Kofi Annan, 2003 yılında Güvenlik Konseyi’ne sunduğu “Kıbrıs Raporu”nda hayal kırıklığını saklamamış ve bütün dünyanın desteğini arkasına alarak yürüttüğü çözüm çabalarının neden sonuçsuz kaldığını ayrıntılı biçimde anlatmış, çözümsüzlüğün baş kahramanı olarak da Rauf Denktaş’ı göstermişti. Türkiye’ye fazla yüklenmemekle beraber, Denktaş’a arka çıktığı için onu da eleştirmişti.
Annan, artık Kıbrıs sorunuyla ilgilenmeyeceğini de imâ ederek, taraflar çözüm konusunda çok istekli davranır ve koşullarını kabûl ederse, ancak ve ancak o zaman Kıbrıs görüşmelerini yeniden başlatabileceğinin altını çizmişti. Aslında, yakın tarihin en yoğun çözüm çabasının sonuçsuz kalması, Kıbrıs sorununun bir “Türk sorunu” olarak anlaşılmasına yol açmıştı. Çünkü, çözümün Kıbrıslı Rumların AB üyeliği gerçekleşmeden sağlanması için çok çalışılmış, bu çabaların Kıbrıs Rum tarafını rahatsız ettiği bilinirken, itirazların Türk tarafından gelmesi şaşırtıcı olmuştu. Gerçekten de, Annan Planı Kıbrıs Cumhuriyeti’nin AB üyeliğinin gerçekleşeceği 2002 yılının Aralık ayında AB’nin Kopenhag Zirvesi’nin hemen öncesinde ileri sürülmüştü ve Kıbrıs Rum tarafının yoğun tepkisiyle karşılanmıştı. Buna karşın, plana görüşme masasında “Hayır” diyen taraf Türk tarafı olmuştu. Benzer tutum, 2003 yılının başında Lahey Zirvesi’nde de tekrarlanmış ve çözüm bulunmadan Kıbrıs Rum tarafının 16 Nisan 2003 tarihinde, tüm Kıbrıs adına AB’ye tam üye olması sağlanmıştı. İşte bu nedenlerden ötürü, Kıbrıs sorunun bir “Türk sorunu” olarak ortada kalmış, çözümün de Türk tarafının hazır olacağı zaman mümkün olabileceği anlayışı yaygınlık kazanmıştı.
“Türk tarafı” ise son derece karışıktı. Her şeyden önce uyumlu bir bütün oluşturan bir “Türk tarafı” yoktu. AKP ile devletin, başta ordu olmak üzere, diğer kurumları arasında ortak bir Kıbrıs görüşü olmadığı açıktı. Ayrıca, hükümet olmasına karşın, AKP, Kıbrıs sorununun çözülmesi için bastırabilecek kadar iktidar sahibi değildi. Kıbrıs’ta ise Denktaş, Kıbrıs Türk toplumunun çözümden yana koyduğu açık tavra karşın, çözümsüzlükte ayak diretmekte kararlıydı. Bu yüzden, Türkiye’nin AB üyeliğine karşı çıkan izolasyoncu milliyetçilerle tam bir işbirliği yaparak çözüme karşı direnmeye çalışıyordu. Türk tarafında hüküm süren bu karmaşaya karşın, Kıbrıs sorununun çözümünde ısrarlı olan AB ile Kıbrıslı Türkler ve Türkiye’nin AB-üyelik perspektifini yitirmesini istemeyen ABD ile AKP hükümeti, dikkatlerini iki önemli tarihe çevirmişlerdi: 1) 2003 yılının Aralık ayında Kuzey Kıbrıs’ta yapılacak genel seçimlere, 2) Kıbrıs’ın tam ve yasal olarak AB‘ye üye olacağı 2004 yılının Mayıs ayına...
2003 yılında Kuzey Kıbrıs’ta yapılan seçimler, Kıbrıs sorununun çözümüyle ilgili çevrelerde umutları arttırdı. Rauf Denktaş’la çözüm olamayacağına inanan AB, ABD ve BM seçimden çözüm yanlısı güçlerin, az farkla olsa da, birinci çıkmalarını çözüm doğrultusunda ileri bir adım saydılar ve çözüm girişimlerini yoğunlaştırmaya karar verdiler. Seçim sonuçlarını dört gözle bekleyenler arasında, kuşkusuz, AKP hükümeti de vardı. AKP için Kuzey Kıbrıs’ta yapılacak seçimin önemi bir başkaydı. Hükümete gelir gelmez Türkiye’nin AB üyeliği doğrultusunda ilerleme sağlamasını neredeyse varlık nedeni haline getiren AKP, bunun Kıbrıs’la doğrudan ilgili olduğunu erken kavramış ve Kıbrıs konusunda, o güne kadar hiçbir hükümetin göstermediği kadar çözüm niyeti göstermişti. Resmî tez iki-devletli konfederasyon iken, AKP programına iki-toplumlu federasyon tezini almış, “Belçika Modeli”ni benimsemişti. Çözüm doğrultusunda hareketlenmeye başlayan AKP hükümeti, daha ilk adımlarında “devlet gerçeği” ile karşı karşıya geldi ve Kemalist bürokrasi ile milliyetçilerin koalisyonundan oluşan “Red Cephesi”ne tosladı. Koro şefliğini Rauf Denktaş’ın yaptığı “Red Cephesi” Annan Planı’na karşı saldırıya geçererek, hem AKP hükümetinin prestijini sarsmış, hem de Türkiye’nin AB üyeliği perspektifini tehlikeye sokmuştu. Bu yüzden AKP hükümeti Kuzey Kıbrıs’ta yapılacak seçimleri beklemeye koyulmuş, oradan çıkacak çözümden yana bir iradenin, kendini devlet nezdinde fazla riske atmadan, çözüm politikasını kaldığı yerden sürdürmesini sağlayabileceğine inanıyordu. Nitekim, seçimlerden çıkan sonuç teşvik edici olmuştu ve AKP hükümeti, Kıbrıs sorununu çözmek için bir kez daha sahaya inmeye karar verdi.
AKP hükümeti, “1. Tur”da aldığı mağlubiyetten dersler çıkarmayı ihmal etmedi ve Kıbrıs sorununun çözümü için sahaya ikinci kez inmeden, hem içeride, hem de dışarıda, ciddi bir “hazırlık dönemi” geçirdi. İçeride devletin çeşitli kurumlarını, 1 Mayıs 2004 yılına kadar çözüm bulunmazsa, Türkiye’yi nelerin bekleyeceğine, ne gibi kayıpların yaşanılacağına ikna etmeye çalıştı. Çözümsüzlük durumunda, Türkiye artık AB toprağı sayılan Kıbrıs toprağını işgâl etmiş sayılacak, 2005 yılından itibaren binlerce Kıbrıslı Ruma tazminat ödemek zorunda kalacak, Türkiye’nin AB üyelik perspektifi tamamen ortadan kalkmış olacaktı. Ayrıca, AB’ye girmiş Kıbrıs Rum tarafının eline geçireceği diplomatik üstünlüğü, Türk tarafına karşı sonuna kadar kullanacağı, dolayısıyla, Türk tarafının Annan Planı’nı ve planda yer alan koruyucu önlemleri “arar duruma” düşeceği kesindi. Hem bu değerlendirmelerin etkili, dolayısıyla ikna edici olabilmesi, hem de kendini koruyabilmesi için AKP hükümeti dış faktörleri de devreye soktu. Başta ABD ve AB olmak üzere, Türkiye’nin ikna olabilmesi için çok çaba sarf edildi. Özellikle, ABD ve AB’nin Kıbrıs konusunda tam bir uyum içinde olmaları, Türk Silahlı Kuvvetleri içinde ülkenin “stratejik önemi”ni ileri sürerek katı bir tutum sergileyen kesimler üstünde etkili olmuşa benzer. İlginçtir, 19 Ocak 2003 tarihli Süddeutche Zeitung’da Verheugen’le yapılan bir mülakatta Verheugen, Kıbrıs konusunun ABD ve AB’nin “virgülüne kadar hemfikir oldukları tek dış politika konusu” olduğunu vurguluyordu. Bu açıkça şu anlama geliyordu: Türkiye, AB üyeliği açısından iddialarını sürdürmek istiyorsa, Kıbrıs sorununun çözümüne katkı vermelidir. Bu konuda AB ile ABD görüş birliği içindedirler.
Bütün bu girişimler ve yapılan hazırlıklar tamamlanınca, 2004’ün başında, yeni Kıbrıs inisyatifi Başbakan Erdoğan tarafından başlatıldı. Önce Davos’ta BM Genel Sekreteri Kofi Annan’la, ardından da ABD ziyaretinde Başkan Bush’la görüşen Erdoğan, Türk hükümetinin Kıbrıs sorununu çözmeye hazır olduğunu söyledi. Sütten ağzı yandığı için yoğurdu üfleyerek yemek isteyen Kofi Annan, Türkiye’nin, AB baskısı yüzünden, biraz da telaş içinde, Kıbrıs görüşmelerini yeniden başlatma istemine kendi koşullarını dayatarak karşılık verdi. Görüşmeler Annan Planı temelinde yapılmalı, belirli bir süre içinde sonuç alınmazsa, Kıbrıs Anlaşması’nın son şeklini verme yetkisi Kofi Annan’ın olmalı ve taraflar ortaya çıkacak antlaşma metnini 1 Mayıs’tan önce ve eşzamanlı olarak referanduma götürmeyi taahüt etmeliydi. Kofi Annan, bir bakıma bir yıl öncesinin intikamını alıyordu. Bir yıl önce “Red Cephesi”ne yenilen Erdoğan’ın “Annan beni aldattı” sözleri belleklerden henüz silinmemişti. Elbette, Annan’ın tutumu şahsi bir intikam güdüsüyle açıklanamaz. Burada söz konusu olan, uzun yıllara yayılan ve AB ile ABD’nin birlikte yürüttüğü bir strateji idi. Bu stratejiye göre, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin AB’ye üyelik süreci Türkiye’yi önünde sonunda çözüme zorlayacak ve Türkiye’nin AB’ye üyelik sürecinde adım atması ise bu “zorunluluğu erdeme” dönüştürecekti. AB Kıbrıs sorununun çözülmesi için, Türkiye’ye gerekli jesti yaparak üyelik müzakereleri için tarih verebilirdi. Aslında, Ankara’da yapılan hazırlıklar, Kıbrıs görüşmelerinin başlaması ama Aralık ayına, yani Türkiye’nin AB’den müzakere tarihi alıp almayacağının belli olmasına kadar devam ettirilmesi doğrultusundaydı. Ancak, ABD ve AB’nin ikna girişimleri etkili oldu. Çünkü, 1 Mayıs’tan sonra masada Kıbrıs Rum tarafını bulmak zor olacaktı, bulunsa da Annan Planını konuşmak mümkün olmayacaktı.
Başbakan Tayyip Erdoğan, ABD ziyaretini tamamlayıp Türkiye’ye dönmek üzere yola çıktığında, Kofi Annan’ın koşullarını çoktan kabûl etmişti. Üstelik, çözümsüzlük kahramanı Denktaş konusunda kimsenin endişeye düşmesine gerek olmadığını, bu konuyu Türkiye’nin çözeceğini de taahüt etmişti. Bu yüzden Kofi Annan New York zirvesi öncesinde ilgili taraflarla ayrı ayrı görüştüğü halde, Denktaş’la hiçbir temas kurmayarak, 2003 Lahey’inin intikamını bir güzel almıştı.
Sonunda gözler, Kofi Annan’ın yapacağı çağrıya çevrildi. Beklenen davet mektubu tarafların eline ulaşınca, herkes şok geçirdi. Bu görüşmelerin başlaması için bir davet mektubu değil, Annan Planı’nın, hem de öyle referans ya da temel alınması falan değil, ta kendisinin Kıbrıs sorununun çözüm belgesi olarak kabûl edilmesini dayatan bir şartname idi. Aksi halde, kimsenin zahmet ederek New York’a gitmesine gerek yoktu. Olayın böyle gelişmesinden Rauf Denktaş kadar Kıbrıs Rum tarafı da şikâyetçi idi, ama yapılacak fazla bir şey yoktu. Başkan Bush ve Dışişleri Bakanı Powel, küçük Kıbrıs Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı’na mektuplar göndererek olayın ciddiyetini önceden bildirmişlerdi. Erdoğan ise, bu kez, Denktaş’a yenilmemekte kararlı idi, ayrıca, Kuzey Kıbrıs’ta en büyük partinin barış yanlısı lideri Mehmet Ali Talat’la tam bir uyum içinde çalışıyordu. Etrafına bakınan Denktaş, bu tür durumlarda çalmayı alıştığı kapıları çalmak için yeniden Ankara’nın yolunu tuttu. Bu kez, Türk Silahlı Kuvvetleri, Cumhurbaşkanlığı, Hariciye ve Hükümet aynı telden çalıyordu. En azından masadan kaçan tarafın Türk tarafı olmaması konusunda görüş birliği vardı. Ne var ki, dış faktör her şeyi çok iyi tasarlamıştı. Masaya oturmak demek, sonuna kadar gitmek demekti.
Kıbrıs Rum tarafı gelişmelerden son derece mutsuzdu. Oysa, daha Annan’ın davet mektubunun geldiği güne kadar, 1 Mayıs’a çözüm olmadan gideceği ve AB üyeliğinin Annan Planı olmadan tamamlanacağından emindi ve emin olduğu kadar keyifliydi de. Hatta, ufak ufak Kıbrıslı Türklerin Kıbrıs Cumhuriyetine nasıl iltihak edecekleri konuşuluyor, bütün siyasî partiler, en milliyetçisi bile, Kıbrıs Cumhuriyeti adına girecekleri Avrupa Parlamentosu seçimlerine, lütûf yapar gibi, Kıbrıslı Türk adaylar da göstereceklerini, kendini beğenmiş bir eda içinde, açıklıyorlardı. Annan Planı’nın öldüğünü geçmişte sık sık dile getiren Denktaş’tı ama, bunun gerçek olmamasını en çok isteyen siyasiler Kıbrıs Rum toplumunda yaşıyordu. Kıbrıs Türk toplumu, biraz da seçim yarışı yüzünden, sabah akşam Annan Planı tartışırken, Kıbrıs Rum tarafında Annan Planının varlığı, neredeyse unutulmaya yüz tutmuştu.
Taraflar çaresiz, New York’un yolunu tuttular. Her ne kadar, Papadopulos ile Denktaş, ağız birliği etmişçesine, benzer itirazları dile getirmeye kalkmışlarsa da, Türk ve Yunan hükümetlerinin kararlı tavrı ve ABD ve AB’nin BM binasını kuşatan ruhları sayesinde, çözüm taahütü altına girdiler. Kendilerini fevkalade “zeki ve becerikli” sayan ve yarım asırdan beri birbirlerine karşı “millî üstünlük” arayan bu iki Kıbrıslı siyasetçi, küçük bir Ada’da doğmanın pişmanlığı içinde ve “tarihin kendilerine haksızlık yaptığı” duygusuyla Ada’ya döndüler ve görüşmelere başladılar. Şu ironiye bakın! 1950’li yıllarda yeraltı örgütlerinde Enosis ve Taksim’i kovalayan, 1960’lı yıllarda ortak Kıbrıs Cumhuriyeti’nin çalışmaması için biri TMT, diğeri Akritas Örgütü içinde elinden geleni yapan ve birbirlerine karşı kişisel düzeyde de soğuk davranmayı “milli politika” sanan Denktaş ve Papadopulos, şimdilerde “İkinci Kıbrıs Cumhuriyeti”nin kuruluş görüşmelerini sürdürüyorlar. Temsil ettikleri milliyetçilikler gibi yenik ve iktidarsız, ama bir o kadar da isteksiz...
Mart sonu, yani Türkiye ve Yunanistan’ın görüşmelere resmen katılacakları, aslında görüşmeleri “devralacakları” tarihe kadar, Kıbrıslı liderlerin herhangi bir konuda anlaşmaları imkânsız değilse de çok zor görülüyor. Türkiye ile Yunanistan bir haftalık mesaiden sonra inisyatifi Kofi Annan’a bırakacak ve Annan da belgeye son şeklini vererek, 21 Nisan tarihinde tarafları referanduma davet edecek. Bu noktada, paradoks eklemlenmeler ülkesi Kıbrıs’ta Kofi Annan’ı “yeni sürprizler” bekleyebilir. Çözümün referanduma takılması, imkânsız değildir. Zaten, Denktaş’ın şimdiden bu doğrultuda çalışmaya başladığı biliniyor. Kolu kanadı kırık Denktaş’ın gücü buna yetmese bile, “Hayır”, Kıbrıs Rum tarafından gelebilir. Bu durumda, Annan’ın Kıbrıs girişimlerinin birincisi Türk tarafından, ikincisi de Rum tarafından reddedilmiş olacak. Aslında, bu felaket senaryosunun gerçekleşebilirliği Annan tarafından bilinmez değildir. Geçen yıl Güvenlik Konseyi’ne sunduğu “Kıbrıs Raporu”nda Türk tarafını suçlu sandalyesine oturtmasının yanısıra, gözlerden kaçan bir de uyarıda bulunmuştu. Genel Sekretere göre, “Kıbrıs Rum siyasetçileri, Kıbrıs Rum halkını Kıbrıslı Türklerle yapılacak bir uzlaşma için hiç hazırlamamışlar”dı. Bu değerlendirmenin ne kadar geçerli olduğunu, bugünlerde Kıbrıs Rum toplumu içindeki “anti-Annan” havasını koklayan herkes görebilir.
Evet, Kofi Annan, paradoks eklemlenmeler ülkesi Kıbrıs’a geri döndü. Bu yeni girişim, “İkinci Kıbrıs Cumhuriyeti”nin doğuşuyla sonuçlanabileceği gibi, “iki ayrı Kıbrıs”la da sonuçlanabilir. Kesin olan şudur ki, Kıbrıs, şöyle ya da böyle, uluslararası toplumu meşgûl eden bir sorun olmaktan çıkacak...
NİYAZİ KIZILYÜREK