Seçimlere katılımın sanayileşmiş ülkelerde genel bir düşme eğiliminde olduğu çok iyi bilinen ve defalarca kanıtlanmış bir istatistik. Bu eğilimin nedenlerinden birinin de Avrupa’nın geleneksel partilerinin, sosyal demokratlar ve muhafazakârların çok benzeşmeleri olduğu söylenegeliyor.
Özellikle iktisadî karar alma süreçlerini siyaset dışı teknik bir uzmanlık alanı olarak tanımlayan neo-liberal anlayış her iki tür partinin de politikalarına hâkim. Avrupalı seçmenler de bu söyleme teslim olmuş ki, seçimlere katılım oranları her geçen gün düşüyor. Aslında gerçek bir alternatifin olmadığı, seçmenin desteklediği siyasî proje eğer G8, DTÖ zirvelerinde ya da AB Komisyonunda belirlenenlere ters düşüyorsa marjinal sıfatıyla yaftalanarak söylem yoluyla önemsizleştirildiği[1] bir seçim sürecinde yer almak ne kadar anlamlı ki? Bernard Cassen, Fransız sağının ve sosyalistlerinin enerji piyasalarının özelleştirilmesi ve emeklilik yaşının yükseltilmesi konusunda tam bir uzlaşma içinde oldukları, aralarında sadece “aksesuar” konularda farklar bulunduğu son seçimler öncesinde “Avrupa’da oy vermek hâlâ bir işe yarıyor mu?” diye soruyordu.[2] 14 Mart 2004’te İspanya’dan bu soruya olumlu bir yanıt geldi: Avrupalı seçmenlerin, hiç değilse ekonomi dışı konularda, ülkelerinin kaderlerine hâkim olma isteği daha ölmemiş. Eğer yeni başbakan Zapatero, 30 Haziran’da sözünün arkasında durursa seçmenler uzun bir zaman ertesinde ülke siyasetinde bir fark yaratabilecekler.
İspanyol seçim sürecini ve son bir haftanın dış haberlerini izleyenler için yukarıdaki satırlar her şeyi özetliyor. Madrid’de seçimden önceki Perşembe günü düzenlenen terörist saldırı 200’den fazla insanın katledilmesiyle sonuçlandı. Hükümet yetkilileri ellerinde yeterli kanıt olmadan, hattâ sahip olunan yetersiz bilgiler daha ziyade başka istikametleri göstermesine rağmen, seçim sürecinde Halk Partisi’nin stratejisinin dayandığı çizgiye yaslanıp ETA’ya yüklendiler. Bu siyasî manipülasyon çabası öyle bir noktaya geldi ki, gazeteciler, bakanlar hattâ bizzat başbakan tarafından aranılarak saldırıyı gerçekleştirenin ETA olduğu yönünde ikna edilmeye çalışıldılar. Dışişleri bakanı Ana Palacio ise elçiliklere bu konuda resmî çizginin gürültülü bir biçimde savunulmasını iletti. Failin kimliğini, kanıtlardan ziyade hükümetin göstermesine dayanan bu yöntem kısa sürede geri tepti. Artık Franko faşizminin sona erdiğinin hâlâ ayırdına varamamış görünen Halk Partisi demokratik kurumlar ve özgür basının olduğu bir ülkede böylesi bir önemli meselede siyasî sahtekârlığa başvurmanın faturasını ödedi.
Halk Partisi seçimlere bir hafta kala İspanyol Sosyalist İşçi Partisi’nin dört beş puan önünde görünüyordu. Her ne kadar Avrupa’da genel olarak pek popüler olmayan Irak Savaşı’nda ABD’nin iki numaralı destekçisi olsa da, özellikle İspanyol solunun başı çektiği savaşa karşı muhalefet de sonuçta bir “tepki” hareketiydi ve ne kadar büyük kalabalıklar toplarsa toplasın siyaset ile seçim sandığına etkisi ancak “marjinal” olabilirdi. Bu yüzden Irak’a karşı tepkinin sandıktaki karşılığının pek mühim olmayacağı düşünülüyordu. Buna rağmen, seçimden hemen önceki perşembe günü İspanya tarihinin en kanlı terör eyleminin yaşanması, bunun hükümetin Irak politikasının sonucu olması ve hükümetin bu konuda utanmazca yalan söylemeye kalkışması İspanyol seçmenlerini sandık başlarına geri döndürdü. Ülkelerinin iktisat politikalarını kendi lehlerine etkileyebilmekten ümidi kesen özellikle solcu seçmenler, yeni dönemin en yakıcı sorunu olan küresel terörü önleme konusunda sosyalistler ile muhafazakârlar arasında gerçek bir fark olabileceği olasılığını değerlendirmiş oldular. % 77 gibi son dönemler için tüm Avrupa’da rekor sayılabilecek seçimlere katılım oranı İspanya’daki bir önceki seçimlere göre de dokuz puanlık bir artışı gösteriyor.
Cumartesi gecesi Halk Partisi hükümetinin yalanları ortaya çıkınca yapılan spontane eylemleri değerlendiren İspanyol analistler seçimlere katılım oranının artmasının Sosyalist İşçi Partisi’ne yarayacağını öngörmüştü. Bu durum tekil bir örnek değil, özellikle adaylar arasındaki yarışın galibi belli olmadan önce ABD’de de Demokrat Parti önseçimlerine katılım oranlarında önceki dönemlere göre bir artış gözlemlenmekteydi. Oradaki durumun temel nedeninin savaşa muhalefetten ziyade, şu anki aşırı sağcı idarenin ülkenin geleneksel uzlaşmasının altını oyacak iktisat siyasetlerini tercih etmesi olması, “tepkisel” seçmenin siyasete müdahale için sandığa geri dönme eğiliminde olabileceği olasılığını zayıflatmıyor, hattâ bu önermeyi destekliyor. Aslında, ABD’de Bush’un Irak savaşı dahil ortaya koyduğu politik tercihlere karşı özellikle Demokrat Parti tabanında çok ciddi bir tepki olduğu dile getirilmişti,[3] buna göre bu tepkiyi örgütleyecek siyasî liderlik ülkeyi saran ulusal güvenlikçi hamasetten dolayı gösterilemiyordu, Demokrat Partili siyasetçiler yurtseverliklerinin sorgulanacağından çekiniyordu. Bu havayı kıran Howard Dean’in başkanlık kampanyası oldu. Yeni muhafazakâr idareye karşı parti tabanını saran öfke fırtınasını açığa çıkaran kampanya bir anlamda şişedeki cini çıkarttı, iki yüz dolardan az bağışlarla toplanan kampanya fonu bu alanda rekor düzeye ulaştı, öyle ki Şubat başında Dean’in adaylığı çıkmaza girdikten sonra Guardian’da yayımlanan bir haberde belirtildiği gibi artık Dean savaşa neden karşı çıktığını açıklamak durumunda değildi, John Kerry ise başlangıçta niye desteklediğini anlatmaya çabalıyordu. ABD’deki temel meselenin Irak Savaşı olduğu düşünülmesin, Avrupa’ya nazaran daha popülist bir siyasî işleyişe sahip Birleşik Devletler’de halkın sandığa gitmesi daha ziyade aşırı sağ hamasetin, özellikle yüksek gelir gruplarının vergilerinin indirimi gibi konuları perdelemesinin bahsettiğim süreçte önlenmesiyle ilgili. Öyle ki, John Edwards gibi güneyli bir aday, istihdamın ülke dışına kaymasına karşı geliştirdiği düpedüz milliyetçi popülist söylemiyle kuzeydeki Wisconsin önseçimlerinde beklentilerinin bile üstünde bir oy oranı yakalamıştı. Sonucu ne olursa olsun NAFTA’yı istemeyen yurttaşların “tepkisel” ya da “marjinal” diye nitelendirilmediği medyanın böyle siyasî tercihleri olan seçmenlere düpedüz deli muamelesi yapmadığı ortada.
Avrupa’da ise seçmenin iktisat alanına anlamlı bir müdahaleye yeltenmesi şimdilik mümkün değil gibi. Başka bir dünyanın mümkün olduğunun bu kadar sıkça yinelenmesi herhalde önce bizzat bunu söyleyenlerin kendilerini inandırma çabası olsa gerek. İspanyol yurttaşlar buna hiç değilse günün en önemli dış politika sorununda ikna olmuş olacak ki sandığa gidip bu konuda sahici bir alternatif politika uygulayacağını söyleyen adaya oy verdi. Halk Partisi’ni geçici seçim sonuçlarına göre Sosyalist İşçi Partisi’nin dört puan gerisine düşüren esas kuvvet de -geçen seçime göre kaybettiği altı yüz bin oydan ziyade (toplam oyu dokuz milyondan fazla)- seçimlere katılım oranındaki bu beklenmedik artış. Bu sonuçlara göre İspanyol Sosyalist İşçi Partisi yüzde kırk iki, Halk Partisi ise % 38 oranında oy aldı. Bu iki büyük partiyi yüzde beşle Birleşik Sol takip ediyor. Savaş karşıtlığının oy oranında anlamlı bir değişim olmayan Birleşik Sol’a değil de Sosyalist İşçi Partisi’ne yaraması bir ölçüde solun solunun ’90’lar boyunca müesses siyaset organları arasında sayılmama eğiliminin sonucu olsa gerek. Bir anlamda sahici alternatifi destekleyen siyasî örgütün “kabûl edilebilir” siyasî partilerden biri olması, tercihlerinin gerçekleştirilebilirliği konusunda seçmeni cesaretlendiriyor. Öte yandan Sosyalist İşçi Partisi de bu alternatifi seçim kazanma şansının en düşük olduğu noktada sahiplendi. Daha “saygıdeğer” bir kazanma şansları olduğunda ne gibi bir söylem tutturacakları ise şüpheli.
Seçmenin sandığa gösterdiği bu ilgi ve ülke siyasetine müdahil olamaya kalkması tabiî ki, tepkisiz kalmadı. İspanyol bonoları dünya piyasalarında hemen düştü, nedense küresel malî piyasalar barışseverlerden hazzetmiyor. Zapatero’nun 30 Haziran’da yaptığı, “BM yoksa biz de yokuz” mealindeki açıklama ise çeşitli milliyetlerden kimi Amerikan mahreçli çevrelerde teröre boyun eğmek olarak yorumlanarak büyük tepki çekti. Seçimler öncesi bu tip saldırılar düzenlenmesi için böylesi örgütlerin cesaretlendirildiği dile getirildi. Bu iddialar Madrid sokaklarını “ölüler bizim, savaş sizin” nidalarıyla inleten kalabalıklarının gerçeği tüm çıplaklığıyla görmüş olabilecekleri ihtimalini gözardı ediyor. İspanyollar 11 Eylül ve benzeri saldırıları gerçekleştirenlere bir tür sus payı ödemekten ziyade, siyasî bağnazlıkları ve göbekten bağlı oldukları çıkar çevrelerinin gözleriyle dünyayı algılayan ve bu yüzden sırf İspanya’da değil, her yerde felaketlere yol açanlara siyasî sorumluluklarının bedelini ödetmiş olamaz mı? Kuramsal anlamda seçim yapmanın amacı bu ikinci yoruma daha uygun olsa da tıpkı ekonomi alanının siyasetten kaçırılması gibi, dünya halklarının görünebilir gelecekte önemli gündemleri arasında yer alacak olan terörle mücadele konusunu da yurttaşların politik tercihlerinin belirtilemeyeceği bir alan yapma çabasını sezmemek mümkün değil bu eleştirilerde. Açıkçası, Büyük Ortadoğu gibi hem yol açacağı insan kaybı, hem de yaratacağı güvensizlik ve malî yükler açısından sıradan yurttaşlara bütünüyle itici gelecek “büyük projelerin” seçmenlere sorularak gerçekleştirilmesi ne kadar mümkün? Goebels’den tevarüs edilen propaganda taktikleri medeniyet şovenizmiyle birleştiğinde yeni muhafazakâr iktidarlara çok güçlü bir silâh sağlasa da iktisadî alanla siyasî alanın birbirinden ayrılmasındaki liberal “dehaya” benzer bir sahtekârlığın[4] bu noktada kolay uygulanamayacağı ortada. Zaten, direnişi küçümsememek gerekiyor hiç değilse müesses iletişim tekelleriyle aynı söyleme oturup direniş olasılığının zayıflatılması siyasasına ortak olmamak için.
Küresel direniş bir ölçüde de yüzyılımızın yerleşik demokratik teamülleri[5] sayesinde Irak savaşı ve küresel terör konularındaki propagandaya direnebildi. Silâh denetçileri ve benzerlerinin ortaya koyduğu olgular devlet sırları olarak arşivlenmedi dünya çapında yayımlandı. Bunlara göre, Irak Savaşı terörle mücadele için doğru bir tercihse o zaman herhangi bir Müslüman ülkeye yapılacak bir saldırının da küresel terörle mücadelenin bir parçası olduğunu kabûl etmek gerekiyor, zira Saddam Irak’ı korkunç bir diktatörlük olmasının yanında ne kitle imha silâhı bulunduruyordu ne de Bin Ladin ve benzerleriyle kanıtlanmış bir bağlantısı vardı. Küresel terörle mücadelede siyasî karar alma yetkesine sahip olanların fena halde çuvalladığı ve bunun binlerce cana mal olduğunu geçenlerde CNN International’da İngiliz eski dışişleri bakanı Robin Cook olabilecek en diplomatik lisanla ifade etti. Bu siyasî sorumluların teröre karşı sağlam durmak adına sandıktan muzaffer çıkması gerektiği iddiası eğer en kötüsünden yeni bir muhafazakâr sahtekârlığı değilse, demokrasi düşmanlığıdır. Seçmenlerin ülkelerinin iktisat politikalarından sonra terörle ne şekilde mücadele edilmesi gerektiği konusunda da sessiz kalması isteniyor. Bu istek, Avrupa’nın geleneksel sol partileri bir kez daha sözlerinin arkasında durmazlar ve yeni muhafazakâr dış politika siyasalarına teslim olurlarsa pekâlâ gerçekleşir. Böylece, daha anlamlı ve demokratik siyasete müdahale biçimleri oluşturulana kadar seçimlere katılım oranları da düşmeye devam eder.
İspanya seçim sonuçları kadar mühim ve şaşalı olmasa da, neredeyse onun kadar anlamlı başka bir seçim sonucu haberi de Fransa’daki bölgesel seçimlerinin ilk turundan geldi. Yazının başında 2002’deki Fransız genel seçimlerine gönderme yapıp, Bernard Cassen’in tabirini ödünç alarak, “Avrupa’da oy vermek hâlâ bir işe yarıyor mu?” diye sormuştuk. Fransız sağının pek tantanalı kutladığı sosyal devletin ölümünü simgeleyen 2002 seçim zaferinden sonra, özellikle emeklilik yaşının yükseltilmesine dayalı reformun uygulanması konusunda Raffarin’in yurttaşları ikna etmekte başarısız olduğunu düşündürüyor bu sonuçlar. Öyle ki, kendi seçim bölgesi Poitou-Charentes’da partisi kelimenin tam anlamıyla çuvalladı. Bir önceki bölgesel seçimlere göre katılımın dört puan yükseldiği son seçimlerde iktidar 2002’ye göre sekiz puan, önceki bölgesel seçime göre bir puan geriledi. Ağırlığını Sosyalist Parti, Yeşiller ve Fransız Komünist Partisinin oluşturduğu birlik ise oylarını 3.5 puan arttırıp oyların yüzde kırkından fazlasıyla bölgesel seçimin galibi oldu. Muhalefet için parlak bir başarı bu, fakat kutlama yapmak için erken, özellikle Le Pen’in faşist partisinin de seçimden kazançlı çıktığı düşünülecek olursa.
Birleşik Devletler ve Fransa’da geleceğin ne göstereceğine dair bir tahminde bulunmak güç. Fakat tüm bu değerlendirmelerden bağımsız olarak şu söylenmeli: İspanyol seçimlerinin sonuçları sadece savaş karşıtlarına değil sıradan insanların ayağa kalkıp bir arada durduklarında tarihin akışını değiştirebileceklerini düşünenlere de umut verdi. Aznar, ve Halk Partisi ise hak ettiğini buldu, umalım ki dünyamızın her yerinde yurttaşlar tıpkı İspanyollar gibi geleceklerini yeni muhafazakâr lafazanlığın tehlikeli sularından çekip çıkarsın.
GÖRKEM DOĞAN
[1] Komünistler gibi Avrupa’nın çok köklü siyasî geleneklerine oy veren seçmenlere bile medyanın deli muamelesi yaptığı ortada. Son Fransız seçimlerinde sandığa gitmeyenler, geçersiz oylar ve “tepki oylarının” toplamı 23 milyon civarındayken “normal partilere” 19 milyon civarı oy verildi. Bakınız Christian de Brie, “En avant vers le radieux parti unique!,” Manière de Voir 72, Aralık 2003 - Ocak 2004, s. 86-89.
[2] Bernard Cassen, “Est-il encore utile de voter en Europe?,” Manière de Voir 72, Aralık 2003 - Ocak 2004, s. 90-92.
[3] Frédérick Douzet, “Yurtseverlik ve Amerikan Milliyetçiliği,” çev. Görkem Doğan, Birikim 174, Ekim 2003.
[4] Bu noktada standart bütçe kontrollerinin dışında kalan ve kayıpları vatani görev yapan yurttaşlar sayılamayacak özel güvenlik firmalarına bağlı özel orduların yaygınlaşıyor olması ilginç. Bu konuya dair bakınız Evren Balta, “Bildiğimiz anlamda devletin sonu mu? İmparatorluk ve özel ordular”, Birikim 178, Şubat 2004.
[5] Bu teamüller ne kadar yerleşik olsalar da geri dönülmez değiller ve alttan alta ve kimi zaman da açıkça sürekli bir politik mücadelenin alanını teşkil etmekteler. 11 Eylül sonrasında ABD’deki yasama buna örnek gösterilebilir.