiler arasında kısır bir tartışmanın nesnesi olmaya devam edecek. Meseleye “Rumlar - Türkler” cephesinden değil de sınıfsal ve etik perspektiften yaklaşan sol bir anlayışın sesiyse yine pek duyulmayacak maalesef...

SERKAN SEYMEN

MURAT TOKLUCU