Gündem değişmiyor: Müzakereler, referandum ve 1 Mayıs. Başka türlüsü de olamaz zaten. Komiteler gece gündüz çalışıyor; zamana karşı büyük bir yarış söz konusu. Öyle canalıcı bir süreç ki yaşanan, sadece Kıbrıs’ı ve Kıbrıslılar’i ilgilendirmiyor. Buradan çıkacak sonucun birçok başka bağlantıları, ilişkileri ve etkileri var.
Örneğin Türkiye’nin, Aralık ayında müzakerelerin başlatılabilmesi için Avrupa Birliği’nden tarih alıp alamayacağı büyük oranda Kıbrıs’ta varılacak sonla ilişkili. Yalnız bu mu; şimdilerde bir de ‘Büyük Ortadoğu Projesi’ var. ABD’nin denetimi ve kontrolü altında tutmak istediği bu geniş coğrafyada Kıbrıs ayrı bir önem taşıyor. Sadece jeostratejik konumu itibariyle değil, aynı zamanda sorunlarını çözmüş bir Kıbrıs, bu proje için mutlaka gerekli. Bunun başarılması, söz konusu coğrafya için de başka bölgeler için de emsal teşkil edecek ve uygulanabilirlik açısından önerilebilecek. En yakında ‘Filistin-İsrail’, daha uzakta ‘Keşmir’ ilk sırada olanlar. Hal böyle olunca sona doğru yaklaştığımız bugünlerde, adaya yönelik diplomatik trafik ve beraberinde siyasî baskılar da yoğunlaşıyor.
Siyasî ortam kızıştıkça, Kıbrıslıların nabzı da tutulmaya çalışılıyor. Öyle ya, eğer yeni bir Kıbrıs kurulacaksa -ki Annan Plânı bunu öngörüyor-, bu yeni oluşum içinde yaşayacak olan Kıbrıslılar, yani sokaktaki insan, bunu ne kadar içine sindirebiliyor? Böylesi yeni bir oluşuma zihnen ve vicdanen hazırlar mı?. Bu noktada anketler, ilk elde başvurulabilecek ve kesin olmasa da mevcut havayı koklamaya yarayacak önemli göstergeler. Nitekim bu türden çalışmalar zaman zaman yapılıyor. Şu ana kadar alınan sonuçlar, ileride değişme ihtimali olsa da, özellikle Kıbrıslı Rumların arasında, ‘hayır’ oranının yüksek olduğunu gösteriyor. Kıbrıslı Türkler ise ‘evet’e daha yakın. Referandum tarihine neredeyse bir ay kala (şu an itibariyle), acaba bu eğilimler nasıl değerlendirilmeli?.. ‘Kıbrıslı Rumların tuzu kuru, onlar nasıl olsa her halükârda AB’ye girecekler, bu nedenle rahatlar; Kıbrıslı Türkler ise bu tarihi şansı kaçırmak istemiyorlar, o yüzden ‘evet’ onlar için kaçınılmaz’ yollu alışıldık yaklaşımlar dışında, acaba söylenecek başka söz yok mu?..
Bu noktada 23 Nisan 2003 önemli bir tarih. O günden başlayarak iki kesim arasında, kontrollü de olsa karşılıklı geçişlerin serbest bırakılması, beklenenin ve kimi endişelerin aksine, hemen hiçbir olumsuz gelişmeye yol açmadı. Tam tersine, sonuçları bakımından son derece ağır bir askerî harekâtın ardından, otuz yıldır birbirinden ayrı yaşıyan iki toplum arasında, bütün o geçmişe rağmen, çok farklı insanî ilişkiler gelişti. Eski dostlar, komşular buluştu ve ortak hatıralar yâd edildi; yeni dostluklar kuruldu; karşılıklı ziyaretler gerçekleştirildi, iki toplumlu etkinlikler yaygınlaştırılarak arttırıldı; gençler arasında ciddi yakınlaşmalar sağlandı ve ortak çalışmalar sergilendi. Hemen her ortamda ve kesimde ‘Barış’, ‘Çözüm’ ve Avrupa Birliği’ ortak talepler olarak dile getirildi. Bugün hâlâ, özellikle sosyal-kültürel alanlarda devam eden bu türden ilişkilerin oluşturduğu iyimser hava, gerek içeride ve gerekse dışarda, Kıbrıs Sorunu’nun çözümü yolunda yeterli toplumsal desteğin varlığı şeklinde algılandı ve yorumlandı. (Bu konuda farklı değerlendirmeler de var: Kimileri bu iyimserliği abartılı buluyor ve söz konusu ilişkilerin çoğunlukla aynı insanlar ve kesimler arasında sürdürüldüğünü söyleyerek, çıkartılan gürültünün sayısal çokluk anlamına gelmediğini vurguluyor. Kimileri ise mevcut statükoların ve polisiye tedbirlerin güçlü ve caydırıcı olduğunu öne sürerek, herhangi bir sorunun yaşanmamış olmasını asıl buna bağlıyor. Ancak genel anlamda yaygın bir sükûnetin olması, herkesin aynı samimi ilişkiler içinde yer almasa da, en azından bu ilişki ve gelişmelerden rahatsız olmadığı, bir bakıma bütün bu yaşananlara doğrudan ya da zımni bir onay verdiği biçiminde değerlendirmek daha gerçekçi görünüyor.)
Ne var ki, ‘sosyal-kültürel alan’larda yaşanan bu iyimser gelişmeler, ‘siyasal alan’da aynı oranda olumlu yansımalar içermiyor. Dahası Kıbrıslı Rumlar arasında, referanduma yönelik olarak ‘hayır’ oranının, en azından şu an itibariyle yüksek çıkmasının da, özellikle gelişen sosyal-kültürel ilişki ve yakınlaşmaların yarattığı iyimser hava göz önüne alındığında, ters orantılı bir sonuç olduğu belli. Bir başka ifadeyle, insanların ‘sosyal-kültürel’ yaşam alanlarında içselleştirebildikleri ‘uzlaşmacı’ eğilimin, ‘siyasî alan’a çıkıldığı anda -siyasî iradeye dönüştüğü anda- ‘redci’ bir tavır halini alması, açıklanması gereken bir durum. Aslında bu paradoksal tablo, Kıbrıslılar olarak sürekli yaşadığımız bir çelişkiyi; siyasî varoluşlarımızla (siyasî kimliklerimizle), sosyal-kültürel varoluşlarımız (sosyal-kültürel kimliklerimiz) arasındaki o gerilimli ilişkiyi, bir türlü doldurulamayan o büyük tarihsel boşluğu işaret ediyor.
Niyazi Kızılyürek, Kıbrıs’ın yakın siyasî tarihinden hareketle yazdığı Ulus Ötesi Kıbrıs başlıklı çalışmasında, Kıbrıslılar için ‘ulus ile coğrafya arasına sıkışan’lar biçiminde çarpıcı bir tespit yapar. Kanımca Kıbrıslıların yakın geçmişi, bu tespitin siyah-beyaz fotoğrafı gibidir. Osmanlı Dönemi’nden başlayarak, önce ayrı ‘din’ ve sonra da ayrı ‘milli’ aidiyetleri ile ‘farklılıklarını’; sürekli ‘ortak coğrafik’ aidiyetlerinin buluşturduğu ‘sosyal-kültürel’ ilişki ve değerlerde ise ‘benzerliklerini’ keşfeden Kıbrıslılar; içinde yaşadıkları dönem itibariyle kendini önceleyen aidiyet biçimine bağlı olarak paradoksal ilişkiler yaşarlar. Çok katı bir kategorizasyon doğru olmasa da, ‘dinî’ ve ‘millî’ kimlik aidiyetlerinin belirleyici olduğu dönemlerde ‘farklılıkları’ ön plâna çıkararak ‘çatışma’; ‘coğrafik aidiyetler’ ön plâna çıktığında ise ‘uzlaşma’ ilişkisi içine girerler. Bunun en belirgin örneği özellikle uluslaşma hareketlerinin başladığı ve ulusçuluk ideolojisinin egemen olduğu dönemlerde yaşanan ilişki biçimlerinde kendini gösterir.
Osmanlı İmparatorluğu altında uluslaşma hareketlerinin ve ulusçuluk ideolojisinin yaygınlaşması Kıbrıs’ta da yansımalarını bulurken önce Ortodoks ve sonra da Müslüman Cemaat, ulusal (millî) topluluklara dönüşür ve ulusal (millî) aidiyet (yani ulusal -milli- kimlik) ön plâna çıkar. Bunun anlamı Kıbrıs’ta yaşayan her iki toplumun, öne çıkan siyasal seçkinleri ve aydınlarının da marifetiyle yüzlerini uzaktaki anavatanlarına (Yunanistan ve Türkiye’ye) çevirmeleri demektir. Ulusçuluk ideolojisinin, din ve dil ortaklıklarının kolaylaştırıcı etkisiyle siyasallaştırdığı kimlikler, aynı anda siyasallaştırılmaya çalışılan kültürle -özellikle tarih ve edebiyat burada öne çıkar- cemaatleri ulusal topluluklar haline dönüştürürken, bir kurgusallığı da içermektedir (amaca yöneliktir) ve bu anlamda yukarıdan aşağıya zorlayıcı ‘sosyal mühendislik’ karakteri belirgindir. Bu aşamada her ulusal (millî) kimlik-topluluk kendi önceliğini ve üstünlüğünü gözettiğinden, farklılığını ısrarla öne çıkarır ve ‘öteki’ne karşı reaksiyoner (‘çatışmacı’) bir yaklaşım ve ilişki içine girer. Bu kadar da değil. Her ulusal topluluğun artık belirlenmiş ulusal (millî) hedefi (davası) vardır. Bilindiği üzere Kıbrıslı Rumlar için bu ‘Enosis’; Kıbrıslı Türkler için ise son kertede ‘taksim’dir. Sonuçta belirleyici hale gelen ‘ulusal (millî) kimlik’ler, ulusçuluk ideolojisinin yol göstericiliğinde, ulusal (millî) hedef (dava) ekseninde yönlendirilir ve ancak birbirlerine rağmen gerçekleşmesi mümkün olan bu hedefler (davalar) temelinde çatışmacı ilişkiler kalıcılaşır. Buna bir de dönemin siyasal konjonktürü, yani İngiliz Sömürgeciliği’nin ‘böl ve yönet’ politikaları ve manipülasyonları eklenince, bu çatışmacı tablonun mantığı ve işleyiş mekanizması tamamlanmış olur.
Ancak kimlik ‘tek boyutlu’ gelişen bir süreç değil. Aynı anda çok farklı boyutların da etkisi altında. Örneğin Kıbrıs’ta tarihsel olarak paylaşılan ortak coğrafyayla olan aidiyet ilişkileri de kendi doğal karakterini (yani siyasetten bağımsız, siyasallaştırılarak yönlendirilmemiş sosyal-kültürel karakterini) sürdürür. Bu ilişkiler Kıbrıs Adası’nın, tam da ‘fetheden aynı zamanda fethedilir; kültürler çatışması aynı zamanda kültürler karışımıdır’ tespitine uygun olarak geçmişten gelen bir kendine özgülük de taşır. Bu tarihsel zeminde sürdürülen; kamusal alanların paylaşılmasından, en sıradan gündelik alanlara ve olaylara kadar yayılan ilişkiler; süreç ve süreklilik içinde, her iki toplum tarafında da kazanılan ortak değerlere ve alışkanlıklara dönüşecek kadar canlıdırlar. Ne var ki, egemen ulusalcı siyasal ideolojilerin ve onların siyasetlerinin sürekli etkileri ve baskılaması altında olduklarından, kültürel bir bilinç halinde içselleştirilmekten çok, bir kendiliğindenlik halinde yaşanırlar ve bu nedenle son derece kırılgandırlar. Özellikle siyasal ideolojilerin ön plâna çıktığı durumlarda kolaylıkla terk edilecek kadar uçucudurlar; ancak siyasal ideolojinin baskısından kurtuldukları anda (örneğin siyasal alanın dışına çıkarak sosyal-kültürel alana geçtiği anda) yeniden yaşanacak kadar da kökleşmişlerdir. İşte Kıbrıslıların sahip oldukları bu belirgin ikili varoluşsal özellik, yani ‘ulusal kimlik’ (siyasal kimlik) ve ‘coğrafik kimlik’ (sosyal-kültürel kimlik) halleri, tarihsel süreç içinde paradoksal bir karakter kazanarak, kâh çatışma (ağırlıklı olarak çatışma) ve kâh uzlaşma biçimine dönüşür ve arada yaşanan önemli siyasî kırılmalarla, günümüze kadar devam eder.
Bu önemli kırılmalardan birincisi, 1960’ta Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kurulmasıyla yaşanır. Bu yeni dönemde, her zaman olduğu gibi biraz da zorlanarak ve garantör devletler denetiminde (İngiltere-Türkiye-Yunanistan), her iki toplum siyasal ve anayasal sınırları belirli bir anlayış (anayasal vatandaşlık) temelinde bir araya getirilir. Ulusal hedeflerin (millî davaların, yani Enosis ve taksim’in) ortadan kaldırılmaya, ulusal (milli) aidiyetlerin geriletilmeye çalışıldığı bu dönemde, siyasal seçkin ve aydınların ağırlıklı olarak milliyetçi tutumlarında ısrar etmeleri ve özellikle Kıbrıslı Rum solunun da bu milliyetçi anlayıştan kendini bir türlü kurtaramaması nedeniyle (bu arada bir avuç cumhuriyet taraftarı muhalif acımasızca ezilir), ‘anayasal vatandaşlık’ ilerletilerek ‘gönüllü yurttaşlığa’ dönüştürülemez ve tam aksine ulusal kimlik ve hedeflere (davalara) geri dönülür ve Aralık 1963’te yeni bir çatışma dönemi başlar.
Kıbrıs’ın siyasî tarihinde ikinci önemli kırılmayı ifade eden Aralık 1963’te, Kıbrıslı Rumlar ‘Enosis’ hedefine doğru büyük bir adım atarken, Kıbrıslı Türkler ise ‘anavatan’ı beklemenin yaşanacağı sıkıntılı bir döneme girer. Toplumlar arasındaki mutlak izolasyon ‘çatışmacı’ zihniyeti daha da beslerken, ’60’lı yılların sonlarına doğru tek taraflı da olsa karşılıklı ilişkiler yeniden başlar ve iki toplum hayatın çeşitli alanlarında yüzleşirler. Bu dönemin biraz grotesk, ama daha fazla trajikomik özelliği, gündüz çeşitli alanlarda sürdürülen ilişkilerin (uzlaşmacı ilişkilerin), geceleyin sınır boylarında karşılıklı nöbet tutmak biçiminde yer değiştirmesinde (çatışmacı ilişki biçiminde) kendini gösterir. Aynı dönemde, giderek palazlanmaya başlayan Rum burjuvazisi ve devlet olanaklarından tek taraflı yararlanmanın avantajıyla belirli bir refah seviyesine ulaşma yolunda ilerleyen Kıbrıslı Rumlar yanında, yeni bir siyasal perspektif de belirginleşmeye yüz tutar. Bağlantısızlar hareketiyle kurulan ve neredeyse öncülüğüne soyunulacak kadar ileriye götürülen bu yeni siyasal perspektif, milliyetçi karakterini yitirmese de, ‘Enosis’ hedefinden uzaklaşmaya ve kendisi için merkez olmaya doğru ilerler. Ne var ki ‘Enosis’in gerilemesi, Kıbrıs’ın bütününü (bütün kıbrıslılar’ı) gözetecek politikaların oluşturulmasına yetmez. Kıbrıslı Rum solu, ona yeniden ihtiyaç duyulan bu dönemde de bütüncül açılımlar göstermekten uzaktır. Yaşanan bu yeni gelişmelere rağmen, bir süre sonra ok yaydan çıkar ve ABD tezgâhında dokunan ‘Faşist Samson darbesi’ 15 Temmuzda kanlı bir iç çatışmanın ardından dramatik bir biçimde gerçekleştirilir ve bunun hemen arkasından da Türkiye, garantörlük hakkını kullanarak Adada bozulan anayasal düzeni yeniden tesis etmek adına, 20 Temmuz’da askerî müdahalede bulunur.
Bu müdahale ile Kıbrıs’ta üçüncü büyük siyasî kırılma yaşanır; ‘Enosis’ hülyası sona ererken, uluslararası sistem tarafından kabûl görmeyecek olsa da ‘taksim’ fiilen gerçekleşir. Yaşanan büyük altüst oluşlardan sonra, karşılıklı nüfus ve yer değişimiyle -ve kuzeye Türkiye’den yeni nüfus aktarımıyla- yeni bir bölünme ve toplumsal izolasyon dönemi başlar. Bu dramatik karmaşa içerisinde yer yer yaşanan -komşusunu yaşlı gözlerle uğurlama, düşmandan saklama, kaçmasına yardım etme, geride bıraktıklarına onun adına sahip çıkma vs. gibi insanî olaylar- çarpıcı olaylar ise belleklere adı konmamış izler olarak yerleşir. Söz konusu de facto durum ikili bir yapı ortaya koyar:
Bir yanda uluslararası sistemin resmen tanımaya devam ettiği Güney Kıbrıs, diğer yanda ise sadece Türkiye’nin tanıdığı -bazı alanlarda tanımaktan kaçındığı- ve 1983 Kasım’ından itibaren de Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti halini alacak olan Kuzey Kıbrıs. Bu ikili yapı içindeki siyasal anlayışları ise şöyle özetlemek mümkün:
Güney Kıbrıs’ta büyük hayal kırıklığı ve aldatılmışlık duygusuyla malûl Kıbrıslı Rumlar’a bu saatten sonra önerilen siyasî proje sadece ‘geçmiş’i (1974 öncesini) işaret ederek, bir gün mutlaka kaybedilen topraklara ısrarla geri dönüleceğini belirtirken; kuzeyde ise temel siyasî anlayış ‘bugünün sonsuza kadar devam edeceği’ ve ‘çözümsüzlüğün çözüm’ olduğu şeklindedir ve bu yolda elde edilen büyük ganimet de fütürsuzca yağmalanarak yasal bir hale sokulmaya çalışılmaktadır.
Halen geçerli olan ‘Soğuk Savaş Dönemi’nin kaba dikotomisi içinde, bir o yana bir bu yana yalpalayan yerleşik siyasal zihniyetler, ‘gelecek’ adına hiçbir umut vaat edememekte, sadece ‘geçmiş’ ve ‘bugün’ istismarı ile yetinmekte, de facto durumun aşılması ve çözüm adına, 1968 yılında başlayan ve devam edip giden beyhude görüşmeler yapmaktan ileri gidememektedirler. Bu yeni dönem Kıbrıslı Rumların siyasal bilinçlerinde ‘Enosis’ fikrini romantik çerçevesinden çıkararak, bir felaketin sebebi olarak algılanma haline dönüştürürken; Kıbrıslı Türklerin ilk andaki ganimet paylaşımının karmaşası ve çıkar kavgalarının ertelediği ‘taksim’ tezi ile yüzleşmeleri daha sonralara kalacak ve gün gele dünyadan izole olmanın acı gerçekleri ve yeni siyasal yapı içindeki otoriter idare altında can güvenliği endişesinden kurtulmuş olmanın, giderek bir özgürlük ve varoluş sorunu haline geleceğini görmeleri, onların da bu yeni durumla eleştirel bir ilişki içine girmelerine ve giderek güçlenen toplumsal muhalefet olarak farklı arayışları zorlamalarına neden olacaktır. Ulusçuluk ideolojisinin ‘ulusal kimlik’ ve ‘ulusal davalar’ ekseninde oluşturulan siyasal projeleri son kertede artık bir çıkmazla karşılaşmıştır. Kaldı ki, 20. yüzyılın nihayetinde ‘Soğuk Savaş Dönemi’nin son bulmasıyla oluşan yeni siyasal konjonktür, söz konusu siyasal duruşları artık geçersiz kılan bir içerik kazanmıştır. Artık ne ‘geçmişe dönmek’ ve ne de ‘bugünde kalmak’ mümkündür.
‘Geçmişe dönmek’; tarihi geriye sararak aynı yerden başlamak önerisi, aynı sorunların yeniden yaşanmasını gündeme getireceğinden, bir imkânsızlığı işaret etmektedir. İmkânsızdır, çünkü böyle bir önerinin Kıbrıslı Türkler arasında siyasal partner ve toplumsal destek bulamayacağı bir yana, tüm Kıbrıs’ı ve Kıbrıslılar’ı kapsayacak bir bütüncüllük içermediğinden geçerliliği ve de kabûl edilebilirliği söz konusu olmayacaktır. Olmayacaktır, çünkü bütüncüllük içermeyen bir çözüm önerisinin uluslararası sistem tarafından kabûlü ve bu anlamda meşrûiyeti mümkün değildir. Aynı şekilde sonsuza kadar ‘bugünde kalmak’ siyasal önerisi de bir başka imkânsızlığı işaret etmektedir. Öyledir, çünkü bu öneri de hem tüm Kıbrıs’ı kapsayacak bir bütüncüllükten yoksundur ve haliyle kabûl edilebilir değildir ve hem de Türkiye, devletler hiyerarşisinde askerî müdahale ile oluşturduğu de facto durumu, sonsuza kadar koruyacak ve meşrû saydıracak bir güce sahip değildir. Böyle bir durumun, her şeye rağmen sürdürülmeye çalışılmasının maliyeti büyük olacak ve nihayet Kıbrıslı Türkler dünyadan yalıtılmanın çaresizliği içinde kalacaklardır.
Kıbrıs’ta yaşanan tarihî siyasal süreç, bugünün siyasal koşullarında, geçerli ve kalıcı bir çözüm için, her iki toplumun kabûl edebilirliğini, uluslararası konsensusün ve meşrûiyetin şart olduğunu göstermiştir. 20. yüzyılın sonlarından itibaren oluşan yeni siyasal konjonktür tam da bu noktada, ‘geçmiş’ ve ‘bugün’ içinde debelenen siyasî anlayışların (statükoların) sona erdiğini ve yeni bir ‘gelecek’ projesinin, yeni referanslar temelinde tüm Kıbrıs’ı ve Kıbrıslıları kapsayacak şekilde oluşturmanın gerekliliğini ortaya koymuştur. İşte Annan Plânı temelinde hedeflenen ‘Çözüm ve Avrupa Birliği’, hem bir ‘gelecek’ projesi olması, hem bir bütüncüllük içermesi ve hem de uluslararası konsensus ve meşrûiyet taşıması açısından (tüm sıkıntılarına rağmen) şu an itibariyle kabûl edilebilirlik taşıyan tek öneridir. Öyledir, çünkü hem yaşanan ‘geçmiş’ ve ‘bugün’e ait deneyimler ve sıkıntılar gözetilerek hazırlanmıştır ve hem de yeni bir ‘gelecek’ işaret ederek onun koşullarını ortaya koymuştur. Şimdi söz konusu olan, iki kurucu devletten oluşacak ‘Birleşik Kıbrıs’ın, bir bütün olarak Avrupa Birliği’nin siyasal-demokratik yapısı içinde yer alacak olması, burada meşrûiyet ve güvence kazanmasıdır. Yani artık yeni bir ‘Kıbrıs’ta ve yeni bir ‘gelecek’te -geçmiş deneyimler ve sıkıntılar gözetilerek- yaşanacaktır.
Gündeme geldiği andan itibaren her iki kesimdeki statükolar (geleneksel siyasetler) tarafından karşı çıkılan -şimdi kerhen kabûl edilen- Annan Planı; toplumlar düzeyinde daha farklı algılanmıştır. Kıbrıslı Türkler başından itibaren bu ‘gelecek’ projesinden büyük heyecan duyarak, geniş katılımlı tepkiler verirken; AB’ye girmeyi garantilemiş Kıbrıslı Rumlar ise, yitirilen ‘geçmiş’e yeniden sahip olmanın dayanılmaz ağırlığı ve sürekli bu yönde politik endoktrinasyona tâbi tutulmanın yarattığı kafa karışıklığı nedeniyle daha kuşkulu ve sessiz bir tavır içine girmişlerdir. İşte daha önce sözünü ettiğimiz 23 Nisan 2003 tarihi tam da bu döneme denk düşmüş ve sınırların kontrollü olarak açılmasıyla, otuz yıl aradan sonra birbirleriyle doğrudan yüzleşen Kıbrıslılar (siyasetin ‘çatışmacı’ karakterini gerilediği, doğal ve ‘uzlaşmacı’ insan olma halinin buluştuğu yerdir burası) o hemen herkesi etkileyen olumlu ve çarpıcı ilişkileri kurmuşlardır. Bu yeni durum, Kıbrıslılar arasında tarih boyu yaşanan ve bir ‘belirleyen-belirlenen’ ikilemi içinde ‘çatışma-uzlaşma’ gelgitleriyle şekillenen paradoksal ilişkide, ‘uzlaşmacı’ yanın öne çıkması diye de ifade edilebilir. Bir bakıma Kıbrıslının ikili varoluş durumunun, yani ulusçuluk ideolojilerinin şekillendirdiği ulusal aidiyetle sınırlı, ‘çatışmacı’ ‘siyasal kimlik’ ve coğrafik aidiyetin şekillendirdiği ‘uzlaşmacı’ ‘sosyal-kültürel kimlik’ ilişkisindeki ‘öncelik-sonralık’ halinin, bu buluşmada adeta ‘Kıbrıslılığın’ yeniden keşfedilmesi biçiminde tezahürü, o ilginç sahnelerin yaşanmasına yol açmıştır. Bu nedenledir ki, dostluk ve hoşgörü temelinde oluşan bu samimi tablo, ‘Çözüm ve AB’ projesi için ciddi bir toplumsal destek olarak algılanmıştır. Ne var ki, bu yeni gelişmeleri, ‘ucu açık’ umut verici bir ilişkiyi başlatmış olsa da, taşıdığı tarihî yük nedeniyle sorunlarından ve kuşkularından da tamamen arınmış bir mükemmellik ilişkisi olarak değerlendirilmek yerine, sorunların müzakere edilmesine ciddi bir katkı ve yeni bir ‘gelecek’ oluşturmak yolunda, tereddütleri baki toplumsal bir onay biçiminde değerlendirmek daha doğru olacaktır. Nitekim tam da bu noktada, özellikle Kıbrıslı Rumların ‘geçmiş’ projeksiyonu ile bir alacakaranlık hali yaşayan zihinleri kâh ‘evet’ kâh ‘hayır’ arasında gidip gelirken, ‘bugün’ün çıkmazını yaşayan Kıbrıslı Türklerin henüz çok netleşmese de ‘evet’e yakın duruşları tam olarak -en azından şu an itibariyle- kesişememekte, aksine süreçte yeni siyasî-sivil yaklaşımlara ve zihniyet dünyalarına ihtiyaç duymaktadır.
Aslolan şudur: Kıbrıs’ta ‘geçmiş’ ve ‘bugün’ dönemleri, ısrarla ayak sürüyenlere rağmen, sona ermiştir ve yeni bir ‘gelecek’ kurulmak üzeredir. Yeni bir ‘geleceğin’ yaşayabilir olması için yeni ilişkilere; bu ilişkileri düzenleyecek yeni sivil ve siyasî demokratik açılımlara ve nihayet bu açılımları içselleştirebilecek ve kalıcılaştırabilecek yeni zihniyetlere ihtiyaç vardır. Bu noktada en büyük umut, kimi kuşku ve tereddütlerine rağmen -başka türlüsünü beklemek de mümkün değil zaten-, Kıbrıslıların kendi güçlerini, özgüvenlerini ve ortaklıklarını keşfetmeye başlamaları ve belirgin ‘uzlaşmacı’ bir yaklaşımı, 23 Nisan 2003 tarihinden bu yana, ‘sosyal-kültürel’ alanlarda sergiliyor olmalarıdır. Nitekim bu aşamada çok farklı sivil etkinlikler, bu ‘uzlaşmacı’ eğilimin daha da güçlenmesi ve kalıcılaşması anlamında ciddi ve saygın çalışmalar sürdürmektedirler. Bütün iş ve sorumluluk, bu ‘uzlaşmacı’ eğilimlerin siyasal alana (siyasete) da yansıtılabilmesi. Geleneksel siyasetlerin ve onun alternatiflerinin ‘çatışmacı’ karakterlerinin, tam da toplumsal hareketlenmelere ve taleplere uygun olarak ‘uzlaşmacı’ bir karaktere dönüştürülebilmesi. Bu nedenledir ki yeni siyasetler ve yeni siyasal açılımlar şart. Bu da öncelikle ‘geçmiş’ ve ‘bugün’ üzerinden değil - o ‘geçmiş’i ve ‘bugün’ü de gözeterek-, ancak ‘gelecek’ üzerinden yapılabilir. Ve yine tam bu noktada, böylesi seçeneklerin arka plânını oluşturacak ve onlara ufuk açacak, Kıbrıs’ı ve Kıbrıslıları bütünüyle kucaklayabilecek ciddi entellektüel çabalara ve yeni zihniyet dünyalarına ihtiyaç var.
Bakalım ‘ulus ile coğrafya arasına sıkışan’ Kıbrıslılar bu kez nasıl bir yol izleyecek? Bu noktada ilk sınav referandum. Referandumda kullanılacak her ‘evet’ oyu; Kıbrıs’ta ‘geçmiş’ ve ‘bugün’ üzerinden yürütülen o ‘çatışmacı’ siyaset anlayışlarını geriletecek ve ‘gelecek’ adına yeni ve umutlu bir başlangıç yapma adına ilk adım olacaktır.
HAKKI YÜCEL