Seçimlerin Bilançosu

Gazete ve televizyonlarda “büyük değişim” başlığıyla yer buldu Yunanistan’daki seçim sonuçları. Kolay değil, ’90’ların başındaki kısa bir arayı saymazsak yirmi küsür yıllık PASOK iktidarı son bulmuştu 7 Mart seçimleriyle.

Aslına bakılırsa seçimlerin Kostas Karamanlis başkanlığındaki merkez sağ Yeni Demokrasi’nin (YD) zaferiyle sonuçlanması pek de sürpriz sayılmazdı. İktidardaki PASOK ve ona yakın medyanın seçimin iki büyük parti arasında kıyasıya bir yarış olarak geçeceği iddialarının aksine Yeni Demokrasi, seçimler öncesindeki tüm ciddi anketleri doğrulayarak, 7 Mart seçimlerinden %45.5 oranında oy alarak en yakın rakibi PASOK’un 5 puan önünde yer almayı başardı. Böylece 1993’ten beri süren “sosyalist” PASOK iktidarı yerini merkez sağ YD iktidarına bırakmış oldu.

Yeni Demokrasi seçim kampanyası boyunca “ülkenin siyasal değişime ihtiyacı var” sloganını öne çıkardı. PASOK da hemen gerekli vitrin değişikliklerini gerçekleştirerek değişim lafzını rakibine kaptırmamak için uğraştı. Değişimin, genç olmanın ve “yeni” nin imaj pazarlama mekanizmalarınca fetiş haline getirildiği çağımızda iki partinin de “genç” ve “yeni” liderlerinin şahsında değişimi öne çıkarmaları hiç de tesadüf değildi elbette.[1] Gerçi iki partinin program ve vaadlerinde öyle köklü bir değişimin gelmekte olduğunu işaret eden büyük farklılıklar yoktu ama olsun, ülkenin değişime, “yeni yüzlere” ihtiyacı vardı. Seçimlerin kaderi hakkında malûmatımızı piyasa araştırmaları benzeri kamuoyu araştırmaları ve anketlerden edindiğimiz, siyasî partilerin iletişim danışmanları aracılığıyla seçim kampanyalarını adeta bir reklam kampanyası olarak yürüttükleri artık bilinen şeyler. Seçimler piyasa metaforuyla işlediğinde, ideal seçmen davranışı da tüketici davranışına benziyor. Seçmen tüketici gibi yeniliğe bir türlü doymuyor, hep farklı ambalajlar, yeni yüzler, kendisine ait imgelerini yansıtacağı “yeni ürünler” arıyor. Aralarında siyaseten kayda değer bir farklılık olmasa da bu nedenle olacak iki parti de değişim sloganına ve yeni olana vurgu yaptı.

1974 sonrası Yunan siyasal hayatına hâkim olan, sol ve sağ iki blok arasındaki kıyasıya seçim mücadelesi, yerini ’90’larla birlikte iki büyük merkez partisi, iki büyük seçim aygıtı arasındaki rekabete bıraktı. Elbette bu durum, tüm Avrupa’da sosyal demokrasinin neo-liberal ortodoksiyi benimseyerek sağa yaklaşması süreciyle doğrudan bağlantılı. 7 Mart seçimleri bu durumu iyice teyid etti. YD ısrarla merkez partisi kimliğini öne sürdü; bizzat başkanı Karamanlis sağ bir parti olduklarını reddetti. Yorgo Papandreu ise seçim kampanyasında çoğu kez PASOK adını bile kullanmaktan imtina ederek “demokratik blok” ismini kullanmayı tercih etti ve “yeni” siyasî etiğin popülizm ve çatışmadan uzak “sorumlu”, “yapıcı” ve ılımlı karakterinden dem vurdu. Sadece seçim kampanyasının son haftasında, herhalde aradaki farkın bir türlü kapanmadığını fark eden PASOK liderliği, eski “kutuplaştırıcı” seçim kampanyası yöntemini gündeme getirdi. Bu stratejiyle PASOK, sağın iktidara gelmesi halinde 1974 öncesi karanlık günlere geri dönüleceği demagojisine sarıldı. Ama son dakikada alelacele gündeme getirilen ve Papandreu’nun daha önceki söylemiyle çelişen bu klasik tarz da bekleneni vermedi ve “değişim arzusu” karşılığını YD ve Karamanlis’te buldu. Karamanlis ılımlı ve bilhassa toplumsal sorunlara duyarlı ikiz babası, “içimizden biri” imajıyla ve Prenses Diana kılıklı eşinin sevinç gözyaşlarıyla başbakanlık koltuğuna oturdu.

Seçim sürecinin nihayete ermesiyle birlikte sıkça yapılan bir yorum, Yunanistan’da metapolitevsi olarak adlandırılan cunta sonrası siyasal gelişmelerinin ve toplumsal ikliminin damgasını vurduğu dönemin artık tam olarak kapandığı şeklindeydi. Bilindiği gibi, Türkiye’den farklı olarak askerî yönetimden güçlü bir toplumsal muhalefetle çıkması, Yunanistan’ın yakın tarihinde belirleyici olmuştur. 1973 Kasım’ındaki Politeknik olaylarının en önemli sonucu, cuntanın normalleşmesini ve Türkiye ya da Şili tarzı bir “demokrasiye geçiş”in gerçekleşmesini önlemesi olmuştur. Toplumsal direnişin cuntanın kendini yeni koşullara uyarlayarak normalleşmesinin ve kalıcılaşmasının önüne geçmesi, Yunanistan’daki “demokrasiye geçiş” sürecinin örneğin Türkiye’den çok daha köktenci olmasına yol açmıştır.

Böylece Yunanistan, 1970’lerin ikinci yarısından itibaren toplumsal muhalefetin ve demokratik kamuoyunun çok diri, demokratik hak ve özgürlüklerin de oldukça geniş olduğu bir ülke haline geldi.[2] Ancak son yıllarda gerek AB’nin güvenlik ve göçmenlere ilişkin ortak siyaset oluşturmaya yönelmesi ve bu hususlarda sert önlemler alması, gerekse de tüm dünyada ABD öncülüğünde yaygınlaştırılan “uluslararası terörizme karşı savaş” atmosferinin etkisiyle bu özgürlüklerin tırpanlandığı bir dönemden geçilmekte. Dahası, yakın zamanda Ulusal Sosyal Araştırmalar Merkezi (EKKE) tarafından gerçekleştirilen bir araştırma, Yunan toplumunun giderek muhafazakârlaştığını ortaya koyuyor. Yabancı düşmanlığı ve dindarlık yükselirken, güven duyulan kurumlar arasında ordu ve polis üst sıralara tırmanıyor. Seçim sonuçları, siyasî merkezin sağa kaydığını ortaya koyarak toplumsal muhafazakârlaşmaya ilişkin bu sonuçları teyid etmiş oldu.

Yunanistan, seçim sürecine, PASOK genel başkanı ve sekiz yıldır Yunanistan başbakanı olan Kostas Simitis’in parti liderliğini bırakacağını açıklayıp halefi olarak Dışişleri Bakanı Yorgo Papandreu’yu göstermesiyle girdi. Bu karar, ne hikmetse, Türkiye medyasının büyük ilgisine mazhar oldu. Medya, elbette yerli sosyal demokrasi ve bilhassa Baykal’ı kastederek, “kızım sana söylüyorum, gelinim sen anla” misali Simitis’in bu davranışıyla “liderlik ve demokrasi dersi” verdiğinden dem vurdu. Simitis, halkın muhalefetine rağmen “zor” kararları vermeyi bilerek ülkesini esenliğe taşıyan, popülist siyasete uzak, teknokrat özellikleri ağır basan, “özlediğimiz” bir lider tipi olarak Türkiye kamuoyuna takdim edildi. Oysa Simitis’in koltuğu bırakma kararının ardında siyasî erdem ve ahlâkın ötesinde çok daha pratik kaygılar yatmaktaydı. Genel seçimler öncesi yapılan tüm kamuoyu yoklamalarında ana muhalefetteki Yeni Demokrasi’nin açık ara önde gitmesi ve yapılan tüm manevralara, açıklanan tüm “sosyal” paketlere rağmen bu farkın bir türlü kapanmaması, Simitis’i böyle bir karar vermeye itmişti. Üstelik kapalı kapılar ardında, partinin lider kadrosunca alınmış olan bu kararın ne menem bir “demokrasi dersi” olduğu da ayrı bir tartışma konusu.

Kesin olan, partide yaşanan lider değişiminin birbirinden farklı iki parti içi grubun verdiği demokratik ve “programatik” bir mücadelenin eseri olmaktan ziyade seçimlere dönük büyük bir reklamcılık hamlesi olduğu. Papandreu’nun PASOK liderliğine getirilmesi kararının hemen ardından büyük bir medya kampanyası yürütülmeye başlandı. Papandreu’nun neredeyse her hareketi izleyicilere “son dakika” haber bültenleriyle aktarıldı. Giyim tarzından ve üslûbundan tutun da gençliğinde arkadaşlarıyla oluşturduğu müzik grubuna kadar kamuoyu her yönüyle adeta bir Papandreu bombardımanına tutuldu. Medya, PASOK ve Yeni Demokrasi dışındaki siyasî parti ve oluşumları neredeyse görmezden gelerek seçimi Yorgo Papandreu ile YD genel başkanı Karamanlis arasındaki bir “liderlik mücadelesine” indirgedi.

Parti içi mücadelede Simitis’in şahsında “modernleşmeci” kanadın daha popülist ve milliyetçi kanadı mağlup ederek partiye hâkim olduğu 1995’ten itibaren PASOK, sosyal güvenlik ve sigorta sisteminin piyasalaştırılması, emek piyasasının esnekleştirilmesi, özelleştirme, kamu hizmetlerinin piyasaya devri gibi alanlarda Avrupa Birliği’nin karar mekanizmalarına hâkim olan neo-liberal ortodoksinin sadık bir destekleyicisi haline geldi. Bu anlamda PASOK, Avrupa sosyal demokrasisinin özellikle 1990’lı yıllarda girdiği sağ yörüngenin takipçisi oldu. Bu yönelim partinin geleneksel tabanında da belli bir değişimi beraberinde getirdi. PASOK, kurucusu Andreas Papandreu’nun ifadesiyle “imtiyazlı olmayanların” sözcülüğüne soyunan sosyalist/popülist bir hareket olarak yoksul halk kesimlerinin desteğine dayanarak 1981’de iktidara gelmişti. Bu kesimler bu tarihten sonra da düzenli olarak PASOK’u desteklediler. Bu durum, 1990’ların ortalarından itibaren değişmeye başladı. PASOK’un neo-liberal “modernleşme” siyasetinden hayal kırıklığına uğrayan “imtiyazsızlar” partiden uzaklaştılar. PASOK’un iktidarda yaşadığı dönüşüm sonucu neo-liberal siyasetleri benimsemesi ve uzun süren iktidarındaki yolsuzluklar, partiyi giderek Andreas Papandreu döneminde temsilcisi olduğu alt sınıflardan uzaklaştırarak tabanının daha çok kentli orta sınıflara yaslanmasına neden oldu. PASOK’un bu alanda yarattığı boşluğu, Karamanlis toplumsal meselelere yönelik daha “duyarlı” bir söylem kullanarak doldurdu. Böylelikle YD geçmişte merkez solun temsil ettiği alt sınıfların ve hele hele köylülerin temsilciliğine soyundu ve bu kesimlerden de büyük destek gördü.

Oğul Papandreu parti lideri olur olmaz yaptığı açıklamalarla PASOK’un bilhassa Simitis önderliğinde açıklık kazanan bu yönelimini geliştirerek sürdüreceği sinyalini verdi. İlk açıklamaları özel üniversitelerin kurulmasına olanak tanınması ve işsizliği önlemek adına emek piyasasına yeni dahil olan gençlerin belli bir süreliğine sigorta primleri yatırılmadan çalıştırılmasına yönelikti. Dahası, Papandreu “genişleme” adına, daha önce fazla “popülist” bulduğu YD’den ayrılmış olan “aşırı” neo-liberal Manos ve Andrianopulos’u partisine kattı. Bu iki isim, 1990’lı yılların başındaki Miçotakis başbakanlığındaki kısa süreli YD iktidarının büyük tepki toplayan liberal iktisat siyasetlerinin mimarları ve Yunanistan’da neo-liberal siyasetin simgeleri olarak tanınmakta. PASOK geçmişte seçimleri sol kanadı ile kazanıp sağ kanadı ile hükümet eden bir partiydi. Papandreu ve ekibinin, parti genel başkanlığına geçmesi ile başlayan süreçte partinin bu kimliğinden dahi sıyrılıp merkezde konuşlanmış bir siyasal oluşum hüviyeti kazanacağı anlaşılıyor. Dahası, iki büyük partiye hâkim olan seçimleri bir halkla ilişkiler ve reklamcılık meselesi haline getirme anlayışında Papandreu ve ekibi bir adım öteye geçerek, “katılımcı demokrasi” sloganı altında parti mekanizmasını tamamen işlevsiz kılarak lider ile tabanın, aracı kişi ya da mekanizmalar olmaksızın temas halinde olacağı adeta bir “yeni-Bonapartist” modeli gündeme getirdi. Parti bürokrasisinin elimine edilmesi adına sadece üç konuşmanın yapıldığı ve tek bir karşı önergenin dahi sunulmadığı ziyadesiyle “katılımcı” bir kongreyle parti tüzüğünde genel başkanın yetkilerini arttıran değişiklikler yapıldı. Parti başkanını delegelerin değil, yurttaşların “doğrudan” seçmesi adına da tek adaylı ve bol şenlikli bir “plebisit” düzenlendi. Yine de YD’nin seçimlerden güçlü bir çoğunlukla çıkması, PASOK’un Papandreu önderliğindeki değişim sürecini etkileyip partiyi bir krize sürüklemesi de muhtemel. Siyasî gözlemciler, geniş toplumsal kesimleri partisine eklemleyen Karamanlis’in büyük bir hata yapmadığı takdirde bir sonraki seçimlerden de galip olarak çıkmasının sürpriz olmayacağını daha şimdiden vurguluyorlar. İktidarda olmaya alışmış PASOK’un ise böylesi bir sürece nasıl yanıt vereceği merak konusu.

Seçimleri sol açısından değerlendirdiğimizde, PASOK’un iktidardaki yıpranışına ve uyguladığı neo-liberal politikaların yarattığı hoşnutsuzluğa rağmen solun bu tepkiyi örgütleyemediğini ve soldaki hemen her oluşum, gücünü kısmen arttırsa da solun bu seçimlerden oransal olarak durağan bir görünümle çıktığını söylemek mümkün. Simitis hükümetinin “sosyal güvenlik reformu” tasarılarına karşı kitlesel direniş ve savaş karşıtı muhalefetin yığınsallığına rağmen sol, bu hareketler esnasında sokağa çıkan kitlelerle seçim sandığında buluşamadı. 1974 sonrası Yunan siyasî hayatını tanımlayan iki merkez partinin ağırlığı bu seçimde de muhafaza edildi (iki partinin toplam oyu %86’yı bulmakta). Dolayısıyla iktidarın uyguladığı politikadan duyulan memnuniyetsizlik yine iki büyük partiden muhalefette olanının tercih edilmesiyle ifade edildi. Sol partiler özellikle Atina ve Selanik gibi büyük kent merkezlerinde oylarını kısmen arttırdılarsa da halkın hükümetin uyguladığı politikalara duyduğu tepkiyi örgütleyemeyip, iki büyük partinin her seçimde başarıyla uyguladıkları seçmen kitlesini iki büyük blok arasında kutuplaştırma siyasetinin önüne geçemediler.

Yunanistan Komünist Partisi (YKP) oyunu %0.4 oranında arttırıp %5.9 oy alarak ülkenin üçüncü partisi olmayı sürdürdü. YKP bu oy oranıyla Mecliste bir sandalye daha elde ederek milletvekili sayısını 12’ye çıkardı. Yunan Komünist Partisi örneğinin Avrupa çapında bir istisna olduğunu belirtmek gerekiyor. Sovyet Bloku’nun çözülmesinin ardından sosyal demokrasiye yaklaşan ve gücünü önemli ölçüde yitiren Avrupa komünist partilerinin aksine YKP, çizgisinde herhangi bir “yumuşamaya” gitmeksizin gücünü muhafaza etmeyi becerdi. 1990’lı yılların başında yapılan ve partinin bir emekliler kulübü haline geldiği ve parti üyesi yaşlıların terki diyar eylemesiyle partinin varlığını yitireceği şeklindeki tahminler gerçekleşmedi. YKP, Yunan solu içindeki ağırlığını ve belirleyiciliğini korudu. Egemen politikalara karşı tek “devrimci” yanıt olma iddiasındaki YKP, “dobra” söylemiyle halk katmanlarının tepki oylarını almada solun diğer oluşumlarına göre daha başarılı oldu. YKP ayrıca seçimler sırasında Annan planına muhalefetini ve “Türkiye’nin Yunanistan’ın Ege’deki haklarını ve hava sahasını ihlâllerini” gündeme getirip “Ege’deki egemenlik haklarından taviz verme eğilimlerini” eleştirerek partinin milliyetçilikle flörtünü devam ettirdi.[3] “Sosyal yurtseverliğin”, YKP’nin 1930’lı yıllarda Stalincileştirilmesiyle birlikte Yunan solunda kalıcılaştığını söylemek mümkün. Ülkeyi ve halkı emperyalistlere “satan” vatan haini işbirlikçilerle gerçek yurtseverler arasındaki çelişki olarak algılanan anti-emperyalizm tıpkı Türkiye’de olduğu gibi Yunan solunun tanımlayıcı vasfı oldu. YKP bu geleneği sürdürmekle kalmayıp özellikle 1990’lı yıllarda Miloseviç’i Amerika’ya kafa tutan anti-emperyalist bir lider olarak değerlendirerek iyiden iyiye milliyetçi sulara açıldı ve bu dönemde saflarına bazı tanınmış “sol milliyetçileri” kattı. YKP seçim sürecinde sol içerisinde ittifaklara soğuk bakmaya devam ederek artık gelenekselleşen sekter tavrını da sürdürdü. Yine de tabanında solun birlikteliğine yönelik arzunun da farkında olan parti önderliği, sol güçlerle seçim sonrasında birlikte mücadele etme yollarının aranacağını duyurdu. Buna rağmen seçimlerden iki hafta sonra 20 Mart’ta Irak’taki işgâle karşı gerçekleştirilen gösterilere kendisi dışındaki oluşum ve sendikalarla katılmayı reddedip kendi çizgisindeki kitle örgütleriyle ayrı gösteriler düzenlemeyi tercih ederek uyguladığı yalnızlaşma ve kendi kendisiyle ittifak siyasetini sürdüreceğinin sinyallerini verdi.

Sol açısından seçimlerin diğer merak edilen konusu, ülkenin Mecliste temsil edilen ikinci sol partisi olan Sinaspismos’un (Solun, Toplumsal Hareketlerin ve Ekolojinin İttifakı) Yunan Sosyal Forumu içerisinde birlikte hareket ettiği kimi sol oluşumlarla (AKOA, DEA, KEDA, Aktif Yurttaşlar Hareketi vs.) kurduğu Devrimci Sol İttifak’ın seçim performansının ne olacağıydı. Eskiden partinin genel başkanlığını yürütmüş Maria Damanaki başta olmak üzere partinin sağ kanadının önemli bölümünün seçimlerde PASOK’u desteklemesi, partinin %3 olan seçim barajını aşıp aşamayacağına ilişkin soru işaretleri yaratmıştı. Bu noktada, geçmişte orta yolculuğun, parlamentarizmin, “toplumsal diyalog” hevesinin, merkez solla flörtün ve naif bir Avrupacılığın (parti Maastricht’e dahi “evet” demişti) tanımladığı Sinaspismos’un, son yıllarda ciddi bir değişim süreci yaşamakta olduğunu belirtmek gerekiyor. Sinaspismos, İtalyan Komünist Yeniden Oluşum’u izleyerek son yıllardaki küresel adalet ve savaş karşıtı hareketlere aktif destek verdi ve keza parti içerisinde uzun bir geçmişe sahip “merkez solla işbirliği” eğilimlerini arkasında bırakarak, seçim öncesinde PASOK’la her türlü işbirliği ihtimalini reddetti. Bu dönüşüm, parti içi tepkilere ve hattâ geçmişte örgüt içinde önemli görevlerde yer almış kişilerin partiden istifasına yol açtıysa da bu yeni sol yönelimle birlikte yeni bir genç eylemci kuşağı partiye yöneldi. Sonuçta Devrimci Sol İttifak geçen seçimlerde Sinaspismos’un aldığı oyun az üstünde bir oy alarak %3,3 ile Meclise 6 milletvekili sokmayı başardı. Seçim öncesi anketlerin ve sonrasındaki araştırmaların gösterdiği gibi Sinaspismos, 2000 yılında kendisini desteklemiş olan seçmenlerinin neredeyse üçte birini kaybetti ve bu kaybını gerçekleştirdiği ittifakın yarattığı “birlik” rüzgarıyla telafi etti ve özellikle son iki yılda neo-liberalizme ve savaşa karşı gelişen hareketlerde yer almış genç seçmenler içerisinde kayda değer bir destek buldu. Dolayısıyla Sinaspismos’un gerçekleştirdiği ittifak son yıllarda önemli bir güç kaybına uğramasına yol açan “kimlik krizine” kısmen yanıt vererek solun sekterliği ve bölünmüşlüğüyle nam saldığı bir ülkede sol güçlerin çoğulcu birlikteliği ve neo-liberalizm karşıtlığı ile tanımlanan sol bir seçeneğin ortaya çıkmasını sağladı ve bu da seçim barajının aşılmasında hayatî rol oynadı.

Elbette bu ittifakın karşılaştığı sorunlar da yok değil. Seçim süresince ittifakın neo-liberalizm karşıtı ve yeni toplumsal hareketlere yaslanan söylemiyle “merkez sola” yatkın söylemi arasında belirli bir gerilim var oldu ve bu durum seçmen nezdinde oluşumun neo-liberal tercihlerde buluşan merkez sol ve merkez sağ dışında sol bir seçenek oluşturma iddiasının kavranmasına engel oldu. Geçmişteki “yapıcı” muhalefet çizgisi ve merkez solla sürekli “zeytin dalı” misali işbirliği arayışı nedeniyle özellikle sol kamuoyunda PASOK’un yedek lastiği olarak görülen Sinaspismos, son yıllarda ciddi bir değişim içerisinde olsa da PASOK’a tepkili seçmen nezdinde inandırıcı bir seçenek olarak ortaya çıkamadı. İttifakın net bir söylem ortaya koyamaması bu sonuçta etkili oldu. İttifakın bir bölümü alternatif küreselleşme hareketi ve savaş karşıtı hareket esinli radikal tutumları savunurken kamuoyunda daha fazla tanınan çok sayıda Sinaspismos önderi klasik merkezci çizgide ısrar etti. Keza ittifakın, bileşenleri tarafından uzun süredir tartışılmasına rağmen nihai şeklini seçimlere ramak kala alması ciddi bir sorundu. Sinaspismos’un kendi tabanının bir bölümü dahi ittifakın içeriğinden doğru dürüst haberdar olamadı (bunda elbette partinin gevşek örgütsel yapısının payı da var). Bu durum dolayısıyla ittifak, sol kamuoyunda daha çok bazı küçük sol örgütlerin Sinaspismos’u desteklemesi olarak anlaşıldı. Kuşkusuz ittifakın daha geniş olması ve çok daha önceden gerçekleştirilerek duyurulması durumunda sonuç daha olumlu olabilirdi. Bir diğer mesele, Devrimci Sol İttifak’ın Mecliste temsiliyle ilgili. Seçim öncesi taraflar arasında yeni oluşacak Meclis grubunun ittifakın çeşitliliğini yansıtacağı ve diğer bileşenleri temsilen en azından bir milletvekilinin grupta yer alacağına dair uzlaşmaya varılmasına rağmen, seçim sisteminin de kendine has özelliklerinden ötürü bu gerçekleşmedi ve yeni Meclis grubunun tümü de Sinaspismos kökenli oldu. Bu durum ittifakın bileşenleri arasında huzursuzluğa yol açtı. Bu sorunlara rağmen, Haziran ayındaki Avrupa Parlamentosu seçimlerine de bu ittifakı genişleterek girmek hususunda tartışmalar sürüyor. Önümüzdeki dönemde Sinaspismos etrafındaki gelişmeler Yunan solunun geleceği açısından belirleyici olacak. Sinaspismos’un sol yöneliminin sürekli olup olmayacağı, bu anlamda merkez solla işbirliği taraftarı kimliğinden kopuşunu kesinleştirip daha radikal bir eksende çizgisini yeniden şekillendirmeye girişip girişmeyeceği, solda birlik tavrının seçime endeksli bir hamle olarak mı kalacağı, yoksa daha da genişleyerek mi süreceği Hazirandaki Avrupa Parlamentosu seçimlerinde alınacak sonuç ve Sinaspismos’un sonbaharda gerçekleştireceği kongre sonrasında yanıtlanacak sorular.

1990’larda PASOK’un neo-liberal dönüşümüyle birlikte bu partiden kopan kadrolarca kurulan ve 1980’lerdeki PASOK’u andıran milliyetçi sol popülist söyleme sahip Demokratik Toplumsal Hareket (DİKKİ), bu seçimlerde gücünü önemli ölçüde yitirerek (oy oranı %1.8) Meclis dışında kaldı. Seçimin hemen ardından da parti dağılma sürecine girdi. Bu üç partinin dışında seçimlere katılan diğer altı sol liste ise seçimlerden güçlerini arttırarak çıkmayı başardılar. 2000 yılında 20.000 civarında oy toplayan bu oluşumlar bu sefer oylarını 40.000 civarına (%0.55) çıkarttılar. Bu listelerin aldığı sonuçların sol içi rekabette belli sonuçları olsa da, bunların elde ettikleri göreli başarıya karşın, ülke genelinde hesaba katılabilir bir siyasal gücü temsil etmediği aşikâr.

Seçim sonuçlarının ortaya çıkardığı diğer bir önemli gelişmeyse Ortodoks Halk Alarmı (LAOS) adlı aşırı sağcı partinin %2.2 gibi yüksek sayılabilecek bir oy almasıydı. Artan işsizlik ve göçmen işçilerin varlığı arasında bağ kurarak neo-liberal politikaların mağdurlarına seslenen bu tip akımların önümüzdeki dönemde Avrupa’nın diğer ülkelerinde olduğu gibi Yunanistan’da da güçlenmesi muhtemel. Hele hele Yunanistan gibi, örneğin Almanya ya da Fransa benzeri bir göçmen kabul etme geleneğine sahip olmayan, hattâ tam tersine göçmen veren bir ülkenin son on, on beş yıl içerisinde yaşadığı sarsıcı demografik değişim düşünüldüğünde böylesi bir ihtimal hiç de uzak sayılmaz. LAOS’un güç kazanmaya devam etmesi halinde, Yunanistan’da da aşırı sağcı-ırkçı bağımsız bir politik odak belirmiş olacak ve elbette bu ülkenin siyasal atmosferini önemli ölçüde etkileyecek. Bu partinin Haziranda yapılacak olan ve oy verme kriterleri daha gevşek olan Avrupa Parlamentosu seçimlerinde %3 barajını kolaylıkla aşacağına kesin gözüyle bakılıyor.

Yeni seçilen hükümet kısa vadede çok önemli sorunlarla yüzleşmek zorunda kalacak. Kıbrıs meselesinde Annan planına ilişkin takvimin hızla işlemesi, Ağustos ayında Atina’da gerçekleştirilecek Olimpiyat oyunlarını ağırlayacak tesislerin henüz tam olarak hazırlanamaması, oyunların güvenliğine ilişkin endişeler ve bunlara bağlı olarak oyunların maliyetinin giderek artması ve haziran ayındaki Avrupa Parlamentosu seçimleri, hükümetin bu süre zarfında özellikle geniş kesimleri karşısına alacak sosyal güvenlik, emek piyasasının esnekleştirilmesi ya da özel üniversiteler gibi başlıkları gündeme getirmesini engelleyecek gibi görünüyor. Bu durum, hükümetin önemli mevkilerine partinin neo-liberalden ziyade “popülist-halkçı” olarak nitelendirilebilecek simalarının getirilmesinden de belli oluyor. Daha koltuklarına oturur oturmaz YD hükümetinin verdiği ilk kararın Olimpiyat oyunları sırasında ülkenin hava sahası ve kara sularının güvenliğini NATO’ya havale etmek olması özellikle Olimpiyatlar meselesinin hükümeti epeyce zorlayacağını gösteriyor. Oyunların güvelik masraflarının son olimpiyatlar sırasında harcanan miktarın üç katına ulaşması, özellikle ABD’den gelecek seyirci sayısının düşük olacağının şimdiden anlaşılması ve tüm bunlara rağmen oyunların gerçekleşeceği süre esnasında Atina’nın adeta bir açık hava hapishanesine dönme ihtimali, ciddi sorunlar doğuracak gibi.

STEFO BENLİSOY

[1] Bu noktada iki büyük partinin “yeni” ve “genç” liderlerinin Yunan çağdaş siyasetine damgasını vurmuş ailelerle olan bağını vurgulamakta fayda var: Yorgo Papandreu ’50’li ve ’60’lı yılların başlarında başbakanlık yapmış merkez siyasetçi Yorgo Papandreu’nun torunu ve PASOK kurucusu Andreas Papandreu’nun oğludur; YD lideri Kostas Karamanlis ise aynı partinin kurucusu, başbakanlık ve cumhurbaşkanlığı yapmış Konstantinos Karamanlis’in yeğenidir.

[2] Türkiye’nin AB’ye üyelik sürecine ilişkin yapılan tartışmalarda Yunan örneği sık sık zikrediliyor. Bu kıyaslamada çoğunlukla gözardı edilen, iki ülke arasındaki farkın AB üyeliğinden ibaret olmadığı ve askerî rejimden çıkışın farklı karakterinin tayin edici bir niteliğe sahip olmasıdır.

[3] Seçimler öncesinde partinin radyosu 902 FM’de Merkez Komite üyesi İlias Legeris, işi yeni hükümet Ege’de 12 mili resmen ilân etmekten imtina ederse bunun “ihanet” anlamına geleceğini söylemeye kadar vardırdı.